Basit, Doğal ve Paylaşımcı Eko-Köyler
Dünya vatandaşları 1960’lardan beri kendilerine dayatılan gayrı insani, doğal olmayan hayatlarından sıyrılabilmek adına alternatif yaşam biçimleri oluşturmak için kafa yoruyorlar. Eko-köyler bu trendin son halkalarından biri olarak anılıyor. Ve üstelik Türkiye’de de yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlıyorlar.
Burada her şey gönüllülük üzerine. İnsanlar artık daha basit ve dayanışmacı hayatlar yaşayarak daha sağlıklı ömürler sürebiliyorlar. Ekolojik köyler bu ortak yaşam alanlarının en ideal örneklerinden biri olarak anılıyor. Felsefe profesörü Robert Rosenthal eko-köyler için şöyle diyor: “İnsan yaşamını sürdürülebilir kılmanın yegâne yolu geleneksel ortak yaşam şekillerimize önce bir ince ayar çektikten sonra onu yeniden canlandırmaktır.”
Öyle basit yaşam dememize bakmayın siz. Eko-köyler esas olarak gayet kompleks birer yerel ekonomik gelişim merkezli olma özelliği taşıyor. Köyünüzde vakit geçirdiğiniz her an, yerel üretim sürecine başından sonuna kadar dahil oluyorsunuz. İcabında kendi ekolojik evinizi kendiniz yapıyor; organik yiyeceklerinizi kendiniz yetiştiriyorsunuz. Topladığınız zeytinleri damıtıp, kendi zeytinyağınızı üretmek ya da domates toplayıp salça yapmak da gıda üretim sürecine dahil. Hatta kimyasal kullanmadan banyonuzda kullanacağınız sabunu da kendiniz üretebiliyorsunuz.
Doğal Olmayan Yaşama Direniş
Eko-köylerin tarihine bir yolculuğa çıkmak isterseniz en önemli milat olarak, 1960 ve 70’lerin deneysel komün cemaatleri ile karşıya karşıya kalırsınız. Ne de olsa 68 hareketi dediğimiz şey merkezi otoritenin toplumlara dayattığı hayat tarzlarına ve kurallara bir karşı duruş olarak kabul edilebilir. ABD’deki hippilerin Uzak Asya’daki bir ülkede yaşanan anlamsız bir savaşın parçası olmak istememeleri gibi mesela. 1980’lerin ortalarından itibaren iyice ivme kazanan eko-köyler de ilk defa doğal olmayan hayat tarzlarının kendilerine dayatılmasına karşı direnmeye çalışan insan toplulukları tarafından kuruldu. Çarpık yapılaşmalar, fosil yakıtlara bağımlılık, endüstriyel tarımın yarattığı tahribat… Bütün bunlar aşina olduğumuz sorunlar. Ne yediğimiz, ne de içtiğimiz gıdalar üstünde pek de bir kontrolümüzün olmayışı, sel felaketleri… Bunların hepsi şehir hayatının aslında ne kadar dayanılmaz ve yıpratıcı olabildiğinin tipik göstergeleri. Bu yüzden belki gerçekten ihtiyacımız olan şey Rosenthal’in de andığı o sofistike dönüş artık başlamış olabilir.
Evrensel Bir Kasaba
İşte o dönüşün ilk adımlarından biri sayılan ve dünyanınj ilk eko-köy örneklerinden biri 1968 yılında Hindistan’ın güneyinde, Tamil Nadu eyaletinde kuruldu: Auroville. Viluppuram bölgesinde yer alan bu öncü eko-köy, 1920 yılında Hindistan’a yerleştiğinden beri “Ana” olarak anılan yazar Mirra Richard’ın zihninin ürünüydü. Mısırlı bir anne ve Türk bir babanın çocuğu olan Richard’ın ailesi I. Dünya Savaşı sırasında Hindistan’ı terk etmek zorunda kalmıştı. Richard, 1914’te tanıştığı Hindistan’ın ünlü bağımsızlık figürlerinden Sri Aurobindo’dan ve daha Japonya’dayken tanıştığı ünlü şair Rabindranath Tagore’den çok etkilenmişti. Auroville bütün inanç, siyasi görüş, ırk ve toplumsal cinsiyetleri içinde barındıran bir evrensel kasaba olarak anılıyor. Auroville’in kuruluş yılının 1968 olduğu hatırlanırsa köyün dönemin ruhuna ne kadar uygun olduğu da anlaşılır. Geleneksel kurallara ve yasalara bağlı olmayan Auroville mimarisi özellikle mimarlık fakültesi öğrencileri tarafından da her dönem büyük bir ilgi görmeye devam ediyor.
Eko-Köyün Olmazsa Olmazları
1960’lardan 1990’lara kadar geçen süreç ilk eko-köylerin kuruluşu ve ilk ekolojik ortak yaşam cemaatlerinin oluşturulmasıyla geçti. 1990’larda küreselleşme kapımızı çaldığında artık dünya çapında örgütlenmenin ve bilgi birikimini gelecek kuşaklara aktarmanın zamanı gelmişti. Dünyanın dört bir köşesindeki eko-köylerin iletişim ağını yöneten Global Ecovillage Network (GEN) bu anlayışla kuruldu. GEN’in ilk adımları ise Danimarka’da Hildur ve Ross Jackson tarafından kurulan Gaia Trust tarafından atıldı. Gaia Vakfının, Robert ve Diane Gilman’a sürdürülebilir cemaatler konulu bir rapor ısmarlaması ilk kıvılcım sayılabilir. Gilmanlar tarafından 1991 yılında kaleme alınan “Eko Köyler ve Sürdürülebilir Cemaatler” kitabı bu şekilde ortaya çıktı. Kitap, eko-köy kavramını teorik bir çerçeveye oturtan ilk eserlerden biri olarak anılıyor. Aynı yıl, ConText Enstitüsü bünyesinde çıkardığı “In Context” dergisinde Robert Gilman, eko köylerle ilgili teorik çalışmasına devam etti ve beş temel kriter belirledi. Gilman, ilk olarak insan ölçekli oluşuna vurgu yapıyor. Gilman’a göre ikinci kriter gerçek bir eko-köyde insan faaliyetlerinin doğayla uyumlu olmasıydı. Üçüncü olarak köy yaşantısı insan gelişiminin sağlıklı olmasını garanti altına almalıydı. Dördüncü ve beşinci kriter ise, kurulan yaşantıların ileriye dönük devamlılıklarının olabilmesiydi. Bunun için eko-köylerin özellik ve donanımları katı kurallarla sınırlandırılmamaIıydı. Son yıllarda Gilman, eko köylerin sürdürülebilirliğine ön şart olarak bir de “çoklu inisiyatif merkezlerini” ekledi. Çoklu inisiyatif merkezleri, köylerdeki hayatın aksamadan devam etmesini ve insanların üretim süreçlerine aktif katılımını sağlamayı amaçlayan yatay iş örgütlenmeleri.
Peki, kimdi eko-köylerin manifestosunu yazan Robert Gilman? 1970’Ierin ortalarına kadar sadece tanınmış bir astrofizikçiydi. 1970’Ierin ortalarından itibaren Gilman uzayın bir süre daha yerli yerinde duracağını ama dünya gezegeninin o kadar fazIa vaktinin oImadığı tespitinden yola çıkarak küresel sürdürülebilirlik üzerine çalışmaya başladı. Geleceğe yönelik pozitif kültür değişiminin nasıl sağlanabileceği üzerine araştırmalar yapan Gilman ilk defa 1975 yılında eşi Diane ile birlikte bir güneş evi kurdu. 1979 yılında sürdürülebilirlik konusunda çalışan ilk sivil toplum kuruluşlarından biri olan Context Enstitüsünü kuran Robert Gilman ve Diane Gilman daha sonra Küresel Eko-Köy Ağının (GEN) kuruluşunda da önemli bir rol üstlendiler.
Eko-Köyler Örgütleniyor
GEN ile ilgili en önemli adımlardan biri de 1991 yılında yapılan bir toplantı ile atıldı. Danimarka’da yapılan toplantıda bir araya gelen eko cemaat temsiIciIeri eko-köy konsepti iIe ilgili ne tür yeni stratejiler geliştirebileceklerini tartıştılar. Danimarka’da alınan kararlar doğrultusunda 1994 yılında Eko-Köy Bilgi Merkezi kuruldu. 1995 yılında İskoçya Findhorn’da yapılan “21. Yüzyılda Eko-köyler ve Sürdürülebilir Cemaatler” konferansında eko-köyler ilk defa uluslararası platformda temsil edildiler. 2001 yılında GEN, Birleşmiş Milletler Ekonomik SosyaI Konseyinde (ECOSOC) bir danışmanlık statüsü elde etti. 2005 yılında yapılan onuncu yıl kutlamalarından sonra ise ikinci kuşak gençlerden oluşan bir topluluk NextGen’i kurdu.
Gördüğünüz gibi, eko-köylerin 1960’Iarm sonundan itibaren bugüne uzanan bir tarihi var. Kırk yılı aşkın bir zaman diliminde bu köylerdeki insan toplulukları, bizlere alternatif bir yaşam modelinin ipuçlarını sundular. Diğerlerinden farklı olarak eko-köy sakinlerinin temel hedefi doğal yaşam üzerinde mümkün olduğu kadar az iz bırakarak, sosyal bir çevre içinde ekolojik bir yaşam tarzının sürdürülebilirliğini sağlamak. Bu yaşam biçimi, organik üretimden permaküItüre, aIternatif enerji kullanımından atık yönetimine ve yeşil konut inşasına kadar bütün aşamaları kapsıyor. Aynı dünya görüşünü, hayat felsefesini paylaşan insan toplulukları doğaya öykünüyor. Yüzlerini güneşe dönüyor, ayaklarını toprağa basıyorlar. Bizler de doğanın kokusunu kaybetmeyeIim, denizlerin dalgasını duyabilelim, rüzgârın nefesini hissedebilelim diye. Bunu nasıl yapabiIeceğimize geIince, Türkiye’de de yeterince örnek eko-köy mevcut… İmece Evi, Dutlar Kolektifi ya da Eko-Foça köylerinden herhangi biriyle irtibata geçmeniz yeterli. Çantanızı hazırlayıp, bu köylerden herhangi birinin kapısını çalabilir veya yeni bir eko-köy kurmak için gerekli araştırmalara başlayabilirsiniz. Hodri meydan!
Başka Bir Dünya Ancak Böyle Olur İMECEEVİ
2007 yılında Çanakkale Küçükkuyu’da ekolojik kamp olarak başlayan imeceEvi’nin kurucuları çeşitli çevre,
İmeceevi’nin kurucuları doğa koruma, barış ve demokrasi kampanyalarından geliyorlar. Bugün bile hâlâ GDO’ya Hayır Platformu, Nükleer Karşıtı Platform, Su Platformları, Maden Karşıtı Kampanya, Kazdağı Koruma, Yerel Tohum Ağı gibi örgütlerle bağları hâlâ devam ediyor. Bu kampanyalarda aktif olarak çalışırken fark ediyorlar ki kendi geliştirdikleri önerileri gündelik hayatta kendileri de pek de uygula(ya)mıyorlar imeceEvi işte bu nedenle kuruluyor. İmece ahalisi diyor ki “Başka bir dünya ancak bu şekilde gerçekleşebilirdi.” O ünlü Çin atasözündeki gibi insanlara balık tutmayı öğretmeyi hedefleyen imeceEvi’ndeki eğitimlere katılanların cevaplaması gereken en önemli soru ekmeği ya da elektriği nasıl üreteceklerinden ziyade birlikte yaşayacakları insanlarla nasıl uyum sağlayabilecekleri oluyor. Bu yüzden imeceEvi kurucularından ismail Yenigün, kendi eko-köyünü kurmak isteyenlere gerçekten bir ortak yaşam kurmak isteyip istemediklerine karar vermelerini tavsiye ediyor. Bu arada tabii ki diğer bütün yerleşimler gibi eko-köylerin de kendi ayakları üzerinde durabilmesi için bir ekonomik sistemin oturması gerekiyor.
imeceEvi de kendi tabiriyle bir “ticarethane” olmamaya ve turizm baskısından kurtulmaya çalışıyor. ismail Yenigün, kolektif yaşam merkezi olma özelliğini kaybetmeden gelir elde edebilmek için doğal ve geleneksel üretim biçimlerini uyguladıklarını; köylüleri de bu paylaşımcı sürece katma hedefinde başarılı olduklarını söylüyorlar. Yenigün’e göre bu tutarlı tavır, diğer üreticileri ve turizmcileri de cesaretlendiriyor. imeceEvi’nde yapılan tarım üretiminde en büyük sorunlardan biri müdahaleye uğramamış tohum bulmak. ismail Yenigün, “Bazen en güvendiğimiz kaynaklardan bile ölü tohum gelebiliyor” diyor ve bu sorunu yaşlıların nesilden nesile koruyup aktardığı tohumlar sayesinde çözdüklerini belirtiyor. İmeceevi ilk ve ortaöğretim öğrencisi çocuklara yönelik de eğitimler yapıyor. Çocuklar, eko-köylerdeki uygulamaları herkesten daha fazla sahipleniyor. “Sanırım önümüzdeki sene imeceEvi sadece öğrencilerin konakladığı bir uygulama okulu olup, bireysel katılımcıların sadece belli saatlerde ziyaret ettikleri bir yerleşim olacak” diyor ismail Yenigün gülümseyerek…
Eko Foça’nın Kurucularından Tunca Bökesoy: “Eko-Köy’de, Yaşayarak Öğrenilir”
Türkiye’deki az sayıda eko-köy deneyiminden biri olan Eko Foça’nın kurucularından Tunca Bökesoy, bu çalışmanın hiç de kolay olmadığına dikkat çekiyor ve bu konudaki deneyimlerin paylaşılması gerektiğini ısrarla vurguluyor.
Eko Foça projesine nasıl başladınız?
Birkaç arkadaşıma şöyle bir teklif yaptım. Kendime ait olan arazide evler yapayım, yalnız bu bir eko-köy projesi olduğu için yapılan evler ekolojik standartlara uygun olacak ve sizler de hayatınızı bu evlerde sürdüreceksiniz. Sonradan bu konutları başkalarına devretmeyeceksiniz. Bu fikir başta cazip geldi ama biz bu işi yürütmeyi beceremedik.
Ne gibi sorunlar yaşandı? Köyde bir hayat kurmak mı zor geldi acaba?
Zor geldi ama ana sebep ekonomikti. Sonuçta bu iş belli bir ekonomik destek istiyor ama para da kazandırmıyor. Kimse böyle bir işte ilk olmak istemedi. Halbuki böylesi bir projenin ilerleyebilmesi için orada birilerinin sürekli yaşaması lazım. Gelin görün ki ben de dahil kimse oradaki yaşantısına devam edemedi. Elimizdeki bazı avantajları da kullanamadık. Araziyi ben satın almıştım. Halbuki diğer eko-köy deneyiminin yaşandığı imeceEvinin arazisi kiralık. Bizim ev kurduğumuz arazi 35 dönüm. imeceninki sadece 6 dönümdür. Onların avantajı, arazinin hemen deniz kenarında olması. Dolayısıyla orada nasıl eko-köy kurduklarını pek anlamış değilim. Orası bence daha çok alternatif bir tatil yeri. ilk dönemlerde bazı önemli adımlar attık. ilk etapta yerleştiğimiz arazide elektrik yoktu -ki aslında bu eko-köy için bir avantajdır. Güneş enerjisini kullanıp elektrik elde etmeyi başardık. Ben araziye on ev inşa ettim ama benimle işe başlayan diğer arkadaşlar sadece parasal destek verdiler. Sürecin kendisine dahil olmadılar. Her şeyle kendim uğraşınca benim de bir süre sonra enerjim tükendi.
Köyü ziyarete gelen insanların tepkileri nasıldı? Yapıcı eleştirileri, katkıları oldu mu?
Gelen insanlar pek bu tür katkılar sunabilecek insanlar değildi. Eko-köy felsefesi hakkında pek de fikir sahibi değillerdi. Bakış açıları yüzeyseldi. Oraya doğa içinde ucuz tatil yapmak ve taze sebze, meyve tüketmek için geliyorlardı.
Peki, sizin zihninizdeki eko-köy nasıl bir şeydi?
Benim zihnimdeki eko-köy bir yaşayarak öğrenme merkeziydi. Oradaki köy hayatında yaşanılan sorunlara beraber anında çözüm üretmek gerekiyordu. Ama insanlar buraya geliyor ve “Ee şimdi ne yapacağız?” diye soruyorlardı.
Sanırım insanlar ortak karar almaktan ziyade sizin onların yerine karar vermeniz gerektiğini düşündü. Burada biraz ortak karar alma kültüründen yoksun oluşumuzun bir etkisi olabilir mi?
Ben eko-köyle ilgili ilk adımlarımı attığımda gazeteye “Bir eko-köyde yaşamak ister misiniz?” diye bir ilan verdim. Foça’ya gelip birkaç hafta yaşayan insanlar oldu. Sonuçta orada beraber yemek yapıyoruz, ortalığı beraber topluyoruz ama eko-köy yaşantısı bundan ibaret değil. Orada diyelim tarım yapılacak. Bunun kuralları ne olacak? Bu kuralların, normların eğitimi nasıl verilecek? Ben böyle bir bilgiye sahip değilim. Dolayısıyla bunu tek başıma üstlenemem. Ayrıca köye gelenler, öyle bir durum olmaması gerekirken, bana işveren gibi davranmaya başlıyordu. Eko-köylerin bir devamlılığının olabilmesi için bu tür projelerde çalışmış insanların daha çok bir araya gelip, diğerlerinin de aynı hataları yapmamaları için, tecrübe ve birikimlerini paylaşmaları gerekiyor. Sizin de yapığınız gibi, bu birikimlerin kayıt altına alınması gerekiyor.