Darwin, bir zamanlar onu rahatsız eden “gözün evrimi” sorunundan eskisi gibi şikayetçi olmasa da tavus kuşu kuyruğundaki bir tüyün, ne zaman görse onu hasta ettiğini söylüyor. Peki, bu “göz” düşüncesi neydi ve neden bir tüy Darwin’i hasta ediyordu?
Ömer MIZRAK, mr.mzrk@gmail.com
Evrim karşıtlarının çok sevdiği bir “tavus kuşu” hikayesi vardır. Onların anlattıkları şekilde ifade edersek Charles Darwin, tavus kuşundaki “kusursuz yaratılışı” görmüş ve bu “benzersiz tasarımı” evrim ile açıklayamayınca kahrolmuştur. Batı’da Yaratılışçılık akımı, ülkemizde ise Adnan Oktar ve devamcıları tarafından dolaşıma sokulan bu hikayenin bolca alıcı bulma sebeplerinden biri, çoğu bilim-karşıtı görüş gibi kısmi doğrular içermesi. Gerçekten de Darwin, arkadaşı Asa Gray’e yazdığı 3 Nisan 1860 tarihli mektupta şunları dile getirir: “İlginçtir ki, göz düşüncesinin tüylerimi ürperttiği dönemleri çok iyi hatırlıyorum ancak şikayetimin bu aşamasını atlattım; şimdi yapının önemsiz ayrıntıları sıklıkla beni çok rahatsız ediyor. Tavus kuşunun kuyruğundaki bir tüyü görmek, ne zaman ona baksam beni hasta ediyor!”
Darwin, bir zamanlar onu rahatsız eden “gözün evrimi” sorunundan eskisi gibi şikayetçi olmasa da tavus kuşu kuyruğundaki bir tüyün, ne zaman görse onu hasta ettiğini söylüyor. Peki, bu “göz” düşüncesi neydi ve neden bir tüy Darwin’i hasta ediyordu? İşte bu soruların ortaya çıkış sebebi ve Darwin’in geliştirdiği cevaplar evrim karşıtlarının pek de ilgilenmediği ya da kendi bakış açılarını Darwin’e yakıştırdığı kısımlar. Darwin, Türlerin Kökeni eserinde, göz gibi kompleks bir organın doğal seçilimle oluşmuş olmasının absürt göründüğünü kabul ettiğini söyler. Zira “indirgenemez komplekslilik” olarak adlandırılan ancak artık pek de savunucusu bulunmayan görüşe göre, göz gibi karmaşık organların işlevini yerine getirmesi için bütün parçalarının aynı anda çalışması zorunludur. Dolayısıyla gözün evrimleşmesi için yüzlerce yapının birlikte doğal seçilime uğramış olması gerekir ki, bu da imkansıza yakındır. Lakin Darwin, bahsi geçen sözlerinin devamında Dünya’nın Güneş etrafında dolanmasının da ilk dillendirildiğinde sağduyuya karşı göründüğünü hatırlatır, her bir basamağın kendinden önce gelene göre daha faydalı olacak şekilde, basit ve kusurlu bir gözden karmaşık ve kusursuz bir gözün nasıl meydana geldiğinin gösterilebileceğini ekler. Zaten kitabın devamında da gözün nasıl evrimleşmiş olacağını sayfalarca anlatmaya girişir. Yani göz düşüncesinin onu eskisi gibi rahatsız etmemesinin sebebi, buna makul bir açıklama bulmuş olmasıdır. Günümüzde gözün evrimi, ışığa duyarlı hücrelerden göz çukuruna göz merceğinden renk konilerine kadar birçok farklı yapının görece birbirinden bağımsız evrimleştiği yakınsak evrim modeliyle rahatlıkla açıklanıyor. Fakat söz konusu, tavus kuşunun tüyü olduğunda tartışma hemen kapanmamış, alternatif açıklamalar arasındaki rekabet yıllarca sürmüştür.
Cinsel (Seksüel) Seçilim
Türlerin Kökeni temel olarak, yaşadığı ortama daha uyumlu olan canlıların hayatta kalması, uyum sağlayamayan bireylerin ise elenerek yok olması anlamına gelen “doğal seçilim” fikrine odaklanmıştır. Doğal seçilim penceresinden bakıldığında, bir türün sahip olduğu fenotip (genetik yapının dış görünüşe yansımaları), onun avcılardan kaçma, avına ürkütmeden yaklaşma, çevresel şartlara uyum gösterme gibi hayatta kalma becerilerine hizmet etmelidir. Fakat tavus kuşunun tüyleri bunun tam aksi özelliklere sahip görünür. Gereğinden büyük kuyruk ve parlak tüyler hem avcılara açıkça “ben buradayım” mesajı vermekte hem de avcıdan kaçma esnasında tavus kuşunun ayağına dolanmaktadır. İşte Türlerin Kökeni yazıldıktan bir yıl sonra Asa Gray’e gönderilen mektupta Darwin’i hasta eden de bu açmazdır. Zira erkek tavus kuşunun hayatta kalmasına açıkça zarar veren bu süslerin nesiller boyunca genlerle aktarılması doğal seçilim mekanizmasına uymaz. Fakat bu sorun, evrim karşıtlarının sandığı gibi çözümsüz kalmamış, Darwin 1871 yılında yeni bir ilkeyle bu açmaza cevap vermiştir: Cinsel seçilim.
Darwin, canlıların yalnızca hayatta kalmak için değil, üreme yoluyla genlerini geleceğe aktarmak için de mücadele ettiğini ve bu mücadelenin eşeyli üreyen canlıları birer sağlık göstergesi olan boynuz uzunluğu, tüy rengi, ses şiddeti, deri parlaklığı gibi ikincil cinsiyet karakterlerine dayanan tercihlere ittiğini fark etti. Sözgelimi erkek kızıl geyiklerin 115 cm’ye kadar uzayabilen boynuzları testosteron miktarına bağlıdır ve çiftleşme döneminde büyürken kış mevsiminde testosteronun azalmasıyla birlikte tamamen düşebilir. Kızıl geyikler, boynuzları sayesinde dişilere kendilerini kanıtlarken, gerektiğinde diğer erkek bireylerle rekabette bu boynuzları kullanmaktan da çekinmez. Fakat bazen bu boynuzlar, bir kızıl geyiğin kayalar arasında kalarak ölmesine veya avcıdan kaçarken dallara takılıp yem olmasına sebep olur. Doğal seçilimde karşımıza çıkan tamamen “hayatta kalma” odaklı adaptasyonlara karşın cinsel seçilimde daha fazla üreme adına gerektiğinde ölümü göze almaya götüren fenotiplerle karşılaşırız. Dolayısıyla doğal seçilim, canlının çevresel şartlara uyum sağlayarak hayatta kalmasını kolaylaştıran özellikleri açıklamaya odaklanırken cinsel seçilim, tür içi rekabet sonucu dişinin dikkatini çekecek ikincil cinsiyet özelliklerinin anlamlandırılmasını sağlar. Cinsel seçilim penceresinden tavus kuşuna bakıldığında, konu kısmen açıklığa kavuşur. Erkek tavus kuşlarının ne kadar sağlıklı ve güçlü olduklarını gösteren kuyruk uzunluğu, tüylerin parlaklığı, tüylerdeki dikkat çeken göz sayısı gibi ikincil cinsiyet özellikleri, onların dişiler tarafından daha sık tercih edilmesini, dolayısıyla genlerini bir sonraki nesle aktarma şanslarının artmasını sağlar. Dişiler bu “etkileyici” erkekleri tercih ettikçe, doğan yavrular da babalarından aldıkları genetik mirası sürdürür. Yüz binlerce yıl boyunca kümülatif (birikimli) şekilde ilerleyen bu süreç sonunda bugünkü tavus kuşlarının baş döndürücü tüyleri ortaya çıkar. Bu teoriyi test etmek isteyen Marion Petrie, gerçekten de kuyruktaki tüy ve göz (ocellus) sayısı azaltılan erkeklerin dişiler tarafından tercih edilmediğini ve daha az tüye sahip bireylerin avcılar tarafından daha kolay yakalandığını ortaya koydu. Elbette bu durumda akla şöyle sorular gelebilir: Cinsel seçilim sonucu gitgide aşırıya kaçan ikincil cinsiyet özellikleri, türün devamlılığını tehlikeye atacak düzeye dek gelişir mi? İkincil cinsiyet özellikleri doğal seçilim konusunda bir dezavantaj oluşturmasına rağmen bunlara sahip bireyler neden son tahlilde genlerini aktarma konusunda daha başarılıdır? Bu sorular ise bizi bir dizi yeni cevaba taşıyor.
Kontrolsüz Seçilim, Potlaç ve Handikap İlkesi
Evrim kuramının önemli isimlerinden biri olmasının yanı sıra modern istatistiğin de kurucularından olan Ronald Fisher, hayvanlardaki süsler ve genetik yapı arasında bir ilişki olduğunu düşünerek bazı hesaplamalar yapıp modeller geliştirmiştir. Fisher’a göre erkek bireylerdeki süsler dişiler tarafından tercih edildikçe yavrulara aktarılır, yavrular arasında da daha süslü olanların tercih edilmesiyle süsler giderek abartılı hale gelir. Öyle ki bu süreç pozitif geri besleme (kendi kendini pekiştirme) yoluyla giderek aşırıya kaçar ve süsler abartılı bir israfa dönüşür. Zira rekabetle geliştirilen ikincil cinsiyet özelliklerine aktarılan enerji aslında yaşamsal faaliyetlerin sürdürülmesi için hiç de gerekli olmayan bir yatırımdır. Böylece, cinsel seçilim doğal seçilimi baltalayacak düzeye dek devam eder. Nitekim Fisher da bu durumu kontrolsüz seçilim (runaway selection) olarak adlandırır.
Canlıların yaşamlarını sürdürmelerine doğrudan katkısı olmayan bir alana böylesine müsrifçe yatırım yapmaları, ister istemez akla potlaç (potlatch) kavramını getiriyor. Marcel Mauss’un Trobriand Adaları’nda yaptığı araştırmalar sonucu geliştirdiği bu kavram, özetle hediye vermenin ve göze çarpacak bir müsriflikle harcama yapmanın oluşturduğu hiyerarşik ilişkileri anlamlandırmak için kullanıldı. Mauss’un incelediği topluluklardaki doğum, evlilik, ölüm üzerine gerçekleştirilen törenlerde, genellikle kabile şefi, zenginliğini ve gücünü göstermek için elindeki malları dağıtır, “tebaasını” aşırıya kaçan hediyelerle ödüllendirir. Kabile şefi potlacı uygularken temelde “Dağıtabiliyorum çünkü elinizdekilerin hepsine ve daha fazlasına sahibim” mesajı verir. Bir kabile şefi bu nedenle başkasından hediye almayı kabul etmez, aldığında da karşısındakinin ondan daha büyük olduğunu kabul etmiş sayılır.
İnsan topluluklarındaki bu müsrifçe yatırımın hayvanlardaki abartılı süsleri de açıklayabileceğini düşünen Amotz Zahavi ise yaptığı araştırmalar sonucunda handikap ilkesini geliştirir. Zahavi’ye göre erkek bireylerdeki abartılı süsler, tam da potlaçta olduğu gibi dişiye “Enerjimi buraya yatırabiliyorum çünkü daha fazlasına sahibim” mesajı verir. Ayrıca Zahavi, cinsel seçilim sonucu kontrolden çıkan bu süslerin doğal seçilimi tehlikeye atmasını da çelişkili bulmaz. Zira ona göre, hayatını riske atacak düzeyde süsler geliştiren ve buna rağmen hayatta kalan bireyler dişiler açısından çiftleşmeye en uygun adaylardır. Örneğin çok uzun bir kuyruğa sahip olan tavus kuşu, buna rağmen avcılardan kaçmayı da başarıyorsa rakiplerinden çok daha iyi genlere sahiptir. Dolayısıyla handikap ilkesine göre cinsel seçilim, çevre baskısının az ve tür içi rekabetin çok olduğu yerlerde erkek bireyleri, hayatını tehlikeye atacak düzeyde tehlikeli göstergeler üzerinden kendilerini ispatlamaya iter. Zahavi’ye göre bu durum da dişi bireyler için iyi bir dürüstlük testidir. Zira yeterince sağlıklı, zeki veya enerjisi olmayan erkek bireyler böylesi bir samimiyet testine girmeye yeltenmez.
Handikap ilkesinin daha iyi anlaşılması için vahşi köpekler tarafından avlanan ceylan sürülerine göz atmak faydalı olabilir. Sürülerine gizlice bir vahşi köpek yaklaştığı zaman ceylanlar bazen havaya zıplar. Sekme (stotting) adı verilen bu davranışın amacı bariz bir şekilde vahşi köpeğin dikkatini kendine çekmektir. Eskiden, klasik bir kendini feda etme eylemi olarak ele alınan bu davranış, grubun hayatta kalması adına bireyin kendini bilerek tehlikeye atması olarak yorumlanıyordu. Fakat böyle bir davranışın evrilmesi için davranışın bireye ya da bireyin taşıdığı genlere bir faydasının dokunması gerekir ki, feda açıklaması bu durumu izah edemez. Olaya handikap ilkesi penceresinden bakıldığında da sekme, enerji tüketen, riskli ve gerçekten de bazen ölümcül bir davranıştır. Ama Zahavi’ye göre tam da bu faktörlerden ötürü, sekme, bir eşin sahip olduğu nitelikler hakkında güvenilir bir bilgi kaynağıdır, zira ancak sekme davranışından zarar görme olasılığı çok düşük olan yani “kendine güvenen” bireyler bu davranışı sergilemektedir. Bahsi geçen handikabı sadece iyi genleri taşıyan bireyler aşabilir ve ceylanların sekmesiyle ilgili araştırmalar onların genellikle vahşi köpeklerin elinden kurtulduğunu göstermektedir.
Zahavi’nin handikap ilkesi, gerçekten de doğadaki abartılı süsler konusunda tatmin edici bir açıklama sunuyor görünmektedir. Örneğin Marion Petrie’nin çalışmasında, süslü tavus kuşlarının avcılar tarafından neden daha az yakalandığı da bu ilkeyle rahatlıkla açıklanabilir. Fakat handikap ilkesinin tüm bilim insanlarınca onaylanmadığını da belirtmek gerekir. Bunun başlıca sebepleri, Zahavi’nin bu ilkeyi cinsel seçilimin alternatifi olarak görmesi, görüşlerinin bazı noktalarda muğlak olması ve ideal duruma uymayan doğa ortamında yapılan kimi deneylerce doğrulanmamasıdır. Örneğin John Endler’in 1975 yılında bir lepistes çeşidi olan Poecilia reticulata türü balıklar üzerinde yaptığı meşhur deney, handikap ilkesinitamamen doğrulamamakta. Endler, yaptığı bir dizi deneyle ortamda avcı olmadığında lepisteslerin dikkat çekecek biçimde renkli ve süslü balıklara doğru evrimleştiğini gözlerken ortamda avcı olması durumunda lepisteslerin akvaryumun zemininde bulunan çakılların renk ve büyüklüğünü taklit edecek şekilde kamufle olmaya doğru evrimleştiğini ortaya koymuştur. Yani erkek lepistesler dişinin dikkatini çekmek için “ölümü göze alacak” düzeyde süslenmeye doğru evrilmemiştir. Elbette burada akvaryumun doğa ortamına göre oldukça sınırlı bir mekana sahip olması nedeniyle avcı baskısının doğal şartlara kıyasla çok yüksek olduğu eleştirisi yöneltilebilir. Zaten bu minvaldeki tartışmalar da sonlanmış değil. Şüphesiz başlangıçta evrim karşıtlarının anlattığı cımbızlanmış ve gerçeği yansıtmayan zayıf hikayeye karşılık özetlediğimiz süreci okuyup düşünenler için çıkarılacak bazı dersler var. İlkin evrim kuramı dinsel bir öğreti, Darwin de onun müjdecisi değildir. Darwin, henüz genetiğin bilinmediği, elektron mikroskobunun keşfedilmediği ve DNA’nın yapısının bilinmediği bir döneme göre oldukça başarılı tespitler ve açıklamalar yapmış olsa da günümüz evrim kuramı, birçok hatasını tespit etmiş ve gerekli düzenlemeleri yapmıştır. İkincisi, bilim insanının bir konuyu henüz açıklayamamış olması, onun şimdiye kadar söylediği her şeyin yanlış olduğu anlamına gelmez. Bilimsel süreç, kümülatif biçimde ilerleyen, bilinmeyenlerin ve yanlış hipotezlerin açıkça ortaya konulduğu, soruşturmaya ve eleştiriye açık bir süreçtir. Bilimsel bilgi, değişmezlik iddiasında bulunmaz. Aksine bilimin dinamosu, değişim ve eleştiriye açık olan bu tavırdır. Son olarak evrim kuramı, tam da incelediği canlılar gibi evrimleşen ve bu yönüyle diğer açıklamalar karşısında giderek güçlenen bir teoridir. Fakat bunu anlamak için bilimsel gelişmelere karşı sağırlaşmamış bir kulak ve körleşmemiş bir göz gerekir.
Bu yazı, ekoIQ’nun 113. sayısında yayımlanmıştır. Dergiye buradan ulaşabilirsiniz.