#ekoIQ | Sürdürülebilirlik Hakkında Her Şey

“Beslenme 17 SKA’nın 12’siyle İlişkili”

Ayda 21 gram mikroplastik tükettiğimizi, bunun ise haftada bir kredi kartı büyüklüğünde plastik yuttuğumuz anlamında geldiğini belirten beslenme uzmanı Dilara Koçak; içinde bulunduğumuz Antroposen Çağı’nda, gezegenimize verdiğimiz zararları hesaba katarak gelişme yollarımızı yeniden tasarlamamız gerektiğini vurguluyor.

Yaşadığımız dünya iyi durumda değilken insanların sağlığı iyi olabilir mi?

Sorunuzun cevabı ne yazık ki hayır çünkü toprak hasta, hava hasta, denizler hasta. Tüm bunları iyileştirmeden bir bireyin sağlıklı beslenme alışkanlığı edinmesi neredeyse imkansız. Gezegenimize iyi bakamadığımız gibi aslında kendimize de iyi bakamıyoruz. Doğal kaynaklarımız azalıyor, zarar görüyor, denizlerimiz kirleniyor ve tehlike altında. Dünya Doğal Hayatı Koruma Vakfı’nın (WWF) raporuna göre, ayda 21 gram mikroplastik tüketiyoruz. Gözünüzde canlandırmak için haftada bir kredi kartı büyüklüğünde plastik yuttuğunuzu düşünebilirsiniz. Plastik kirliliğinin hem doğaya hem de insan sağlığına verdiği zarar göz ardı edilmemeli. Anne karnındaki bebek dahi plasentada mikroplastik bulunması yüzünden risk altında; bebek dışkısında mikroplastik parçacıklar bulundu. Environment International dergisinde yayınlanan yeni araştırmaya göre, mikroplastikler artık insan kanına, hatta akciğerlerimize karışmış durumda. Üstelik bu parçacıkların vücudumuzda nereye gittiği bile belli değil.

UNDP, 2020 Küresel İnsanı Gelişme Raporu bulunduğumuz süreci Antroposen Çağı olarak tanımlıyor. Antroposen Çağı, insanoğlunun dünyaya olan etkisinin en üst düzeylere çıktığı Sanayi Devrimi’nden bugüne devam eden ve İnsan Çağı da denen döneme verilen isim olarak da tanımlanabilir. Hal böyle iken gezegenimize verdiğimiz zararları hesaba katarak gelişme yollarımızı yeniden tasarlamamız şart. Bir beslenme uzmanı olarak gezegenimizi beslemenin sürdürülebilirlik yönüyle gelecek nesiller için önemini her fırsatta anlatıyorum: Herkes bu konuda daha fazla farkındalık sahibi olmalı. Beslenme, 17 Sürdürülebilir Kalkınma Hedefi’nin 12’siyle ilişkili, tüm bunların bilinciyle hareket edilmesi gerekiyor.

Her geçen gün daha fazla şehirleşiyor ve daha fazla tüketiyoruz. Öte yandan dünya nüfusu artarken tarım alanlarına da daha fazla gereksinim duyuyoruz. İklim krizi, tarım üretimini ve gıda güvenliğini nasıl etkiliyor? Bizi neler bekliyor?

2050 yılında dünya nüfusunun 10 milyara ulaşacağı tahmin ediliyor. Artan nüfusun ihtiyaçlarını karşılayabilmek için gıda üretiminin 30 yıl içinde %60 oranında artması gerekiyor. 2050 yılında dünya nüfusunun %65’inden fazlasının şehirde yaşayacağı öngörülüyor. Tarım alanları hayvan yemi elde edilmek üzere işgal altında ve biyoçeşitliliği yok ediyor. Aşırı tüketiminin etkileri dünyanın her yerinde farklı etkilere sebep oluyor. Şu anda “Biyoçeşitlilik açısından bir yok oluş sürecindeyiz” dememiz mümkün. Doğanın bizim olduğunu kadar diğer canlıların da olduğu unutmamalıyız. WWF’nin 2020 Yaşayan Gezegen Raporu, son 50 yılda canlı türlerinin popülasyonlarının %68 azaldığını ortaya koyarken veriler biyolojik çeşitlilik ve sağlığımız için zamanın daraldığının altını çiziyor.

Tüm dünyada israf edilen gıda küresel ısınma, yani iklim krizinin sebeplerinden olan seragazı salımının %8’inden sorumlu. Et tüketimi 20. yüzyılın ilk yarısında beş kat artmış durumda. Dünya çapında, gıda tüketimi ve üretimi toplam küresel emisyonların dörtte birini oluşturuyor. Toprağın hasta olması, tarım alanlarının kaybı, aile çiftçiliğinin ve yerel üretimin geldiği durum ne yazık ki pek iç açıcı değil. İhtiyacımızdan fazlasını tüketmek, üretmekten çok israf etmek aslında geleceğimizden çalmak anlamına geliyor. İnsan sağlığı her şeyden önemli diyorsak sağlığımızın doğada saklı olduğunu unutmamalıyız. Tekrar altını çizmek isterim ki daha iyi bir gezegene sahip olabilmemiz için doğa ile uyum içinde yaşamalıyız.

Bir tarafta yoksulluk diğer tarafta ise obezite ile karşı karşıyayız. Neden bir denge kuramıyoruz? Dünyanın kaynakları herkes için yeterli olabilir mi?

Aslında bu durumu açlık ve obezite paradoksu olarak tanımlıyorum. Dünyanın bir bölümü açlık çekerken öte tarafta fazla kilolu ve obez bireylerin sayısı artıyorken ve saniyeler içinde tonlarca gıdanın israfı söz konusuyken bireysel sağlık ve iyileşmek mümkün değil.  Dünya nüfusunun yaklaşık onda birinin, yani yaklaşık 811 milyon kişinin yetersiz beslendiği tahmin ediliyor. Bu sayı 2030 yılına dek açlığı sona erdirme taahhüdünü yerine getirmek için çok büyük bir çaba sarf edilmesi gerektiğini gösteriyor. 2019’da %8,4 olan yetersiz beslenme oranının %9,9’a yükseldiği de veriler arasında. Bir taraf böyle iken diğer taraftan obezite verilerinde de durumlar iç açıcı değil. Güncel obezite verileri, mevcut eğilimler devam ederse 2025 yılına dek 2,7 milyar yetişkinin fazla kilolu olacağı, 1 milyardan fazla yetişkinin obeziteden etkileneceği ve 177 milyon yetişkinin obeziteden ciddi şekilde etkileneceği tahmin ediliyor. Yani açlık ve obezite paradoksu dünya genelinde devam ediyor.

Mahatma Gandhi’nin de söylediği gibi, “Dünyanın kaynakları hepimize yetecek kadar var ama hırsımıza ve egomuza yetecek kadar değil”. Sevgimizi, yemeğimizi, bilgimizi paylaşmamız gerek, diye hep söylüyorum. Çünkü ancak bu şekilde düşünüp harekete geçersek geleceğimiz için olumlu bir adım atmış oluruz. Konu hakkında farkındalık sahibi olmamız gerekiyor. Çünkü 5 saniyede bir çocuk açlıktan ölürken yine aynı 5 saniyede 300 ton gıda israfı oluyor.

Beslenme alışkanlıklarımızın değişmesi iklim kriziyle mücadelede ne gibi katkılar sağlayabilir?

Bitkisel bazlı beslenmeye yönelmek her anlamda bize iyi gelecek seçeneklerden. 2050 yılına dek dünya nüfusunun 10 milyar kişiye ulaşacağının tahmin edildiğini belirtmiştim. Gıda üretimi ve beslenme şeklimizi değiştirmedikçe bu sayıda insanı beslemek mümkün değil. Aşırı et tüketimi ülkemizin ve dünyanın bazı bölgelerinde hâlâ devam ediyor. Sebep yalnızca ekonomik ve çevre etkisi değil. Bitkisel bazlı beslenmenin insan sağlığı üzerindeki olumlu etkisine dair çalışmalar da giderek artıyor.  Örneğin 40 gram sığır veya kuzu etiyle, 50 adet soğanın aynı miktarda seragazı emisyonuna sebep olduğunu biliyor musunuz?

Akdeniz diyetini benimsemek bu anlamda çok kıymetli. Akdeniz diyeti kavramı, son yıllarda sağlıklı bir diyet modelinden; beslenmenin, gıdanın, çevrenin ve sürdürülebilirliğin tamamını kapsayan bir terim haline geldi. Diyetin temelini, sebze-meyveler, tam tahıllar, kuruyemişler, kuru baklagiller, baharatlar ve deniz ürünleri ve zeytinyağı oluşturuyor. Yumurta, peynir, yoğurt ve tavuk eti sınırlı olarak tüketiliyor. Kırmızı et ise nadir olarak tüketilen besinlerden. Hayvancılık üretiminden kaynaklanan emisyonların insan kaynaklı seragazı emisyonlarının yüzde 14,5’ini temsil ettiğini unutmayın.

Bu konuda yapılmış çok çalışma var, hepsi de Akdeniz diyetinin kalp sağlığı, diyabet gibi hastalıklarda tedavi edici ve koruyucu etkisinin olduğuna dair olumlu sonuçlara sahip. Öyle ki üst üste beş yıldır en iyi diyet seçildiğinden puanı giderek artıyor. Özetle hayvansal kaynaklı besinleri azaltıp bitkisel kaynaklara ağırlık vermek hem kalbinizi hem de gezegeni besliyor.

Ülkemizde, bireysel tutum ve davranışlarda sürdürülebilirlik lehine bir bilinçlenme gözlemliyor musunuz?

Ben aslında bulunduğumuz süreci “Bolluktan Yokluğa” geçiş olarak görüyorum. Yazar ve aktivist Wendell Berry’nin konu ile ilgili çok sevdiğim bir sözü var: “Artık sadece yediklerimizden değil, ‘yemediklerimizden’ de sorumluyuz.” Çünkü gıda israfı da iklim krizinin en büyük sebeplerinden biri olan seragazı salımını etkiliyor. Sürdürülebilirlik konusunda daha bilinçli hareket ettiğimizi düşünüyorum. Bu konuda farkındalık yaratmak için çalışmaya devam edeceğim. Pandemi sürecinin pek çok kişinin sağlık ve iyilik hallerine daha fazla odaklanması sonucu sağlık bilincinin yeniden şekillendiği bir gerçek. Konu ile ilgili yapılan bir çalışma pandemi sürecinde tüketicilerin %52’sinin yerel olarak satın almaya yönelerek ürünlerin menşei bilgisine daha fazla önem verdiğini belirtiyor. Pandemi sürecinin yerel besinlere yönelmemizin, küçük aile çiftçiliğini desteklemenin önemini gösterdiğini düşünüyorum. Mevsimsel ve yerel beslenmeye göstereceğimiz özen de atıksız mutfak için çok büyük önem taşıyor, elbette şehir hayatının karmaşası yüzünden semt pazarlarına gitmemiz bazen mümkün olmayabiliyor ama tüm şartları zorlamalı ve “Gelecek gelenekte” düşüncesiyle hareket etmeliyiz. Alışverişlerimizde daha çok semt pazarı, daha çok kadın kooperatifine yer vermeliyiz. Bu yolda değişime şahit olana dek çalışmaya ve “geleceği besle” hedeflerini anlatmaya devam edeceğim…

EkoIQ Editör