#ekoIQ | Sürdürülebilirlik Hakkında Her Şey

Alışılagelmişlik

Alışılagelmişin dışında bir yapıdan bahsediyorum, farkındayım. Çünkü alışılagelmişin bizi getirdiği nokta ortada. Artık farklı şeyleri söylemek bu söylemleri üretebilmek için de yeni şekillerde organize olmak zorundayız.

Okan PALA, Kale Grubu Sosyal Girişim Programları Yöneticisi, [email protected]

“Bugüne kadar hiç kimse bir sayıya göre bir karar vermemiştir. İnsanların hikayeye ihtiyacı vardır”.

(Daniel Kahneman’ın “The Undoing Project” kitabından alıntıdır)

COP29 müzakereleri devam ederken biz de Anadolu’nun çeşitli kentlerinde gençlerle sosyal girişimciliği tanıştırmak üzere düzenlediğimiz Hayata Değer Üniversite Buluşmaları’nın ilki kapsamında Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi’ndeydik (ÇOMÜ). Buluşmada, üniversite öğrencilerine ek olarak lise öğrencileri de vardı. Katılımcılara kaç kişinin 29 yaşından küçük olduğunu sorduğumda 500 küsur elin neredeyse hepsi havadaydı. Yani bu yıl 29’uncusu düzenlenen iklim müzakereleri, salondaki hemen tüm katılımcılar doğmadan önce başlamıştı. Müzakereler, her yıl olduğu gibi bu yıl da çözümsüzlükler, adaletsizlikler ve özellikle fosil yakıt firmalarının lobi faaliyetleri çevresinde dönen bir “etkinlik” olmuş gibi görünüyor. Bir taraftan da müzakerelerin son birkaç yıldır fosil yakıt üreten ülkelerde yapılması, müzakerenin yeni fosil yakıt anlaşmalarının yapıldığı mecralar haline gelmesine yol açtığı yönünde gözlemler var.

 Kritik Bir Kavram: Ödün Vermek

İklim müzakerelerinde durum buyken insan kaynaklı iklim krizi ise tam gaz devam ediyor. Peki, kriz derinleşirken, krizin boyutu ve sonuçları ve elbette bu krizden çıkış için yapılması gerekenler gayet iyi biliniyorken niye ilerleme kaydedilemiyor? ÇOMÜ’de bu sorunun yanıtını genç arkadaşlarla düşünürken bir kavram üzerine yoğunlaştık: “Ödün vermek.” Aslında müzakere ve uzlaşı sürecinin kritik kavramı bu. Sorun da burada başlıyor; kim, ne kadar ödün verecek? Cevap aslında “Müştereklerin Trajedisi”nin (Tragedy of Commons) bize söylediği gibi herkesin, kolektif şekilde ödün vermesi gerektiği.

Ancak kolektif eylem, birlikte hareket etmek, söylemesi kolay uygulaması zor bir durum. Müştereklerin trajedisi veya mahkumların açmazı (prisoner’s dilemma) bu durumun iki örneği. Kolektif eylemin gerçekleştiği durumlar da mevcut. Örneğin göreli yoksunluk teorisi (relative deprivation theory). Bu teoriye göre grup içinde kendini diğerleriyle kıyaslayan ve diğer üyelerle adaletsizlikleri gözlemleyen bireylerde tetiklenen duygular (örneğin, öfke) kolektif eylemi getirebilir. Duygunun bireyi harekete geçirmesi… Kahneman’ın girişteki cümlesini hatırlayalım, sayılar karar almayı getirmiyor; hikaye lazım. Çünkü ancak hikayeler duyguları tetikleyerek eylemi getirebiliyor. Acaba ekolojik krizle mücadele için de duyguları harekete geçirmek kolektif eylemi tetikleyebilir mi? Kahneman’dan aldığımız destekle cevap “Evet” ise ekolojik kriz geri döndürülemez bir noktaya gelip bireyleri aşırı şekilde etkilemeden (kuraklık, gıda krizi, iklim göçü vb.), bireylerin duygularını ekolojik eylem için kolektif bir şekilde harekete geçirmek üzere tetikleyebilir miyiz?

Sanatın Rolü ve Avantajları

Sonda yazacağımı başta yazarak bu soruya “Evet” diyorum ve araç olarak da sanatı, sanatsal üretimi gündeme getiriyorum. Aslında sanat ve toplum ilişkisi uzunca bir zamandır tartışılıyor. Arnold Hauser’in “Sanatın Ürünü Olarak Toplum” (Society as the Product of Art) yazısında belirttiği gibi “… bazı koşullar altında sanat –ki toplumsal gerçekliği yansıtmakla kalmayıp, toplumu eleştirir, dolayısıyla onu kurar– toplumdaki hastalıkların teşhisine ve tedavisine elverişli ortamı hazırlar”. Dolayısıyla sanatın, toplumu dönüştürme, yeni anlam ufku oluşturma bağlamında çok önemli bir rolü var.

Selen Tokgöz, Diyalog, İyi Bak Dünyana Sergisi

Ekolojik ve toplumsal krizlere yaklaşırken, onlar üzerine düşünüp çözümler aramada sanatın pek çok avantajı da var. Öncelikle sanat, karmaşık, kesişimsel, çok boyutlu ve dolayısıyla anlaşılması zor sorunların anlaşılmasını kolaylaştırır. Çünkü bir esere baktığımızda aynı anda pek çok düşünce ve “duygu” tetiklenir. Sayfalarca yazının, verinin, tablonun anlatamayacağı duygu ve düşünce bir esere baktığımızda zihnimizden ve kalbimizden geçer.

Buna ek olarak karşı karşıya olduğumuz büyük sorunlar karşısındaki çaresizliğimiz bizi eylemsizliğe itebilir. Bu büyük sorunlarla yüzleşmek ve derinleşmek yerine onlardan kaçmak eğiliminde olabiliriz. Ancak sanat, sorunları estetize ederek sorunların içinde kalınmasını ve dolayısıyla çözüm üretilmesini sağlar.

Sanatın bir diğer gücü de bize ne olduğunu anlamakta güçlük çektiğimiz durumları hayal ettirebilmesidir (radical imagination). Örneğin, krizler çağında geleceğin nasıl olacağını hayal etmekte veya bir orman yangını sonrası ormanın nasıl göründüğünü, koktuğunu, ne tür sesler olduğunu hayal edemeyebiliriz. Sanatsal üretim bu tip durumlarda “radical imagination” sağlar.

Sanatın bir diğer avantajı ise interdisiplinerlik özelliği. Karşı karşıya olduğumuz sorunlar çok boyutlu ve birbirleriyle ilişki içinde. Dolayısıyla aynı anda farklı disiplinleri kullanarak düşünebilmemiz lazım. Belli bir sınırı olmadığı için sanat, disiplinler arasında çok hızlı gezinme ve interdisipliner düşünmeyi tetikleme imkanı verir.

Esasen Kale Tasarım ve Sanat Merkezi’nde (KTSM) Kale Grubu olarak yapmaya çalıştığımız biraz da bu. Farklı disiplinlerin birbirleriyle kolayca iletişime geçtiği, paydaşlarıyla birlikte bilgi ve ilham yaratan ve yayan, sınırları muğlak, kapsayıcı ve akışkan bir oluşum. Alışılagelmişin dışında bir yapıdan bahsediyorum, farkındayım. Çünkü alışılagelmişin bizi getirdiği nokta ortada. Artık farklı şeyleri söylemek bu söylemleri üretebilmek için de yeni şekillerde organize olmak zorundayız. Hep birlikte…

Bu yazı ekoIQ’nun 115. sayısında yayımlanmıştır. Dergiye buradan ulaşabilirsiniz.