Acıbadem Üniversitesi’nden tıp ve psikiyatri tarihçisi Doç. Dr. Fatih Artvinli, Türkiye’de sağlık sisteminin adalet ilkesi temelinde yeniden inşa edilmesi gerektiğini söylerken, “Sağlık sistemi bunun altından tek başına kalkamaz. Ulaşımdan çevreye, eğitimden adalete pek çok alanı kapsayan, çok boyutlu ele alınması gereken bir mesele” diyor.
Bulut BAGATIR
Covid-19 döneminde hastaneler salgına cevap vermekte zorlandı. Halihazırda elimizdeki Heybeliada Sanatoryumu gibi değerleri ise kullanamıyoruz. Tarihi hastanelerin bir kısmı kapatıldı, bazıları farklı idarelere devredilmeye çalışılıyor ki haliyle rant tartışmaları da işin içine giriyor. Tarihi hastanelerin kaybı nasıl sonuçlar doğurabilir?
Pandemi döneminde sağlık sistemi açısından iki noktanın açığa çıktığını düşünüyorum: Birincisi, kapasite anlamında var olan kurumların, halihazırdaki yetersizliği. Bu durum hastane tıbbının sorgulanmasına yol açtı. Sadece hastanelere odaklı bir tıp anlayışının Covid-19 pandemisinde ne denli yetersiz kaldığını gördük. İkinci nokta ise salgın sürecinde İstanbul’un çeşitli noktalarındaki tarihi hastanelerin ne durumda olduğunu daha yakından görmekti. Heybeliada Sanatoryumu bu çerçevede öncü bir tartışmaydı. İstanbul’daki tarihi hastanelerin neden yeterince kullanılmadığı veya nasıl aktif olmaktan çıkarıldığı, küçültüldüğü veya taşındığı gündeme geldi. Heybeliada Sanatoryumu 2005 yılında kapatıldı ve resmen ölüme terk edildi. Bunun üzerinden yaklaşık 20 yıl geçmesine rağmen Çam Limanı’nda enfes bir konumda ve tam 80 yıl sağlık hizmeti vermiş bir hastane tüm arazisi, eldeki binaları ve imkanlarıyla çürümeye bırakıldı. Sanatoryumun Diyanet’e tahsis edildiği öğrenilince dava açıldı, yürütme durduruldu ama hukuki belirsizlik devam ediyor. Bunun yanında Şişli Etfal Hastanesi de 19. yy sonunda açılmış Türkiye’nin en büyük çocuk hastanelerinden biri. Tarihi arazisindeki yeri küçültülerek başka bir yere taşındı. Benzer şekilde Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi de yaklaşık 15-20 yıldır süren tartışmaların odağında. Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi için de durum farklı değil. 1932 yılında sanatoryum olarak açılan ve 1977 yılında psikiyatri hastanesine dönüştürülen bu tarihi hastane, Anadolu yakasının yegane kamu psikiyatri hastanesidir. İstanbul’da özellikle kamusal sağlık hizmeti ve uzun süreli yatış gerektiren çocuk hastalıkları, göğüs hastalıkları ve psikiyatri hastalıkları gibi yataklı tedavi kurumlarının ne kadar yetersiz kalmaya başladığını ve var olanların üzerinde de taşınma veya şehir hastanesine entegre etme meselesini tartışıyoruz. Bunu ekolojik açıdan da ele almamız mümkün çünkü Heybeliada, Erenköy ve Bakırköy hastaneleri geniş çamlıklar içerisinde ve insanın sadece biyomedikal açıdan ele alınmadığı, çevresel etkisinin de şifaya dahil olduğu muazzam arazilerde kurulu. Bugün ne yazık ki çok az yeşil ve toplanma alanının kaldığı İstanbul’da bu tarihi hastanelere ve arazilerine göz dikildiğini, ranta açılmak istendiğini görüyoruz.
Salgın ile ilişkili söylenebilecek konulardan bir diğeri ise şehir hastaneleri. Şehir hastaneleri deyince, şehrin çok uzağında ve bloklar halinde bir tür sanayi tipi hastanelerden bahsediyoruz. Yeşilliklerden ve geniş bahçelerden uzak, şehirden kopuk birimlerden bahsediyoruz. Ayrıca İstanbul içerisinde butik, hızla ulaşılabilir hastanelerin sayısının azaldığını da biliyoruz. Örneğin 2016 yılında çok sayıda insanın hayatını kaybettiği ve ağır yaralandığı Taksim ve İnönü Stadı’ndaki bombalı saldırılar, aynı zamanda bir hatanın görülmesine yol açtı ve Taksim İlkyardım Hastanesi hızla yeniden açıldı. Dolayısıyla bazen çok yıkıcı bir olay bu tip hastanelerin önemini daha iyi fark etmemize neden oluyor. İstanbul’un merkezi yerlerinde kamu hastanelerinin giderek azalması, gelecek için ciddi bir sorun teşkil ediyor.
Pandemi döneminde özellikle aşıların dağıtımı üzerinde birçok tartışmanın döndüğüne şahit olduk. Salgınları sağlık etiği üzerinden nasıl değerlendirebiliriz?
Büyük ve yıkıcı felaketlerde sağlık etiği adalet noktasında önem kazanıyor. Tıp etiğinin en önemli ve kapsayıcı ancak üzerinde en az durulan ilkesi adalet. Diğer ilkeler şüphesiz ki pratikte çok önemli. Fakat adalet ilkesi tüm ilkelerin üzerinde. Bu ilke, basitçe eşitliği getirmiyor. Hastaların sağlık hakkına erişimini sağlamakla sınırlı kalmıyor. Özellikle bu tip salgınlarda veya deprem gibi büyük felaketlerde kimin en çok ihtiyaç duyduğunu belirlemek ve en çok ihtiyacı olanı önceleyen bir sağlık sistemini hayata geçirmeyi kapsıyor. Dolayısıyla eşitsizliklerin derinleştiği, sınıfların arasındaki makasın ekonomik ve sosyal anlamda açıldığı ve giderek de açılmakta olduğu Türkiye gibi bir ülkede sağlıkta adalet çok önemli bir konu haline geliyor. Geçtiğimiz pandemide en çok can yakan konunun sağlıkta adalet ilkesi olduğunu gördük. Bu konuda alınacak tedbirler de bu adaletsizliği en aza indirecek tedbirler olmalı. Dezavantajlı grupları önceleyen daha adil ve erişilebilir bir sağlık sisteminin yeniden inşası gerekiyor.
Salgınlar çağının başladığı kabulünden yola çıkarsak bunlarla mücadelede Türkiye nasıl bir yol haritası izlemeli?
Salgın süreci modern tıbbın içerisinde bulunduğu krizi daha net bir şekilde ortaya koydu. Krize neden olan dışsallıkları önleyemediğimiz takdirde içerideki krize odaklanmak gerekiyor. Tedaviye indirgenmiş modern tıbbın, sağlığımızı nasıl korumamız ve geliştirmemiz gerektiğiyle ilgili boyutu, yani bir halk sağlığı boyutunu daha fazla tartışmamız gereken bir döneme girdik.
Salgınlar tarihin pek çok döneminde siyasal, toplumsal ve ekonomik dönüşümleri tetiklemiştir. Salgın anları tarih meleğinin kanat çırptığı ve bizim bir tehlike anında sarılabileceğimiz fikirleri de bulduğumuz anlardır. Pandemi döneminden öğrenilecek en iyi derslerden biri sağlık sistemi ve sağlık yönetiminin nasıl tutarlı bir şekilde ele alınacağı üzerine olmalı. En zorlayıcı kısmı bunun finansal boyutlarıdır. Günümüzdeki şehir hastaneleri modelinin ne kadar müsrifçe ve ne kadar gereksiz medikal teknoloji tüketen bir yapıya sahip olduğunu unutmadan, sadece tıp tüketen bir toplumun önümüzdeki krizlerde yine benzer sorunlarla karşılaşacağını kolaylıkla öngörebiliriz.
Tıp teknolojisiyle, altyapısıyla ve hizmetiyle üretilen bir alandır. Fakat Türkiye çok uzun zamandır ne yazık ki tıp endüstrisinin çevre ülkesi konumunda. Aşırı derecede ilaç ve tedavi tüketimi ile endüstriyel tıbba maruz kalan bir ülke olarak kendi iç kaynaklarını kendinin üretmesi gerekiyor. Hem nüfusunun büyüklüğü hem de genç nüfusa sahip olması nedeniyle yeni baştan ele alınması gereken bir sağlık politikasına ihtiyaç var. Bu politika uzun vadeli, öngörülebilir ve elbette ki sürdürülebilir olmalı. Sağlık sisteminin tek başına altından kalkacağı bir mesele değil. Bu aynı zamanda her alanda sağlık ilkesi ile hareket edilmesi gereken bir politika. Ulaşımdan çevreye, eğitimden adalete pek çok alanı kapsayan, çok boyutlu ele alınması gereken bir mesele. Diğer bakanlıkların, karar vericilerin attığı her adımda, o adımın sağlık ile ilişkisini sorgulaması gerekir. Bu sadece merkezi yönetim için değil, yerel yönetimler için de geçerli. Sağlık açısından neye sebep vereceği, hangi grupların lehine, hangi grupların aleyhine sonuçlar üreteceği, bir sonraki kuşağı nasıl etkileyeceği gibi tartışmalar yapılmadan ortaya atılan her politikanın öyle ya da böyle kısa ve orta vadede insan sağlığını doğrudan etkilediğini aklımızdan çıkarmamamız gerekiyor.
Bu yazı, ekoIQ’nun 114. sayısında yayımlanmıştır. Dergiye buradan ulaşabilirsiniz.