Balkanlar ve Ötesine Bir Sürdürülebilirlik Yolculuğu

Geçtiğimiz ay, Bölgesel Çevre Merkezi REC Türkiye’den altı dostumuzla, Balkanlar üzerinden Macaristan’a kadar uzanan bir gezideydik. REC Bulgaristan, Sırbistan Ülke Ofisleri ve Macaristan Merkez Ofisi’ne yapılan ziyaretlerde bilgi alışverişleri, deneyim paylaşımlarında bulunduk ama belki daha da önemlisi işbirlikleri olanaklarını, ülkelerimizi, kültürlerimizi ve tabii dünyanın ahvalini konuştuk. Yolculuk notlarını paylaşıyor; REC Türkiye’nin pırıl pırıl ekibine sevgilerimizi iletiyoruz. Son söz: “Gerçek yolculuk geri dönüştür.” Nedeni, yazının satır aralarında gizli…

Kayıp hayatların, adı unutulanların, tarihe bıraktığı izi silinenlerin peşine düşmek… Osmanlı İmparatorluğu topraklarında çekilen ilk hareketli görüntünün sahipleri olan Manakis Kardeşlerin kayıp film bobinlerinin peşinde bir yolculuğa çıkmak. Başkasını ararken kendini, tarihi deşerken bugünü bulmak… Geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz, dünya sinemasının büyük ustası, Yunanistanlı film yönetmeni Theo Angelopoulos’un unutulmaz eseri, Tuna boyunca ilerleyen müthiş kareleriyle Ulis’in Bakışı aklımda hep. Kulağımda ise film müziklerinin sessiz perisi Eleni Karaindrou’nun melodileri…
Edirne’nin ötesinde, artık bir AB ülkesi olan Bulgaristan’da yol alıyoruz. “Komşu”nun topraklarında, Trakya’nın benzeri bir coğrafyadayız. Bölgesel Çevre Merkezi (REC) Türkiye ekibinden altı dostumuzla, onların davetlisi olarak, kurumun merkezi Macaristan’a kadar uzanan bir yolun ilk adımları. Sofya’da REC’in Bulgaristan ülke ofisini ziyaret ediyoruz. Bulgaristan Ofisi görece küçük bir birim. Vesselin Drobenov ve Ventzislav Vassilev sıcacık karşılıyor bizleri. REC Türkiye’nin genç ama ne yaptığını gayet iyi bilen ekibi Türkiye’deki çalışmalarını, faaliyetlerini anlatıyor. Üç kişiden oluşan Bulgar ekibin temel çalışma alanları ise biyoçeşitlilik ve doğa koruma. Bulgaristan’ın iktisadi krizin etkilerini halen üzerinden atamadığını, Sofya sokaklarında bile gözlemek mümkün. Biraz da belki bu nedenle, özel sektörle ilişkileri prematüre aşamasında REC Bulgaristan’ın. Ama yapabileceklerinin en iyisini yapmaya çalışan bir ekip. Bulgaristan oldukça fazla sayıda ve yoğunlukta doğa koruma alanlarıyla dolu. REC ekibi de bu alanların korunması için çeşitli projelere yoğunlaşmış durumda. Kırklareli üzerinden Türkiye’ye de uzanan Istrancalar, bu çalışma alanlarından biri. Vesselin’in farklı bölge ve koruma alanları için hazırladığı, gerçekten etkileyici bölge kitapçıklarını inceliyoruz. Aslında bunlara kitapçık demek de doğru değil; her bölge için hazırlanmış, çocuklara yönelik müthiş bir eğitim materyali. Çocukların yaşadıkları bölgedeki biyoçeşitlilik ve doğa koruma alanları hakkında, eğlenerek bilgi edinmesini sağlayan bu resimli dokümanlar iştahımızı kabartıyor. Çocuklar için hazırladıkları, farklı canlı türlerinin resimleriyle bezenmiş oyun kartları da gerçekten ilgi çekici… Neden Türkiye için de böyle çalışmalar yapılmasın ki! Bulgaristan ekibi işbirliğine çoktan hazır. Onlar da REC Türkiye’nin özel şirketlerle geliştirdiği proje ve çalışmalarla ilgili sorular soruyorlar; bu deneyimden yararlanmak istiyorlar.
Ertesi gün Sırbistan sınırına doğru, ekipten Ventzislav ile beraber ilerliyoruz. Bizi sınıra kadar bırakacak ama öncesinde Bulgaristan’ın önemli koruma alanlarından, Natura 2000 statüsündeki Dragoman bölgesine küçük bir gezi yapacağız. Aynı zamanda bir Ramsar alanı olan bölge, 219 kuş, 9 amfibi, 9 sürüngen, 23 memeli ve 180 damarlı bitkiye ev sahipliği yapan müthiş bir biyoçeşitliliğe sahip.

Sava ve Tuna’nın Buluştuğu Nokta
Sıkı bir dağ silsilesinin arasından geçen daracık bir vadi-kanyonun içinden sınıra varıyoruz. Ventzislav ile vedalaşıyoruz. Artık Sırbistan’dayız ama uzun tarihsel dönemler boyunca birlikte yaşamanın bıraktığı izler bizi takip ediyor. Yol boyunca Bayburtlu’nun Yeri, Sivaslı’nın Yeri’ni kovalıyor. Tabii bu izlerin önemli bir sebebi de, Avrupa’daki göçmen işçilerin 40 yıldır bu hattı eve dönüş yolu olarak kullanması…
Sırbistan, AB üyesi olmamasına karşın Bulgaristan’dan çok daha gelişkin görünüyor; yollarından evlerine kadar. Başkent Belgrad’a kadar neredeyse tüm yol otoban. Belgrad’da bizi REC Sırbistan ekibi bekliyor ama önce küçük bir Belgrad gezisi. Rehberimiz, tarih boyunca dünyanın en çok işgale uğrayan kenti olduğunu söylüyor. Aynı zamanda Avrupa’nın en yeşil kentlerinden biri. Tabii bunda neredeyse Tuna ve Sava’nın buluşma noktasında bulunmasının da önemli bir payı var. Kentin etrafını yılan gibi çeviren bu iki nehir ve Eski Belgrad ile Yeni Belgrad’ın buluşma noktasında oluşan nehir adası, benzersiz bir coğrafya yaratmış. Sadece bu adada yaşayan üç endemik tür (bir mantar, bir kurbağa ve bitki türü) olduğunu öğreniyoruz. Üzerini kaplayan ormandan zeminin görülmediği ada koruma altına alınmış durumda. Coğrafi oluşumlar düşünüldüğünde neredeyse bebeklik (Osmanlı haritalarında görülmüyor bile) sürecindeki adanın Belgrad’a çok farklı bir hava getirdiğini söyleyebiliriz.

REC Sırbistan Ofisi, görece büyük; 10’un üzerinde çalışanı var. Tatil dönemi olduğu için sadece bir kısmıyla tanışıyoruz. Ivana Tomasevic ve Andrej Dimitrijeviç bize yaptıkları çalışmaların küçük bir özetini geçiyorlar. Çalışmaları arasında, aynı Bulgaristan gibi çevre eğitimi önemli bir yer tutuyor ancak REC Türkiye gibi kamu kurumlarının çevresel eğitimi, kapasite geliştirme konularında da önemli adımlar atmaya başlamışlar. Geridönüşüm konusundaki bilinçlendirme ve organizasyonlar geliştirme çalışmalarından da bahseden ekip, özel sektörle işbirliği yapmak için yola koyulduklarını ama bu konuda daha oldukça yeni olduklarını belirtiyorlar. Bir diğer ilgimizi çeken çalışmaları ise çevresel raporların hazırlanmasında kurumların kullanımı için geliştirdikleri yazılım.

Sohbet, havadan ve sudan konulara doğru uzanıyor. Hava konusu gelince, iklim değişikliğinin etkilerinin burada da özellikle bu yaz çok ciddi biçimde hissedildiğini söylüyor dostlarımız. Avrupa’nın en çok güneşli güne sahip kentlerinden biri olan Belgrad, bu yaz neredeyse hiç güneş yüzü görmemiş; bu yüzden canlar biraz sıkkın. Ama ortak kültür konusu çok daha eğlenceli. Sırpça’da Türkçe ile ortak 500 kelime olduğunu söyleyince, bulmaca başlayıveriyor. Ufak değişikliklerle, sirkeden (sirçe) çoraba, rakıdan (rakiya) kebaba (cevap) kadar uzanan ortak kelimeler, yemekler dökülüveriyor. Daha sınır kapısında kulağımıza çalınan “haydi, haydi”ler boşuna değilmiş.

Tuna ve Sava’nın buluşma noktasına hâkim, oldukça etkileyici Belgrad Kalesi’nden (ne yazık ki sonu gelmez işgallerde neredeyse tümü yıkılmış) göz alabildiğine uzanan Tuna’ya ve Tuna ötesine uzanan sık ormanlarla kaplı topraklara bakıyoruz. Yolumuzun bundan sonrası Tuna boylarında ilerleyecek. Burası Balkanlar’ın bittiği nokta olarak kabul ediliyor ve yer şekilleri de, kültür de, etnik yapı da burada değişiyor. Ötesi Pannonian Ovası ve artık Orta Avrupa’ya doğru geçiyoruz.

Bilinmeyen Ülke: Gelecek
Macaristan’dayız… Bir üniversite kenti gibi duran, sokaklarını gençlerin alabildiğine doldurduğu Szeged’de küçük bir gezi ve yemek molasının (tabii ki Macar gulaşı) ardından yolculuğumuzun son durağı Budapeşte’ye doğru yola koyuluyoruz.
Tuna’nın Buda ve Peşte olarak ikiye böldüğü Budapeşte, şimdiye kadar gördüğüm tüm kentler arasında açık ara en çarpıcısı. Sadece beş on cadde veya sokak değil, tüm kent bir açıkhava müzesi. Sokaklar alabildiğine canlı. Gezi Parkı’nın kardeşi Erzsébet Meydanı hıncahınç gençlerle dolu. Yaşayan, hayatın nabzının vuruşlarını anbean hissedebileceğiniz eski ama eskimemiş bir kent Budapeşte. Her köşesi canlı, heykellerin arasından çocuklar fırlıyor. Yemyeşil parklarda gençlerle rahiplerin koyu bir sohbete daldığını görebiliyorsunuz.
Ama şimdi bir saat ötedeki, REC’in ana merkezine, yine Tuna kıyısında bulunan Szentendre kasabasına gitmemiz gerekiyor. Orada bizi REC’in Direktör Yardımcısı Zoltan Erdelyi karşılıyor. Eski Macaristan Güreş Şampiyonu da olan Zoltan’ın gözleri, REC’in onlarca ülkedeki organizasyonlarını nasıl koordine ettiğini gösterircesine pırıl pırıl.

Şimdi REC merkezinin neredeyse tüm birimlerinden temsilcileriyle toplantı halindeyiz. IT, tanıtım ve iletişim, finans ve strateji birimlerinin temsilcileri çalışmalarını aktarıyor. Burası küçük bir Birleşmiş Milletler gibi: İspanyol’dan Özbek’e, Kanadalı’dan Romen’e farklı milletlerden uzmanlar bir arada (bu çokkültürlülüğün ve kozmopolitliğin özellikle tercih edildiğini de belirtiyorlar). Soğuk Savaş’ın ardından kurulan REC, özellikle Doğu Avrupa ülkelerinin çevre konusundaki kapasitelerinin geliştirilmesine yoğunlaşmış bir organizasyon. Sadece merkez ofisinde (burası bir üniversite kampüsünü andırıyor) 100’ün üzerinde çeşitli konularda çalışan uzmana sahip. Bir not daha: REC Merkez Ofisi, bölgenin en büyük güneş enerjisi sistemlerinden birine sahip ve uzun bir süredir de sıfır karbonlu bir yapı haline gelmek için çalışmalarını sürdürüyor.

Toplantıda konuşulan en kritik mesele ise, bunca geçen yıldan ve çalışmadan sonra REC’in bir döneminin kapanacağı ve yeni stratejilerinin belirlenmesi gerektiği. Gerçekten de bölgede REC’in çalışmalarıyla konuyla ilgili gerek kamu yönetimlerinde, gerek sivil toplumda çevre konusunda önemli mesafeler katedilmiş durumda. Türkiye’nin de dahil olduğu bu çalışmalar, özellikle AB çevre uyum fazlarında birçok adımın atılmasını sağladı. Bundan sonrası için iklim değişikliğiyle mücadele ve uyum konusuna daha fazla eğilineceği; su, enerji gibi kaynak verimliliği temelli konulara ilginin artacağı; özel sektörün konuyla ilgili dönüşümünde daha aktif rol oynanması gerektiği, daha sonuç odaklı olma ihtiyacı, REC’in stratejistlerinin altını çizerek vurguladıkları noktalar. Belli ki Merkez’de, REC’in önümüzdeki 5 yılının stratejisi ve planı üzerinde hararetli tartışmalar dönüyor. REC’in en iyi olduğu alanlara doğru yönelmesi ve odaklanması, ortaklaşılan noktaların başında geliyor.

Ülkede koca bir 10 yılı deviren REC Türkiye de, yaptıkları çalışmaları, bundan sonra yönelecekleri ana hatları aktarıyor. REC Merkez ofis uzmanlarının soruları ve ilgileri, REC Türkiye’den beklentilerinin bir hayli fazla olduğunu gösteriyor. Gerek kamuyla, gerekse de -ve hatta özellikle- özel sektör temsilcileriyle kurduğu güçlü ve sıkı bağların, merkezin de dikkatini çektiği belli. Macaristan’a kadar süren bu 5-6 günlük yolculuğun ortasında kesinleşen, AB (ESEI) tarafından fonlanan “Türkiye’de Çevre Yönetimi için Kurumsal Kapasitenin Geliştirilmesi Projesi”nin küçük bir kutlaması da yapılıyor. Yüksek hedeflere ve bütçeye sahip bu proje, REC Merkez Ofisi tarafından da ilgiyle takip edilecek büyük ihtimalle.
İstanbul’dan Balkanlar’a, oradan Macaristan ovalarına, ormanlar, dağlar, kentler, köyler ve nehir yolları boyunca ilerleyen yolculuğumuzun sonuna geldik. Ama Ursula LeGuin’in dediği gibi “Gerçek yolculuk geri dönüştür”. Her yolculuk sinesinde geri dönüşünü, ötelerini saklar. Yolculukta birikenler, tortular, artık sizinle birlikte yaşayacaktır. Hafıza, bitmiş tükenmiş anıların biriktiği durağan bir bilgi deposu, eski eserler müzesi değil, her adımda yeni öğrenilenlerle eski bilgi ve deneyimlerin tekrar anlamlandığı, yeni manalar, yeni yüzler kazandığı dinamik bir yolculuklar mekânıdır. J. R. R. Tolkien, dünya edebiyatını fantastik kurguyla tanıştıran Hobbit’te lafa şu sözlerle girer: “Oradaydık ve şimdi buradayız.”  Tam da öyle… Biz de öyle bitirelim: “Oradaydık ve şimdi buradayız.” İşler ve gelecek bizi bekliyor…

Önerilen makaleler