#ekoIQ | Sürdürülebilirlik Hakkında Her Şey
3.Gorselaltyazisi Kaplumbagalar da Ucar, Bahman Ghobadi, 2004. Iki kolu da olmayan Hengov agziyla mayin toplarken.

Bağımlı Sinema ya da Politik Yöntemlerle Film Yapmak Üzerine

Şunu itiraf etmek gerekir ki genel minvalde sofradaki et ile ilgili tek sorun, pişme derecesidir. Lezzet beklentisi ile kanlandırılan etlerin politik durumu ile muhtemel bombardıman neticesinde oluşan yıkıntılar altından çıkan ve artık çoğu örnekte olduğu gibi kimsesiz kalmış çıplak çocuk etinin politik durumu, aynıdır.

Nihat NUYAN

Politik film yapmak ile politik yöntemlerle film yapmak arasında keskin bir ayrım var. Jean-Luc Godard da 1968’deki özgürleştirici hareketlerin ortaya çıkış sürecinde ve sonrasında sıklıkla bu tanımlama üzerinden anlam üretir. Politik olarak adlandırılan ve nesnenin doğasına uygun şekilde her şeyi kapsayan kavramlar ve söz öbekleri, çeşitli yanılgıları da beraberinde getiriyor.

Bir şeyin politik olması, onun beraberinde bulunan diğer her şey ile olan temasına (konvansiyonel sanat sevicilerin “deneyim” diyerek içini boşalttığı şey) bağlıdır. Etin, örneğin, bir insanın, bir hayvanın, bir yemek sofrasının, bir cinsel hazzın ve bir seyirlik gösterinin parçası olması durumu; onun politik çerçevesini belirler. Et, insan dokusu olarak gördüğü işlev bakımından politiktir. İnsan odaklı bir hukuk düzenlemesinde “dokunulabilirliği” yasayla sınırlandırılmıştır. Bir insanın hangi et parçasının, hangi insan etlerine, ne derece ve nasıl temas edeceğine kültür oluşturucu toplumsal mekanizmalar karar vermiştir. Şu halde bir eylemin taciz olup olmadığı meselesi, örneğin, eylemin hangi et ile hangi et arasında geçtiğine bağlı olarak belirlenir. Hukuken de bu böyledir, kültürel açıdan da.

Etin Politikası

Hayvan eti de yine yasa ve kültür koyucular ve bunların buyruklarını yaşam alanının merkezine koyma yetisi dışında, eleştirel beceri ve düşünsel cesareti olmayan toplum nüshaları tarafından sınıflandırılarak politik bir sahaya dönüştürülür. Gerdanı okşanan hayvan ve insan ile gerdanından çorba yapılan canlıların eti biyolojik bakımdan benzer, kültürel çıkarcı toplum algısı için ise tümden farklı çağrışımlarla politik bir duruma tekabül eder. Şunu itiraf etmek gerekir ki genel minvalde sofradaki et ile ilgili tek sorun, pişme derecesidir. Lezzet beklentisi ile kanlandırılan etlerin politik durumu ile muhtemel bombardıman neticesinde oluşan yıkıntılar altından çıkan ve artık çoğu örnekte olduğu gibi kimsesiz kalmış çıplak çocuk etinin politik durumu, aynıdır. Kim tarafından, ne kadar kanlandırılarak ve hangi sofrada tüketildiği gibi küçük ve lakin fark yaratmayan ayrıntıları bir yana bırakırsak elbette.

Seyirlik Etin Politikası
1.Gorselaltyazisi Jandarmalar, Jean Luc Godard, 1963
Jandarmalar, Jean-Luc Godard, 1963.

Seyirlik etin politik durumu ise diğerlerine kıyasla daha karmaşık görülebilir. Bir şarküteri reyonuyla pornografik bir film sahnesinde sergilenen etler, biyolojik açıdan benzer doku ve hücrelerden oluşur. Kültürel olarak sunulan belirgin fark ise çıkarlarımıza göre şekillenir yine. Medyanın şiddet ve cinsellik temelli işlemesinin basitçe açıklaması da buradan gelir. Şiddet ve cinselliğin bir tür dizginlenme süreci olarak yad edilen modernlik de tam olarak insan cinsi arasında hukuki bir teması yine iktidar yapılarının çıkarları doğrultusunda düzenler. Yani insan etine yapılamayacak (çünkü huzursuzluk çıkacaktır ve iktidarlar huzursuzluğu sevmez, huzursuzluk devrimleri tetikler) neredeyse her şeyin (çok az da olsa hayvanlara yönelik kimi eylemler samimiyetsiz tepkilere yol açabilir toplumda çünkü) hayvan etine yapılmasında bir sakınca yoktur toplum nezdinde. İşte, insan etinin bu kısmi dokunulmazlığını ihlal etme şansı sunan imkanların başında televizyon ve sinema gelir. Vahşet arzusu dizginlenmeye çalışılan bir duygu olarak medyaya sirayet eder. İnsan, eyleme geçiremediği arzularını seyre dalmanın hazzına yenik düştüğü için medyada şiddet ve cinsellik belirleyici içeriklerdir.

Bir Et Yığını Olarak İnsan Bedeni

Jean-Luc Godard, iktidarın savaş aygıtı olarak işleyen televizyon ve bağımlı sinemanın manipülasyon tekniklerini, toplumu politik gerçeklikle yüzleştirmek için kullanmakta bir beis görülmemesi gerektiğini savunur. Bir filmi politik yapan şeyin onun içeriğinden çok üretim ve dağıtım süreçlerine bağlı olduğunu ifade eder. Cezayir, Filistin, Vietnam, Siyahiler ve Kürtler dahil (her) dönemin siyasi kurbanlarının sözcülüğünü yapar filmlerinde. İronik ve ikonik biçimde birer et parçası olarak insan bedeninden anlam yaratır.

Walter Benjamin’in aura dediği şey, antropolojik açıdan Pierre Bourdieu’nün habitus dediğine ve satrançta Mihail Tal söz konusu olduğunda pozisyon denen şeye benzerdir. Bir kerelik bir durum her oluştuğunda, o bir kerelik durumu oluşturan bütün eski ve yeni dinamiklerin bir aradalığına aura, habitus veya pozisyon demek mümkündür ve bu kavramlar politik durumu olduğu kadar sanatsal düzeyi de gösterir. Michel Foucault perspektifinden her şeyin politik olması ile kavramsal sanat düşkünlerinin gözünden her şeyin sanat eseri olması arasında fark yoktur. Birincisi temelde iki unsur arasındaki her türlü ilişkinin yarattığı avantaj ve dezavantaj üzerinden eşitlik ve özgürlüğü savunurken ikincisi temelde iki unsur arasındaki her türlü ilişkinin yarattığı avantaj ve dezavantaj üzerinden pazarlık yapar ve ürün satar. Herhangi bir aurası, habitusu ve dahi pozisyonu olmayan herhangi bir şeyi; iktidarlar tarafından organize edilmiş pazar yerlerinde, kimin ve hangi pahada satacağına karar verilir. Toplum, iktidarlar yaratır ve iktidarların kendi çıkarlarına göre şekillendirdiği kural ve hükümleri eleştirmeden kabul eder. Sanat için de bu böyledir, devlet ve din için de.

Teşhir Edilen Etin Aurası

Söz konusu sinema olduğunda teşhir edilen etin bir aurası, bir politikası vardır. En azından sanat sineması şeklinde muğlak biçimde kavramsallaştırdığımız yapı içinde bu böyledir. Kapitalist gişe sinemasının, diğer bir ifadeyle sermayeye bağımlı sinemanın şiddet ve pornografi üzerinden pazarladığı insan eti; bağımsız sinemada bir kavram yaratmak için, toplumsal bir sorunu toplum yararına çözmek adına kamuoyu oluşturmak için kullanılır. Hollywood sineması ve onun yazın dünyasındaki karşılığı olan Best Seller edebiyatı ortalamaya oynar. Ortalama zeka, ortalama ve manipüle edilmiş hayat görüşü, ortalama bir empati IMDB puanını ve çoksatar kitapları belirler. Toplumun vasat zevkleri sanatı ve politikayı biçimlendirir. Nitelikli kitaplar çok satsa dahi okunmaz. Sanatçının ileri görüşlülüğü onun toplumdan kopukluğuyla paraleldir çünkü. Birkaç yıl değil, birkaç haftalık öngörü dahi toplumda yalnızlaşmaya yol açar. Freud’un, Rüya Tabirleri kitabı çok satınca endişelenip yakın çevresine “Demek ki yanlış yaptığım bir şeyler var” demesinin altında yatan saiklerdir bunlar. Bu yüzden Belà Tarr, Chris Marker gibi, Sergei Parajanov veya Pier Paolo Pasolini gibi, Godard gibi yönetmenler bilinse dahi anlaşılmaz bulunur. Sahtekar zevklerle Van Gogh övülüp Steven Spielberg filmlerine hayran kalınır.

2.Gorselaltyazisi Salo ya da Sodomun 120 Gunu, 1975. Filmdeki dort ana karakter; devlet, burokrasi, ordu ve dini temsil eder.
Salo ya da Sodom’un 120 Günü, Pier Paolo Pasolini, 1975. Filmdeki dört ana karakter; devlet, bürokrasi, ordu ve dini temsil eder.
İfşa Edilen Etin Habitusu

Söz konusu politik sinema olduğunda ifşa edilen etin bir habitusu vardır ve habitus anlamı belirler. Tarr kapitalizmle, Pasolini burjuvayla ve Godard devletle anılır her zaman ve elbette karşıt pozisyonda. Şu durumda ürettikleri filmler de içerik açısından olduğu kadar yöntemsel açıdan politik kabiliyetler barındırır. Bu tarz yaratıcı yönetmenler sinemayı Marksist bir ekonomik öngörünün gereklerine dayandırır ve sosyal eşitliğin sağlanması için elzem bir mücadele alanı olarak filmler inşa eder. Pasolini görüntünün evrenselliğine inanır; bir sabah kaldırım kenarında yığılmış bir et olarak bulunur bedeni. Godard slogan atmanın değil, eyleme geçmenin örneği olarak defalarca işçi ve öğrenciler için eylem pratikleri geliştirir; yorgun zihnini dinlendirmek için yardımlı intihara başvurur. Bahman Ghobadi ülkesinde sesi kısılanları seslendirdiği için sonsuz bir sürgüne mahkum olur, evreni topraksız bir beden olarak arşınlar. Gerçekten yaratıcı ve sanatçılar acı çeker ve bedel öderler. Basit bir denklemdir bu: Demokrasiye dahi ilkin gerçekten yaratıcılar kurban olarak verilir. Geri adım atmaktan ve toplumun dayattığı vasat normu kabul etmekten imtina ettiği için baldıran zehrini zorluk çıkarmadan içen Sokrates, bayağı toplumun erdemleriyle yaşamaktan ve yanılgıları çürütme gayesinin beyhudeliğinden başka neden yorulmuş olabilirdi ki?

İğfal Edilen Etin Pozisyonu

Söz konusu politik sinema olduğunda iğfal edilen etin bir pozisyonu vardır ve pozisyon zihinsel düzeyde değişken, bedensel düzeyde kaderdir. Hollywood’da ilkin gözlüklü, hayat dolu ve şişman olanın ölmesi gibi doğada da ilkin besin zincirinin en altındakiler ölür: Fakirler. Doğa, evrimsel süreçler gereği avantajlar ve dezavantajlar barındırır. Liberal ekonomilerle donanmış demokrasiler ise avantajı ele geçiren zümrelerin dezavantajlı grupları istismarına dayanır. Sinemada da durum buna benzerdir. Kimi yönetmenler kamerasını adil olmayan bir düzendeki haksızlıkları ortaya koymak ve bu uğurda eylem pratikleri sağlamak için konumlandırırken, IMDB puanlı filmlerin başarısı gişe hasılatlarıyla ölçülür. Devrimci bir politik sinema girişimi tarihin her kertesinde devlet ve devletin haksız uygulamalarını işgüzarca savunarak dopamin salgılayan toplum tarafından sansür ve saldırıya uğrar. Fransa’da Godard’ın, İtalya’da Pasolini’nin, Türkiye’de Yılmaz Güney’in, İran’da Ghobadi’nin maruz kaldığı şiddet de böylece özetlenebilir. Devlet, tıpkı kapitalizm ve dinlerde olduğu ve fakat bilim ve felsefede olmadığı gibi, itaat edeni ve usulca talihine razı geleni sever.

Politik bir tutumla film yapmak, örneğin televizyon aygıtını bütün filmlerinde bir şiddet üretici mekanizma olarak kurgulayan Michael Haneke sinemasının alt tonlarında; David Cronenberg filmlerinde teknoloji ve bedene yönelik tartışmalarda; Mohammad Rasoulof filmlerindeki özgürlük arayışında kendini açığa vurur. Gişe filmlerinin pasifist kabullenici haz beklentisini Luis Bunuel’in usturasıyla ve gözbebeğini ikiye yaracak şekilde yıkmayı ümit eden politik filmler; görülmek istenmeyenle ve dahası görüldüğü halde göz ardı edilenle yüzleştirir. Çünkü yönetmenlikle kasaplık bir noktada özdeşleşir. İkisi de hangi et parçasının hangi tezgahta, hangi bakış açısıyla ve ne derece kanlı sunulacağına karar verir ve bu durum, ete duyulan iştahla ölçülür kapitalizme bağımlı sinemada. Yapıcıdır. Çünkü iktidarlar yıkıcı eylemleri sevmez. İktidarların sevmediği hiçbir şeyi de toplum sevme refleksi gösteremez çünkü aurasını yitirmiş, habitusuna yabancı bireylerin pozisyonları da köleliğe eşdeğerdir. Buna karşın etin en lezzetlisine aşinadır: Magazin ve haber bültenlerinde, televizyon ve gişe filmlerinde sunulan kanlı canlı pornografik et parçalarının hayali eşliğinde sofrasındaki yavan eti çiğnemeyi sürdürür ve kaderci bir rıza gösterir. Minnettardır.

İyi pişmiş etlerin lezzetine yabancı toplumlar ise kokusunun müptezelidir. Koku demin insan eliyle bombalandığı için yanan çocuk bedenlerinden yükseldiğinde, özellikle.

Bu yazı, ekoIQ’nun 114. sayısında yayımlanmıştır. Dergiye buradan ulaşabilirsiniz.

Nihat Nuyan

#ekoIQ Editörü | Politik Kamera