Alevilik üzerine pek çok kitaba, araştırmaya imza atan, araştırmacı, tarihçi ve edebiyatçı Reha Çamuroğlu, Alevilikteki “devriye” inancını ve bu inancın çevre ve her türlü varlıkla ilişkiyi nasıl şekillendirdiğini anlatıyor.
Paris İklim Zirvesi öncesi pek çok örgüt, kurum ve kuruluşun yaptığı gibi dinî gruplar da çevre ve iklim değişikliğine dair açıklamalarda bulunuyorlar. Muhafazakar siyasetçilerin tepkisini çekmek pahasına yayınlanan Papa’nın son genelgesi de bu çerçevede değerlendiriliyor. Bu bağlamda, Aleviliğin çevre ve iklim konularında çevreye dair yorumlayabileceğimiz ne gibi pratikler vardır?
Öncelikle Papa’nın böyle bir protestoya maruz kalan açıklamada bulunması aslında Arjantinli yani Güney Amerikalı bir papadan beklenir bir davranış. Çünkü Güney Amerika’da Cizvitler bile zaman içinde farklı bir kimliğe büründüler ve en katı, en muhafazakar Katolik tarikatıyken Güney Amerika’da özgürlük teolojisine kadar giden yolu açan grup haline geldiler. Ve oradaki “çevre tahribatı” karşısında muhtemelen dehşete düştüler. Burada problem biraz da şu noktada; genelde Ortodoks dinî anlayışlar, doğayı insanın kullanımına sunulmuş kaynaklar, hammaddeler olarak algıladı.
Yorumlanması bu şekilde gelişti yani?
Sünnilikte insan “eşrefi mahlukat” yani yaratılanların en şereflisidir; hayvanlar, bitkiler onun hizmetine verilmiştir, insan bütün bunların efendisidir şeklinde bir yaklaşım var. Hristiyanlıkta da, Musevilikte de çok yakın bir yaklaşım söz konusu. Ama Hristiyanlık, en azından Katoliklik, beğenilsin beğenilmesin, yaşayan bir kurum olduğu için yeni yorumlar getirebiliyor. Şii İslamda da yaşayan bir organizma, dinî otorite, mollalar hiyerarşisi olduğu için böyledir. Ama Sünni İslamda, bir de bizim gibi içtihat yolunun kapalı olduğuna inanılan eğilimlerde bunu yorumlamak mümkün olmaktan çıkıyor. Alevilikte temel espri bence şurada: Alevilikte devir yaklaşımı vardır. Sünni İslamdan da, Şii İslamdan da Alevilik bu noktada ayrılır. Yani insan devreder. Öldükten sonra çeşitli defalarca başka bedenler oluşturarak ruh kedi olarak, kuş, arı hatta fasulye fidanı olarak geri döner. Bu başka bedenler insanın ruhunun olgunluğu ile doğru orantılıdır. Ya da o kadar olgunlaşmıştır ki kamil insan olmuştur, bir daha dönmez ve Tanrı’yla bir olur, bütünleşir. Varlıklar bu inançta, hiyerarşik değildir. İnsan canlılardan bir canlıdır. Köpek, arıdan daha gelişkindir diye küçük bir iç hiyerarşi vardır ama bu niteliksel bir hiyerarşiye tekabül etmez. Böyle olunca insanın diğer varlıklar üzerine tasarrufu çok sınırlı hale gelir. İnsan ve diğer canlılar hatta cansızlar diye ayırmak, niteliksel bir ayrıma gitmek olanaksızlaşır. Böyle olunca eşit bir ahlaki yaklaşım zemininde varlıklarla birleşir insan. Yani onlara karşı ağır sorumluluklar altındadır. Bu nokta esasında Alevilik üzerine yazan çizenlerin çok fazla uğraşacak vakit bulamadığı bir konudur. Ama mesela Aşık Veysel’in “benim sadık yârim” dediği kara toprak, bu yaklaşıma işaret edebilir. Yani aslında neolitik devrime bile bir gönderme vardır. “Karnın yardım kazma ile bel ile” derken tarım devrimine bile bir serzeniş vardır diyebiliriz. Alevi otantik deyişlerinde böyle çok örnek bulabiliriz. Pir Sultan Abdal da “Rençberler hoşça tutun öküzü”, derken böyle bir yaklaşım göstermiştir. Bunun benzeri pek farklı dinî yorumlarda bulunamaz.
Pek çok akademisyen Sünni yaklaşımda da bahsettiğiniz niteliksel eşdeğerliliğe benzer öğretilerin bulunabileceğini söylüyor…
Sünni ya da diğer din adamlarının böyle yorumlamaları beni şahsen ancak sevindirir. Çünkü canlılara, varlıklara çok eziyet edilen bir dünyada yaşıyoruz. Ama eşrefi mahlukat dediğimizde, bütün canlıların insana hizmet için sunulduğu yaklaşımı, çok acımasız sonuçlara varabilecek bir yaklaşımdır. Yani insan doğanın efendisi değil, oysa doğanın efendisi kılınmakta. Bu kolay izah edilebilir bir durum değil. Şöyle bir örnek vermek isterim, Aleviler ve kurban önemli bir ritüeldir. Aleviler kurban kestiklerinde, hayvanın kemiklerini kırmazlar. İskeletini bir araya getirir öyle gömerler. Bu, o kemiklerle tekrar dirileceği, o kemiklere ihtiyaç duyulacağı inancından kaynaklanır. Burada çok farklı bir itikadi yaklaşım vardır. Bu Katoliklikte de, Protestanlıkta da, Sünnilikte de, Şiilikte de yoktur. Tabiri caizse çok daha organik bir din anlayışından bahsedilir burada.
Cevabı çok uzun bir soruyu kısaca yanıtlamanızı isteyeceğim. Tarihsel olarak bu farklılaşma nasıl gelişti sizce?
Ben bunun göçebelikle çok ilgisi olduğunu düşünüyorum. Alevilik genellikle göçebe halklar içinde yoğun yer tutmuş bir inançtır. Bu ruh göçünü aslında Türkçede de çok kullanırız, öldü yerine göçtü diyebiliriz rahatlıkla. Göçen geri gelebilir her zaman. Doğaya ilişkin tutumun ölüm meselesiyle çok sıkı bir bağlantısı var bence.
Bu tutumu daha kavramsal ve geniş bir şekilde değerlendirip bir ekonomik modele dönüştürmek mümkün müdür?
Sonuçta bu bir siyasi mesele, esas olarak. Çünkü ekosistem üzerine en ciddi tahribatı her zaman otoriter, totaliter rejimlerin yaptığını görüyoruz. Demokratik mekanizmaların çalıştığı ülkelerde biraz daha engelleyici roller oynanabiliyor. Elbette demokrasi tartışması ayrı bir başlık kendi başına. Demokrasi eskiden “doğrudan demokrasi mümkün olmadığı için temsili demokrasi vardır” diye anlatılırdı. Ama doğrudan demokrasi artık mümkün. Bu artık etkilerini mesela Karadeniz’deki HES’lerde, yol yapımında görebildiğimiz ciddi bir meseledir. Ekosistemin, tahribatının önüne geçebilecek siyasi tavırlar gerekiyor; ve siyasi bir dönüşüm gerekiyor. Sonuçta üretim tarzını da etkileyecek olan şey bu. Yani öyle anlık değişimlerden bahsetmiyorum. Eskiden bir devrim kolaycılığı vardı. Devrim olur ve ondan sonra her şey yoluna girer, böyle bir şey yok, olmuyor sonuçta.
“Alevilik ve çevre” konusunda çok az çalışma var. Neden sizce?
Alevilik yakın zamana kadar yok olmakta olan bir yapıydı, çok ağır sancılar yaşayan bir dinî cemaatti. Ve ancak eşit sayılmakla, var sayılmakla meşguldü. Alevilikte yeni kuşak entelektüeller ancak son 10-15 yıldır yetişiyor. Onların etkilerinin yakın gelecekte gözükeceğini düşünüyorum. Mesela bu konularda doktora yapan, çalışan genç kuşak son 10 senenin işidir. Onlar gözümüzün nuru bu anlamda. Mesela geçen sene Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde “Alevilik ve Kadın Meselesi” sempozyumu yapıldı ve oraya feminist Alevi kadınlar katıldı. Bunlar o kadar yeni ki bizim için, feminist Alevi entelektüeller var bugün ve Aleviliği mesele edip bunun üzerine çalışıyorlar. Bunların sonuçlarını ancak önümüzdeki yıllarda alabileceğiz.
Son olarak 2007-2011 arası bir dönem milletvekilliği de yaptınız. Türkiye’de siyasi olarak bu konunun bu denli az gündemde olmasını nasıl değerlendirirsiniz?
Türkiye’de Kürt meselesi senelerce halının altına süpürüldü. Bir heyula haline dönüştüğünde “aman bu meseleyi çözelim” dendi. Türk siyasetçisi yarını bile okumaktan aciz bir yapı içinde. Yani Türk siyasetçisi yumurta kapıya gelmeden harekete geçme yeteneğine sahip değil. Ancak bu noktada madem bir seçim oyunu oynanıyor Türkiye’de, bütün demokratik ülkelerde olduğu gibi, seçmenin bu konuya sahip çıkması, bu konuda örgütlenmesi hatta Batı’daki Yeşiller gibi ekoloji oryantasyonlu siyasi partilerin, örgütlerin kurulup güçlenmesi gerekiyor. Yoksa bizim siyasetçi döner döner okur bu meseleyi. Bu da demokrasiye çıkıyor yine.