Yerden iki metre kadar yüksekteki verandada büyükannemle oturmuş önümüzde uzanan bahçeye, bahçenin ardında bir ufuk çizgisi gibi görünen şehre ve şehri adeta büyükannemizin bizi toparladığı gibi eteklerine toplayan Erciyes dağına bakıyoruz. Bahçede elma, armut, kayısı, kiraz, dut ve vişne ağaçlarımızın üzerleri meyve dolu, ayvalar ise olmaya başlamış ama daldan kopmak için henüz kış aylarını bekliyor.
Arif ERGİN, Yeşil Ekonomi ve İklim Finansmanı Uzmanı [email protected]
Dünyanın farklı köşelerine dağılmış kuzenler, eşler ve çocuklar her yıl aksatmadan memleketimiz Kayseri’deki anneanne evinde buluşuruz. Bu “kavuştaylar” genellikle yaz aylarına denk geldiğinden yazlık olarak kullanılan Hisarcık’taki bağ evi, Amerika’dan, Almanya’dan, Dubai’den, Japonya’dan, İsrail’den ve ülkemizin farklı şehirlerinden gelen kuzen kafilelerinin buluşma noktası olur her zaman. Her yıl binlerce kilometre katedip doğdukları yere geri dönen somon balıkları misali toplanırız anneanne evinde. Bizi biz yapan, kimliğimizin en önemli yapıtaşlarından olan ailemizle ve memleketimizle koparmamaya çalıştığımız incecik hassas bir bağdır, bağ evi. Bir önceki buluşmanın üzerinden geçen bir yıl içinde biriken anılar ve deneyimler, her yıl birkaç dönümlük büyükçe bir meyve bahçesinin ortasındaki bu evin avlusunda değiş tokuş edilir, hikayelerimizin ana dinleyicisi olan büyükannemizin filtresinden geçirilir, yorumlanır ve kıssadan bir hisse alınacaksa bu son hisse her zaman onun tarafından bizlere pay edilir.
Büyükannemiz 1919 yılında doğmuş. Dünya savaşları görmüş, küresel kıtlıklar ve bolluklar yaşamış, ekonomik buhranlara, yıkımlara ve yeniden doğuşlara tanıklık etmiş, birçok trendin doğuşuna ve ölümüne şahit olmuş, birkaç padişahı, gelmiş geçmiş bütün cumhurbaşkanlarını ve başbakanları görmüş, ömrü bir asrı aşmış bir kadın. “Uçlarda yaşanan bunca olaya tanık olmak insanı kötümser biri yapar” diye düşünülebilir, ama aksine, her yıkımdan sonra dünyanın yeniden bir yol bulup toparlandığına defalarca tanıklık ettiğinden midir bilmiyorum, içimizde dünya ve insanlık adına en iyimserimiz de odur. O yüzden en çok da benimle sohbet etmeyi sever, çünkü iklim değişikliğiyle ve dolayısıyla dünyanın sonuyla uğraşan tek torun olarak beni görür.
Yerden iki metre kadar yüksekteki verandada büyükannemle oturmuş önümüzde uzanan bahçeye, bahçenin ardında bir ufuk çizgisi gibi görünen şehre ve şehri adeta büyükannemizin bizi toparladığı gibi eteklerine toplayan Erciyes dağına bakıyoruz. Bahçede elma, armut, kayısı, kiraz, dut ve vişne ağaçlarımızın üzerleri meyve dolu, ayvalar ise olmaya başlamış ama daldan kopmak için henüz kış aylarını bekliyor. Özellikle kayısı ağaçları bu yıl bol meyve vermiş. Dallar ve yerler sarı-turuncu-kızıl renklerinin envaiçeşidine sahip kayısılarla dolu. O kadar çok meyve olmuş ki ne kadar toplarsanız toplayın, ertesi sabah yine ağacın dibi sarı-turuncu bir renkle kaplanıyor ve düşen meyvelerden toprak adeta görünmez oluyor. Kulağı artık ağır işiten büyükanneme sesimi duyurmak için bağırarak “Bu yıl kayısı bol olmuş” diyorum, “uzun zamandır hiç meyve olmuyordu bahçede.”
“Bu ne ki?” diyor lekelerle kaplı bembeyaz ellerini “Hey gidi” der gibi havada sallayarak “Eskiden öyle çok kayısı olurdu ki gelip toplasınlar da ziyan olmasın diye yoldan insan çağırır, fakire fukaraya kasalarla dağıtırdık. Tonlarca meyve, baş edilir mi hiç?”
“Dünyada milyonlarca insan gıdaya erişemezken üretilen gıdanın ortalama üçte biri çöpe gidiyormuş” diyorum. Kaşlarını çatıp yüzüme bakıyor, bu büyükisrafta bir payı olmadığını kanıtlamak ister gibi anlatıyor: “Daldaki kayısılar meyvedir, yenir. Dalların altına çarşaf gerilir, olgunlaşıp düşenler toplanıp reçel ve marmelat yapılır. Fazlası meyve suyu olsun diye fabrikaya gönderilir. Posası gübre olur, toprağa geri verilir. Çok şekerli olanlar (şekerpare) kurutulur, kuru kayısı olur. Çekirdeğinin içi çıkarılır, badem olur; kabuğu kışın şöminede yanar, evi ısıtır; tandıra yakıt olur, yemeği pişirir”. Bilmiş bilmiş gülüyor: “Tandırın külü bile atılmaz, temizlikte kullanılır”.
İleride sohbet ederek kahvaltı sofrasını hazırlamakta olan kuzen eşlerini, ailenin gelinlerini gösterip “Sizinkiler bilmez bu işleri,” diye gururla kafasını sallıyor. “Bir zerre boşa gitmez şu bahçede. Ama sen bu seneki bolluğa bakma. Azaldı meyveler. Ağaçların bereketi kalmadı artık. Senelerdir doğru düzgün kayısı olmadı bahçede, 10 senedir bu ilk bolluk.”
“Öyle ya” diyorum, “Şimdi iklim değişikliği var, azaldı ürünler. Bu iş kötüye gidiyor büyükanne, milyonlarca insan açlık çekiyor, bir şeyler yapıp bu gidişi durduramazsak ileride daha da çok insan gıdaya erişemeyecek.”
“Değişti iklim, değişmez olur mu?” diye iç çekiyor yeniden. “Ama meyve azaldı insan çoğaldı diye de bir şey olmaz. Bir bakmışsın, insan da azalmış. Dünya her zaman dengeyi bulur” diyor her zamanki gerçekçi bakış açısıyla. “Eskiden kayısı çoktu, horanta da çoktu.” Horanta dediği, halk dilinde aile fertleri, çoluk çocuk, evdeki kalabalık anlamına geliyor. “Şimdi kayısı az da n’oldu, bak hepinizde birer tane çocuk ya var ya yok. Yapsana sen de bir çocuk, neyi bekliyorsun, bak kaç oldu yaşın başın?”
Konuyu yine kayısıya getirip “çocuk yap” baskısından kurtuluyorum. “Eskiden daha çok kayısı ağacı vardı sanki? Kesildi mi bazıları?
Titrek ellerini kaldırıp bahçenin ucundaki kulübeyi gösteriyor. “Zamanla kuruyan ağaçlar olur, insan kuruyor da ağaç kurumaz mı hiç? Kuruyan kesilir ama o da atılmaz, bak kulübe oldu onlar da.” Gülüyor: “Giden her ağacın yerine öncekinin çekirdeğinden yeni fidanlar çimlendirilir. Şu küçücük alemde” diye bahçeyi gösteriyor eliyle, “sürekli bir devinim vardır.”
Sanki bir üniversite hocasından sürdürülebilirlik ve döngüsel ekonomi dersi dinliyorum. Gerçi büyükannem de öğretmen ama hayatı boyunca toprakla bağını hiç koparmamış. Bu eski toprağa benim de boş olmadığımı, bu konuları iyi bildiğimi laf arasında göstermem gerekiyor. “Meyveler gibi diğer tüm gıdaların da yetiştirilmesi, işlenmesi, taşınması, dağıtılması, hazırlanması, tüketilmesi ve bazen de imha edilmesi aşamalarının her biri, karbon, metan gibi gazların (seragazları) açığa çıkmasına sebep oluyor. O gazlar da atmosfere karışıp iklimin dengesini bozuyor.
Hep diyorum ya iklim değişikliği diye, işte biz insanlardan kaynaklanan bu gazların üçte biri gıdayla bağlantılı.”
Bir cevap vermiyor. Sadece dinliyor.
“Bu gazların en büyük kısmı tarım ve hayvancılıktan kaynaklanıyor. Mesela hayvanların sindirim sürecinden metan, bahçede kullanılan gübrelerden kaynaklanan azot oksit, ağaçlar azaldığı için artan karbondioksit, gübrelerdeki diğer kimyasallar, hatta şu binanın elektriği, suyunun ısıtılması bile hep bir gaz açığa çıkarıyor.”
Eliyle arkasını, kümeslerin olduğu bölümü işaret ediyor, “O dediklerin buralarda olmaz. Bizim tavuklar bile kaç kuşaktır buradadır. Sen bebekken bahçede kovaladığın tavuğun torunları bunlar da. İhtiyacın kadar yumurtasını alır, kalanını onlara bırakırsın. Şu bahçeye bahçenin dışından eklenen bir şey olmaz. Ne kimyasal ne bir şey. Bahçeye iyi gelen, insana da iyi gelir. Bahçeyi hasta eden, insanı da hasta eder”. Biraz kilolu olan Amerika’dan gelen kuzenimi gösteriyor, “Bizim zamanımızda bir tek kilolu insan olmazdı. Çok yemek diye bir şey de yoktu, ayıptı zaten, ayıplardı büyüklerimiz. İnsan ihtiyacı kadarını yerdi. Daha da sağlıklıydı. Bak hiçbiriniz doktordan çıkamıyorsunuz şimdi. Hep yediklerinizden.”
Gerçekten de 100 yaşını devirdiği halde hayatında hiç ameliyat olmamış, anestezi görmemiş bir insandı büyükannem. Muhtemelen hayatı boyunca organik beslenmiş, topraktan kopmamış, kendine Tanrı tarafından bahşedilen genetik mirası doğru kullanıp bu yaşına kadar sağlıkla ulaşmıştı. Şimdi de klimataryen beslenme uzmanı gibi konuşuyordu karşımda.
O an kendi hayatımı düşünüyordum. Birkaç güne tatil bitecek ve İstanbul’a dönecektim. Valizimde götürdüğüm bahçe ürünü marmelat birkaç hafta sonra bitecek ve markete gidip üzerinde “marmelat” yazan bir kavanozdaki ürünü parayla satın alıp, marmelat niyetine yiyecektim. Sonra toplantılarda iklim değişikliğinden, sürdürülebilirlikten, döngüsel ekonomiden, hatta klimataryen beslenmeden bahsedecektim. İstatistiksel verilerle tarım ve gıdanın iklimi nasıl değiştirdiğinden bahsedip, bir sürü rakam ve yüzdelik sayılarla insanlığın kalan zamanının azlığından söz edecek, sık sık dehşet içinde “1,5 derece…” falan diyecektim. Ve sözlerimin hiçbiri şu lekeli ellerin titrek bilge sesinden dinlediklerim kadar etkileyemeyecekti kimseyi. Bunları düşünürken yüzüm ne hale geldiyse yine onun sesiyle kendime geldim: “Çatma kaşlarını bakayım. Dünya her zaman dengesini bulur.”
O yaz büyükannemle son yazımızdı. Eğilip ellerini öptüm. Verandadan inip toprağa bastım. Çömelip toprağı avuçladım, ellerimi ovalayıp burnuma götürdüm ve toprağın kokusunu içime çekip o günün her anını hafızama kaydetmeye çalıştım. Dünya her zaman dengesini bulur, buna ben de inandım.
Bu yazı, ekoIQ’nun 113. sayısında yayımlanmıştır. Dergiye buradan ulaşabilirsiniz.