#ekoIQ | Sürdürülebilirlik Hakkında Her Şey

AB Çevre Faslı İstihdam da Yaratacak

açık radyo açık kalmalı

Türkiye’nin Avrupa Birliği Çevre Faslı Müzakereleri, yaklaşık 9 ay önce açıldı. Uyum çalışmalarının Türkiye’nin bütçesine 25 yıl içinde 100 Milyar Euro gibi ek bir maliyet ekleyeceği öngörülüyor ve bu durum önemli bir çekingenlik yaratıyor. Hâlbuki madalyonun bir de öbür yüzü var. Bölgesel Çevre Merkezi Direktör Yardımcısı ve AB Çevre Faslı konusunda en yetkin isimlerden biri olan Kerem Okumuş, sürecin yaratacağı istihdam olanaklarına ve sağlık harcamalarında gerçekleşmesi beklenen önemli düşüşe dikkat çekiyor ve “önemli olan kaynakların doğru kullanımı” diyor.
Röportaj: Barış DOĞRU
Fotoğraf: Saygın SERDAROĞLU

Türkiye, AB Çevre Faslı müzakerelerine başladı ama kamuoyu olarak ne aşamada olduğumuz konusunda pek de bir bilgimiz yok. Bize bu konuda genel bir bilgi verebilir misiniz?
Çevre Faslı aslında hiç de beklenmedik bir anda açıldı diyebilirim. Biraz ani bir açılışı oldu. Çünkü kamu tarafında da, komisyon tarafında da baktığınızda Çevre Faslının önümüzdeki bir iki yıllık süreç içerisinde açılması bekleniyordu. Çevre Faslının açılmasının temel sebeplerinden bir tanesi, açılacak adamakıllı, dişe dokunur bir faslın kalmamış olması. Çünkü açılacak fasılların çoğu çeşitli ülkelerin vetosuyla karşı karşıya. Çevre Faslı ise içerik açısından çok geniş. Ayrıca müzakere sürecini yürüttüğümüzü gösterecek çok önemli bir başlık. Açılması çok da iyi oldu aslında çünkü Türkiye’nin bu alanda yapacağı çok iş var. Daha önceki müzakereleri yürütmüş olan benzer ülkelere baktığımızda Çevre Faslı genelde dört yılda kapanıyor. Türkiye ise şu anda dokuzuncu ayında. Önümüzde yaklaşık 3,5 sene var, tabii eğer dört sene içerisinde kapatabilirsek.
Ancak Çevre Faslı açısından Türkiye için çok önemli zorluklar var. En önemli zorluklardan bir tanesi, bu faslın inanılmaz bir mevzuat alanını kapsaması. 300’ün üzerinde düzenleme var.

Bir de Türkiye’de bu düzenlemeler alanı fazlasıyla karmaşık sanırım.
Aynen. 300 tane düzenleme var ama bu düzenlemelerin içeriğine baktığımızda koordinasyonu tek başına Çevre Bakanlığında değil. Bir kısmı Sanayi Bakanlığında, bir kısmı Sağlık Bakanlığında, bir kısmı ise Enerji Bakanlığında… Yani süreci tek bir merciyle de yürütemiyorsunuz. Bu süreci yönetebilmek için inanılmaz bir koordinasyon gerekiyor ve yayınlanması gereken çok fazla mevzuat bulunuyor. Yayınlamak önemli tabii, ama öte yandan önemli olan bu kararları uygulamaya geçirebilmek. O yüzden her mevzuat için bir bütçe tahsisi yapılması, ona göre personel istihdam edilmesi gerekiyor. Yereldeki uygulamayı canlandırmak için ilçe ve orman mü dürlüklerindeki personeli eğitmek, denetleme süreçlerini ortaya koymak lazım. O yüzden mevzuat yayınlamakla olmuyor, önemli olan bütçeyi ve idari yapıyı kurmak. İkinci konuysa, herkesin söylediği gibi maliyetin çok yüksek olması.

Ne kadar bir maliyet olduğu tahmin ediliyor?
Çevre Bakanlığının yapmış olduğu bir projeksiyon var: Yaklaşık 60 milyar Euro. Ama diğer ülkelere baktığımızda, bizim tahminlerimiz bu maliyetin, önümüzdeki 25 yıllık süreç içerisinde 100 milyar Euro’ya kadar çıkabileceği. Bu demek oluyor ki, Türkiye’nin özel ve
kamu yatırımı olarak, çok kaba tahminlerle yıllık 22,5 milyar Euro’luk bir çevre yatırımı yapması gerekiyor. Bu da yaklaşık, Türkiye’nin GSMH’sinin yüzde bire yakınını çevresel finansmana ayırması anlamına geliyor.
Bizim için diğer bir zorluk da, Türkiye’nin planlanan bir üyelik tarihinin olmaması. Hırvatistan bizimle aynı tarihte başladı, ama üyelik tarihleri belli: 2012. Türkiye’yle ise ucu açık bir müzakere süreci yürütülüyor. O yüzden teknik açıdan baktığınızda müzakerelerin, inanılmaz zorlukları var. Çünkü siz müzakere ettiğiniz başlıkta, komisyona belli bir uygulama planı sunmak durumundasınız. Uygulama planını da üyelik perspektifine göre planlamanız gerekiyor. Mesela ağır bir mali yatırım gerektiren bazı mevzuatlarda 2014’e kadar uyumlaştırma hedefi koyabilirsiniz, ama eğer Türkiye 2014’te üye olsaydı uygulamaya dönük yatırımlar için belli bir geçiş süreci talep edip, 2025’e kadar sarkıtılabilirdiniz.
Diğer yandan, maliyetin kimin üzerinde oIduğu konusunda da büyük soru işaretleri var. Biz birçok düzenlemeyi uyumlaştıracağız ama bu düzenlemelerin maliyetini hangi sektörler karşılayacak? Kamu ve özel sektörün üzerindeki maliyetlerin farklılıkları neler olacak? Bunları ortaya koymak lazım.

Bunları nasıl saptayacağız? Hangi sektörün sırtına hangi yük düşeceğini nasıl bilebileceğiz?
Bunu saptayabilmek için, ayrı ayrı sektörIere göre etki analizlerinin yapılması gerekiyor. Bundan sonra ortaya çıkacak olan maliyete göre bir uyum planlaması ve takvimi hazırlamak lazım ama Türkiye bunu şu ana kadar yapmadı. Türkiye uyum planlaması ve takvimini bir müzakere pozisyonu kapsamında oluşturdu ve Komisyona bu müzakere pozisyonu belgesini sundu. Bu müzakere pozisyonu belgesinde bazı mevzuatları çeşitli tarihlerde yürürlüğe sokacağımızı taahhüt ediyoruz, ama yürürlüğe soktuktan sonra onların etkilerini araştıracak bir çalışmayı henüz hayata geçiremedik. O nedenle her zaman söylediğimiz gibi, Türkiye’nin uyumlaştığı takdirdeki maliyetlerini ortaya koyması çok önemli. Çünkü bu konular, Türkiye’nin rekabet gücünü çok derinden etkileyecektir. Özellikle ihracata yönelik çalışan birçok işletmesinin rekabetini doğrudan etkileyebilir çünkü hiç beklemedikleri anda, hiç beklemedikleri yatırımları yapmak durumunda kalabilirler.
Diğer yandan, atık su arıtma ve kanalizasyon sistemleri gibi büyük yatırım gerektiren alanlar aslında Türkiye’nin, AB Uyumlaşma süreci olmasa da, zaten yapması gereken uygulamalar. Atık suyla ilgili olan konuların önemli bir bölümünün mali yükümlülüğü de kamunun ve yerel yönetimlerin üzerinde. Yerel yönetimler bu konuda zor durumda kalıyorlar çünkü AB mali yardımlarından sağlanan fonlar bu tip yatırımların finansmanında yeterli olmuyor. Yeterli olsa bile AB mali yardımların sadece yüzde 75’ini karşılıyor, o yüzden yüzde 25’lik kısmın ya belediyeler, ya kamu bütçesi, ya İller Bankası, ya da uluslararası piyasalardan kredi olarak sağlanması gerekiyor. Bu da bir zorluk. Çünkü her belediyenin bu düzeyde bir teknik bilgi birikimi yok. Buna yönelik elemanı, yatırıma yönelik projeksiyon yapma durumu yok.

Peki, bu sorunun çözümünde kim rol alabilir?
Türkiye’nin şu an uyguladığı bazı programlar var. Bunlardan bir tanesi, finansmanın yüzde 25’lik kısmını İller Bankası aracılığıyla belediyelere kaynak olarak aktarmak. Ama sadece AB mali yardımı hibe, geri kalanın tamamı kredi. Orada da bir problem var. Türkiye’de yaklaşık üç bin belediye var. Bunların hepsi hibeye ulaşmak isteyecek ama tümünün hibe alması mümkün değil. O nedenle çok temel bir önceliklendirme yapmak lazım. Hangi belediyelerin, hangi belediye birliklerinin bu kaynağa ulaşması gerekiyor. Çünkü en önemli sorunlardan başlayıp daha tali olanlara doğru uzanan bir mali kaynak yaratmak gerekiyor.

Bu hibelerden yararlanamayan belediyeler ne yapacak o zaman?
Diğerleri için de, finansal mekanizmaları hayata geçirmek lazım. Onlar da genelde kredi olarak gözüküyor. Kredi olduğu zaman da, yatırım yapıyorsunuz, yatırımı yaptıktan sonra da işletmeye almanız lazım, ama işin bir de işletme maIiyeti var. Bir yandan krediyi öderken, diğer yandan işletme maliyetlerini karşılamak için nasıl bir finansal mekanizma kuracaklar? Bu da kolayca çözülecek bir sorun değil. Bakanlığın yaptığı bir çalışmada nüfusu 50 bin ve altındaki belediyelerin işletme maliyetlerini, kullanıcı ödemelerinden alarak finanse etmelerini çok zor görüyor. Yani vatandaşa temiz su götürüyorsunuz, bunu faturaIara yansıtıyorsunuz… Oradan alınacak vergilerle hem yatırımın finansmanının hem de işletme maliyetlerinin karşılaşmasında büyük zorluklar var. O nedenle yakın olan belediyeleri biraraya getirip, belediye birlikleri oluşturmaya çalışıyorlar. Beş, altı belediye bir araya geliyor ve ortak bir katı atık yönetimi ve depolama alanı oluşturuyorlar. Bu, çok doğru bir yöntem diye düşünüyorum.

Belediyeler bu durumda. Peki, özel sektör?
ÖzeI sektöre Avrupa’dan hibe de yok. Bu yüzden özel sektörün kendi yatırımını kendisinin finanse etmesi lazım. Bunu öz sermayesinden yapabiIir ya da kredi oIarak piyasadan sağlayabiIir. ÖzeI sektörün önündeki en önemIi engel de bu. Demirçelik, çimento, kâğıt gibi enerji yoğun üretim yapan ve kirliliğe yol açan işletmeler tabii ki daha ön planda yer alıyorlar. Çünkü mevzuatlara baktığımızda, en fazla maliyeti geneI olarak enerji yoğun ve kirIletici işletmelerin karşılayacağını görüyoruz. O nedenle, önümüzdeki dönemde Türkiye’nin üretim ve sanayi prosesIe rinde çok önemli değişiklikler yapılması gerekiyor. Mesela Entegre Çevre KirIiIiği ve KontroIü YönetmeIiğini (IPCC) ele alalım. İşletmelerin hava, toprak ve suya verdikleri tüm deşarj emisyonlarının entegre bir şekilde değerIendiriIip, o sektöre yöneIik referans teknolojilerin kullanılmasını söyleyen bir direktif. Diyelim ki tekstil sektöründe faaIiyet gösteriyorsunuz. Bu mevzuat uyumlaştırıldığı takdirde Türkiye’de üç sene içinde, bu tarz teknoloji kullanmak zorundasınız. O teknolojiyle ilgili referans kitapçıklar AB komisyonu tarafından yayınlanmış durumda. İspanya Sevilla’da bir ofis var. Tüm koordinasyonu onIar yürütüyorlar. Tekstil, demir çelik, çimento ve otomotivde kullanılacak referans ve teknolojiler oradan duyuruIuyor.

Peki, Türkiye’deki mevcut teknoloji bu referansIara ne kadar uyumlu?
Bunu biImiyoruz. BununIa ilgili iki temel sonuç ortaya çıkıyor. Bir, mevcut teknoIojinin yeniIenmesi gerekebiIir, ki bu büyük bir maliyet demektir. İki, mevcut teknolojideki birtakım reviz yonIar, modifikasyonIarIa mevcut referansları yakalayabilirler. O nedenle Türkiye’nin şimdiden sektörel anlamda bir teknoloji ihtiyaç anaIizi ve bir mevzuat risk analizi çalışması yapması gerekiyor. Bunu ya şirketler kendileri yapacak ya da sektör dernekleri.
Ancak bu konu sadece AB mevzuatıyla da ilgili değil. Türkiye’nin önünde regülasyona bağlı, işletmelerde rekabetin hasar görebileceği iki önemli proses var: Birincisi, iklim değişikliği konusu. İklim değişikliği konusunda, 2012’den sonra Türkiye uluslararası süreçlere entegre olduğu takdirde, sektörel anlamda karbon azaltma yükümlülükleri olabilir. Bu konuda da Türkiye’nin sektörel anlamda bir strateji geliştirmesi lazım. İkinci olarak da, AB uyum sürecindeki mevzuatlar işletmeler için önemli bir risk ortaya çıkarıyor. O nedenle işletmeler bugün, iki temel alanda çalışmak zorunda: Birincisi, iklim değişikliği süreçleriyle ilgili teknoloji ihtiyaç analizlerini yapacaklar. İkincisi, AB referanslarını yakalamak için teknoloji ihtiyaçlarını belirleyecekler. O yüzden işletmelerin ya da sektörlerin bugün bu konuyla ilgili mutlaka çalışma yapıyor olması lazım.

Bu konular ne kadar acil?
Bizde bir anlayış vardır: “Zamanı gelince düşünürüz.” Ama şimdi AB’de, salım ticaretini yavaş yavaş sektörlere entegre etmeye başladılar. Mesela şimdi AB hava sahasında uçan, AB üyesi ülkelerdeki havaalanlarına inen tüm havayolu işletmelerinin karbon yönetimi konusunda aksiyon ve azaltım yükümlülükleri almaları bekleniyor. Bu yüzden Türk Havayolları şu anda karbon salımlarını hesaplıyor, azaltımla ilgili stratejiler geliştiriyor. Niye? Çünkü THY uçaklarının yüzde 50’si Avrupa hava sahasına uçuyor. İleride bu durum, çimento ve demirçelik gibi başka önemli sektörlerde de ortaya çıkacak. Bu yüzden şimdiden hem iklim değişikliği hem de AB süreciyle ilgili olarak sektörel stratejiler geliştirmemiz ve buna bağlı teknoloji ihtiyaçları ortaya koymamız gerekiyor. Tabii bu saptamalara bağlı olarak maliyetleri de ortaya koymamız lazım. Çıkan maliyetlere göre de bir finansman modeli geliştirmemiz gerekecek.

Bildiğimiz kadarıyla Sektörel Etki Analizi konusunda Bölgesel Çevre Merkezi (REC) bir çalışma yürütüyor…
Evet, REC olarak Bakanlığa böyle bir çalışma sunduk. Dedik ki, bu etki analizi çalışması çok önemli, mutlaka yapmamız lazım. O nedenle biz beş tane mevzuatla şu anda Bakanlıkla işbirliği içerisinde etki analizi yapıyoruz. Bunlar arasında Doğa Koruma Etki Analizi; Kuş ve Habitat Direktifleri; Elektronik Atıkların Bertarafı Yönetmeliği var. Bir de büyük endüstriyel kazaların önlenmesiyle ilgili Seveso Direktifi var, onunla ilgili etki analizi yapıyoruz. Mesela Seveso, Tüpraş gibi rafineriler, petrokimya tesisleri ve kimyasal tesisleri doğrudan ilgilendiren bir mevzuat ve bu mevzuat yürürlüğe girdiği takdirde bu tip işletmelerin acil bir kaza önleme planlaması yapması lazım. Eğer mevcut durumda sızıntıyı önleyecek; domino etkisi dedikleri, üç dört tesise etki yapacak muhtemel etkiler varsa yeniden bir yalıtım ve yatırım yapılması, gerekirse personel istihdam edilmesi gerekli. Şimdi biz Türkiye’de, bu yatırım maliyetini ortaya çıkarmaya çalışıyoruz, ki bu maliyet ortaya çıktıktan sonra sosyal ve çevresel etkileri de ortaya koymuş olacağız. Sosyal etki diyorum çünkü bu sürecin çok çeşitli yeni istihdam alanları yaratması da bekleniyor.

Yani bu süreç sadece bir maIiyet oIa rak kabul edilmemeli. İşin bir de istihdam ve iş alanı yaratma tarafı var, değil mi?
2002 yılında yapılmış bir çalışma var. Orta ve Doğu Avrupa’da 2004 yılında AB’ye yeni üye olan, aralarında Polonya ve Macaristan’ın da bulunduğu 10 tane ülke bulunuyor. Bunların toplam maliyet projeksiyonu 130 milyar Euro idi. Ama bu yatırımın 25 yıl içerisindeki geri dönüşümü 427 milyar Euro olarak hesaplanıyordu. Bunun en önemli sebepIerinden bir tanesi, yeni istihdam alanları yaratılması; ikincisiyse sağlık harcamalarındaki inanılmaz, dramatik düşüş.

Sağlık harcamalarıyla nasıl bir bağlantısı var bu yatırımların?
Çevreyle ilgili bu yatırımların sağlık alanına gerçekten inanılmaz bir etkisi var. Birincisi, kişisel sağlık harcamaları büyük oranda azalıyor. İnsanlar daha az hasta oIuyor; daha az doktora gidiyor, daha az ilaç kullanıyor. İkincisi, buna bağlı olarak sosyal güvenlik harcamaları düşüyor. Yani kamu daha az ilaç satın alan vatandaşı için, sosyal güvenlik alanına daha az para ödüyor. Bu yatırımların yapıldığı bölgelerde, insanlar daha az hastalanıyor, akciğer kanseri, üst solunum yolu hastalıkları azalıyor. Neticede işgücü kaybı da olmuyor. Daha verimli bir çalışma süreci yaşanıyor. Onun için bu sürecin çok net bir yararı olduğunu görebiliriz.

Bence bu söyIedikIeriniz çok önemIi, çünkü bu süreçlere sırf maliyet olarak bakıldığında çok büyük külfet gibi görünebilir ama bunun çift taraflı bir şey olduğu, bunun başka getirileri olduğu hesaplandığında o külfet daha katlanabilir bir şey haline gelecek…
Aynen katılıyorum. Ben, çevre sorunlarının, özellikle endüstriyel bölgelerde yaşanan sağlık problemlerinin çok önemli bir bölümünü oluşturduğuna yürekten inanıyorum. Mesela Gebze’ye bağlı bir sanayi bölgesi olan Dilovası’nda kanserli olmayan ev neredeyse yok. İnanılmaz kanser hastası var ve bu insanların hepsi eski çalışanlar. İnsani açıdan kabul edilemez ve tartışılamaz bir konu ama işin mali rakamlarını da ortaya koymak, yol alabilmek açısından önemli. Bugün Dilovası’nda ki kanser vakaları için harcanan parayı ortaya koymamız gerekiyor. Bunlar tamamen ithal edilen ve çok pahalı ilaçlar. Türkiye bu konuda iyileştirmeye yönelik bir yatırım yaptığı takdirde, sosyal güvenlik harcamalarında doğrudan bir azaIma oIacak. Çevre ve sağ Iık konusunda çok net ve belirgin bir ilişki var.

Çevresel uyum çalışmalarının istihdama nasıl etkileri olabilir?
Bir sürü yeni istihdam alanı yaratacak bu çalışma ama öncelikle Türkiye’nin yatırım yapacağı ya da kendi teknolojisini geliştireceği alanları belirlemesi lazım. Mesela atık su arıtma tesisleri, mesela emisyonları azaltıcı teknolojiler. Bunun için yerli teknolojinin üretilmeye başlanması lazım çünkü 100 milyar Euro’luk maliyetin önemli bir kısmı Avrupa’dan alınacak teknoloji yatırımlarının finansmanında kullanılacak. Bunlar çok sofistike alanlar değil. Türkiye kendi ARGE’sini geliştirdiği takdirde, çok kazançlı çıkabilir. Önemli olan bu çalışmaları ürüne dönüştürmek, ürünleri ticarileştirebilmek.

Önemli olan ürün haline getirebilmek, öyle mi?
Evet. Bunlar kapsamlı bir şekilde ele alınabilirse, ortaya ölçek ekonomisi dedikleri şey çıkacak. Bugün bir birim üretirsen o çok maliyetli ama bir gün 1000 birim üretirsen o maliyet düşecek. Yerli teknolojiye yönelik birtakım açılımlar yapmamız gerekiyor. Bir de, kamunun burada kaldıraç görevi görmesi lazım. Kamunun sürecin finansmanında ortaya koyduğu 100 birimlik katkı, 1000 birimlik katkıyı beraberinde getirecek. Bu durum, çevre teknolojileri için de, yenilenebilir enerji teknolojileri için de geçerli. Kamu sürecin kolaylaşması için ortaya 100 milyon Euro koyduğu takdirde, kaldıraç etkisiyle, özel piyasalardan bir milyar Euro finansman gelecek. Bunun için Türkiye’de bu tip çevresel mekanizmalar yaratmak lazım. Ayrıca birtakım piyasa bazlı düzenlemeler de gerekiyor. “Yönetmeliği çıkaralım, denetleyelim. Bakalım şirketler uyuyor mu? Uymayana ceza keselim” demek çok eski bir usul. Bize, piyasanın çevre için çalışmasını teşvik edecek düzenlemeler gerekiyor.

Ne gibi piyasa araçları geliştirilebilir sizce?
Piyasa temelli araçlardan bir tanesi, karbon yoğun çalışan işletmelere karbon vergisi getirmek olabilir. Türkiye’de neden bir ulusal karbon piyasası kurulmasın? Türkiye’de neden sektörlere yönelik azaltma hedefleri verilmesin? Çeşitli çevre vergileri çıkarılabilir ama Türkiye’de önemli bir sorun var: Tahsisli vergi mutlaka genel bütçeye gidiyor. Türkiye’de çevreyle ilgili toplanacak bütün vergilerin çevreyle ilgili bir fonda toplanması düşünülebilir.

Şu anki mevzuat buna uygun değil mi?
Bildiğim kadarıyla değil. Şu an toplanan paralar genel bütçeye gidiyor. Mesela belediyeler çöp vergisi topluyor ama bunu çöp için değil, belediyedeki işçinin sigorta primini ödemek için kullanıyorlar. Ama karbon, çevre vs. için topladığımız vergileri bir havuzda toplayabilsek inanılmaz büyüklükte bir fon ortaya çıkabilir. Türkiye çok büyük bir potansiyele sahip, inanılmaz dinamik bir toplum. Aslında araçlar var, ama bu araçları iyi yönetmek, doğru kanallara akıtabilmek, en büyük sorunumuz. 2025 yıllık perspektifte, 7080 milyar Euro’lar Türkiye’nin karşılayamayacağı rakamlar değil.

Kerem Okumuş Kimdir?
1996 yılında Bilkent Üniversitesi Uluslararası ilişkiler Bölümünden mezun olan Kerem Okumuş, 2002 yılında Chevening Bursu ile ingiltere’de Birmingham Üniversitesi Uluslararası Çalışmalar Merkezinde Avrupa Birliği entegrasyonu ve AB çevre hukuku üzerine yüksek lisansını tamamladı. 1997 yılında Merkat Danışmanlık A.Ş.’de çalışma hayatına başlayan Okumuş sırasıyla “AB Çevre Yönetim Sistemi; EMAS’in Türkiye’de Uygulanması,” “Türkiye’de Organize Sanayi Bölgelerinde Çevre Yönetim Sisteminin Kurulması,” “Türkiye’de Katı Atık Yönetimi ve Kapasitenin Geliştirilmesi,” “Akdeniz Bölgesinde Enerji Şirketlerinin Yeniden Yapılandırılması” ve “Akdeniz Enerji Bilgi Ağının Kurulması” gibi çevre ve enerji alanında Avrupa Komisyonu adına çok çeşitli projelerde proje yöneticisi ve koordinatörü olarak görev aldı. 20022004 yılları arasında REC Türkiye’nin kurulum çalışmalarında danışmanlık yapan Okumuş, “Türkiye’nin Çevre Durumu” adlı raporu hazırladı. 2004 yılında REC Türkiye’de özel sektör çalışmalarından sorumlu uzman proje yöneticisi olarak çalıştı. 2005 yılından itibaren ise REC Türkiye’nin Direktör Yardımcılığı görevini yürütmektedir.

Dr. Barış Doğru

#ekoIQ ve iklimhaber.org Yayın Yönetmeni, Sürdürülebilirlik Uzmanı

açık radyo açık kalmalı
açık radyo açık kalmalı