Prof. M. Levent KURNAZ, Boğaziçi Üniv. İklim Değişikliği ve Politikaları Uyg. ve Araş. Merk., mlkurnaz@gmail.com
Küresel Kuzey gelişmesini tamamladıktan sonra çevre konularına çok daha fazla önem vermeye başladı. 1972 yılı “nereye kadar büyüyebiliriz?” sorusunun ortaya atıldığı ilk seneydi. Buna verilen cevap çok da iç açıcı olmadığından çevre konusundaki araştırmalar ve buna bağlı endişeler de zaman içerisinde arttı. 1992 yılında dünya devletleri Rio’da toplanarak önemli kabul ettikleri üç soruna; biyoçeşitliliğin kaybı, çölleşme ve iklim değişikliği sorunlarına çözüm olacak anlaşmalar imzaladılar ya da imzalama çalışmasına başladılar. Ülkemiz de bu anlaşmaların tümüne taraf oldu.
Bu anlaşmaların tümü ve özellikle de Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi ülkelerin dünyanın atmosferini korumak bakımından ciddi adımlar atmaları gerektiğini söylüyordu. Bu adımların ilk olarak gelişmiş ülkeler tarafından atılmasının öngörüldüğü Kyoto Protokolü ise 1997 yılında imzalandı. Özellikle Avrupa Birliği üyeleri bu protokol ile seragazı salımlarını ciddi ölçüde sınırlamayı kabul ettiler. İleri teknolojiler açısından rekabet içerisinde olabilecekleri ABD ve Japonya da bu protokol çerçevesinde yer aldıklarından bu AB için önemli bir sorun teşkil etmedi.
Dünyanın Ağırlık Merkezi Kayınca
1997 yılından sonra dünya ekonomisi hızla değişti ve önce üretimin, sonra da bilim ve teknolojinin ağırlık merkezi hızla doğuya doğru kaymaya başladı. İklim açısından atılması gereken ikinci adım da küresel kuzeydeki ülkeler, başta Çin olmak üzere doğuda gelişmekte olan tüm ekonomilerin de yeni bir iklim anlaşmasının parçası olmaları gerektiğini şart koşunca yeni bir anlaşmanın çıkması son derece güçleşti. Sonunda çıkan Paris Anlaşması da iklim hedeflerine ulaşma konusunda Avrupa Birliği’ne üye ülkeler dışında son derece yetersiz bir çaba içeriyordu. Bugün biz hariç dünyadaki (neredeyse) tüm ülkeler Paris İklim Anlaşması’nın kapsadığı rejim içerisinde ekonomilerini çalıştırıyorlar. Ancak bu nokta da 2030 yılına kadar seragazı salımlarını %55 azaltmayı kabul eden Avrupa Birliği açısından önemli bir rekabet dezavantajı yaratıyor. AB bunun ötesinde tüm üretim yöntemlerinin çevresel etkilerini en aza indirmeyi hedefleyen politikalar yürürlüğe koyduğundan birlik ekonomisi çevresel sorunları azaltmak yolunda zorlanabilecek bir duruma geldi.
Avrupa Yeşil Mutabakatı bu bağlamda iki önemli temel üzerine oturuyor. Bunların ilki doğal olarak gerek seragazı salımı, gerekse de tüm çevresel etkilerin, birliğin etki alanında en aza indirilmesidir. Bir diğeri de, belki de en az bunun kadar önemli olacak şekilde, AB ile ticaret yapacak ülkelerin üretim standartlarını AB standartları ile uyumlu hale getirme yükümlülüğüdür.
“Ama biz ürünü ihraç etmeden zaten test ettiriyoruz, yoksa AB ürünü almıyor” geçmiş zamanın bir söylemidir. Artık ürettiğiniz malın içeriğinde ne olduğu kadar malı nasıl ürettiğinizlede ilgileniyor AB. “Aman, bana ne?” demek de pek mümkün değil, çünkü ülkemiz ihracatının neredeyse yarısını Avrupa ülkelerine yapıyor. Bundan dolayı da oturup sakin kafayla olayları anlamamız ve kısa/orta vadede değerlendirmemizi yaparak sisteme uyum sağlamamız gerekiyor. Ayrıca, “biz de başka yere satarız” düşüncesi hem kolay değil, hem de standartlar bir kere oturtulduğunda diğer alıcılara da benzer yükümlülükler yüklenecek. Bu yükümlülükleri yerine getirmediğimizde de ya satacağımız malı daha ucuza satacağız, ya da gümrükte oluşan masraflardan dolayı fiyat ve yakınlık avantajımızı yitireceğiz.
Ürününüzden Beşikten Mezara Sorumlusunuz
Gelelim ne yapmamız gerektiğine: Öncelikle neyi, nasıl ürettiğimizi ciddi biçimde kayıt altına almalıyız. Mesela, bir sektörde analiz yaparken fabrikada şu soruyu sorduk: “Peki üretimde çıkan tozları ne yapıyorsunuz?” Cevap dışarı süpürüyoruz” şeklinde geldi. Dışarı süpürülen bu tozlar rüzgarlı bir günde hava kirliliğine de, çevredeki toprakların zararlı kimyasallarla örtülmesine de neden olabiliyor. Hatta siz üretimi yaparken hiçbir tehlikeli kimyasal kullanmasanız bile hammaddeniz size ulaşana dek doğaya ciddi zarar verebiliyor. Tüm bunları artık kayıt altına almak zorundasınız, çünkü ürünü sizden ithal edecek ülkeler bu kayıtları sizden isteyecekler, belki yarın, belki yarından da yakın.
Bu bilgileri sağlamanın doğru yolu tüm üretiminiz için bir yaşam döngüsü analizi yapmaktır. Ürettiğiniz fındık da olabilir, yazılım da. Hatta bir hukuk firması bile olabilirsiniz. Ne olursa olsun hepimizin bir çevresel ayakizi var artık. Avrupa Birliği bu çevresel ayakizinin AB standartlarında olması gerektiğini ve aksi takdirde gümrükte bu ürünlerin ya da hizmetlerin uygun biçimde vergilendirileceğini söylüyor. AB bu vergilendirmenin nasıl yapılacağını daha yönetmeliklerle belirlemiş değil ama kısa vadede belirleneceğine de şüpheniz olmasın. Yaşam döngü analizi, sizin kullandığınız hammaddenin ilk üretildiği noktadan son kullanıldığı noktaya ve hatta çöpe atılmasına ya da geri dönüştürülmesine kadar süren yaşam macerasında doğaya verdiği hasarı ölçen bir yöntemdir. Kullanımınıza göre bu analizi sadece üretim yaptığınız yerin etkisiyle sınırlayabilirsiniz veya işletmenin kapısından çıktıktan sonra ne olduğuyla ilgilenmeyebilirsiniz.
Ancak gün geçtikçe “ürününbeşikten mezara sorumluluğu” üreticinin tarafına yönelmekte olduğundan ürettiğimiz ürünlerin künyelerini tutmak da sorumluluğumuz haline geliyor. “Ama ben bu hammaddeyi başkalarından alıyorum, onların ne yaptığını bilemem” derseniz, o zaman hammaddeniz için alışılmış üretim yöntemlerinin kullanıldığını kabul etmiş oluyorsunuz. Bu hammadde de sizin üretim ayakizinizi çok yükseltiyor ve fiyat avantajınızı düşürüyorsa tedarikçinize dönerek isteklerde bulunmaya başlıyorsunuz veya tedarikçinizi değiştiriyorsunuz. Sonuç olarak, ürettiğiniz ürünlerin veya hizmetlerin belirli standartlara uymasına mecbursanız, başlangıç noktanız tüm verilerinizi toplayarak çevresel ayakizinizi ölçmek olmalıdır. Bu çevresel ayakizinin önemli bir bölümünü de karbon ve su ayakizi oluşturuyor. AB bugün için özellikle karbon ayakizine çok önem verip bunu sınırda vergilendirme çalışmasına başlama noktasına geldi.
Bu şu anlama geliyor:
Siz ürettiğiniz ürünü üretirken atmosfere ne kadar karbondioksit saldığınızı ölçmek ve belgelendirmek zorundasınız. Siz yapmazsanız bunu AB sizin yerinize yaparak sınırda sizin için bir karbon vergisi belirleyecek ve ihracat yapmak için o vergiyi AB’ye ödemek zorunda kalacaksınız. Bu sınırda karbon vergisi öncelikli olarak ağır sanayi ürünlerine uygulanacak ve zaman içerisinde diğer tüm ürünleri kapsar hale gelecek.
Bunu engellemenin hiçbir yolu veya yöntemi yok. Ancak etkisini azaltabilirsiniz. Bunun için de sadece ürününüzü değil üretiminizi de AB standartlarına uygun hale getirmeniz gerekecek. Yalnız iş bununla da bitmiyor, çünkü ülkemiz ne karbon salımlarını azaltmayı öngören Paris Anlaşması’nı onayladı ne de karbon salımları konusunda yaptırım uyguluyor. Bundan dolayı da en kısa vadede Paris Anlaşması’nı yürürlüğe koymamız gerekiyor; aksi takdirde sınırda karbon vergisi ödesek bile AB’ye ihracat yapamaz duruma gelebiliriz. Ama olay bununla da bitmeyecek. Eğer biz ülkemizde AB seviyesine uygun bir karbon vergisini kullanıma geçirmeyecek olursak, bu vergi sınırda AB’ye verilecek. Çoğu firma şimdiden bu sınırda vergilendirme sisteminin kendilerine getireceği yükü ve rekabet avantajı kaybını hesap etmeye başlamış durumda. Bunu az da olsa düzeltmemiz mümkün. İşe de üretimi yapış şeklimizle başlamamız gerekiyor.