Avrupa Komisyonu bünyesinde çalışan “Çevre Politikası İçin Bilim” (Science for Environment Policy) adlı kurumun Ekim ve Kasım bültenlerinden seçtiği dört önemli makaleyi EKOIQ okurları için derleyen Fatma Gül Altındağ, içinde bulunduğumuz çağı, Oğuz Atay’ın Tehlikeli Oyunlar romanına atıfta bulunarak şöyle tanımlıyor: Bilmezgi Çağı…
Fatma Gül ALTINDAĞ
Çok Memnun Olduk, İyi Akşamlar
Şirketlerin, devletlerin ya da diğer büyük organizasyonların dev karar verme süreçlerinde yaygın olarak kullanılan yöntemlerden biri, “Fayda-Maliyet Analizi” (Cost-benefit analysis) ismiyle literatürde yer alıyor. 6 Kasım’da yayımlanan “Fayda-Maliyet Analizi, ikna edememe korkusu nedeniyle kısıtlı olarak kullanılıyor” (Cost-benefit-analysis use limited by lack of belief and fears of loss of influence) isimli makalede; toplumsal ya da sosyal refah da parasal karşılığı bulunarak fayda-maliyet analizi hesabına katılabildiği halde, çevresel kararlar için bu yöntemi kullanmaya neden daha isteksiz olunduğunu araştıran bir çalışma yer alıyor.
Almanya’da kamu yönetimi adına çalışan, su yönetiminden ve “Su Çerçeve Yönergesi”nin (Water Framework Directive) uygulanmasından sorumlu 16 uzmana, fayda-maliyet analizinin su politikasındaki rolüyle ilgili düşünceleri sorulmuş. Uzmanlar, karar vermede fayda-maliyet analizini kullanmanın amiyane ama yerinde bir tabirle ellerini zayıflatacağını söylüyorlar. Fayda maliyet analizi, “Evet/Hayır” gibi sonuçlar çıkarıyor; karar, destek aracı olarak kullanılacağına sanki kararları önceden belirlemek için kullanılıyor gibi yorumlar yapıyorlar.
Diğer taraftan toplumsal refah ya da çevre için maliyet belirlemenin hoş bir yöntem olmadığını söyleyenler, “Hadi bakalım, doğaya ne kadar paha biçiyorsun” diye mi soralım yorumunu yapanlar da var (Ekim sayısında aktardığımız bir makalede çevresel ya da toplumsal refah maliyetlerini belirlemenin nasıl bir algıya neden olduğuyla ilgili bir anketten bahsetmiştik).
Çalışmayı yapanlar, sonuçları şöyle yorumluyorlar: Bu görüşleri kısa vadede değiştirmek zor, eğer ekonomik bilginin karar verme sürecine en iyi şekilde nasıl dahil edilebileceğine odaklanılabilirse, otoriteler ve akademisyenler arasındaki artan işbirliğiyle görüşler değişebilir. Böylece çevresel kararlar için fayda-maliyet analizi yapmaktan daha az korkulur.
Derken makaleden kafamızı bir kaldırıyoruz, Yırca Köyü’nde 6 bin zeytin ağacı kesilmiş. “Acele Kamulaştırma Kararı” verilebilecek olağanüstü bir hal yokken acele kamulaştırarak, “Hukuka aykırı davranıyorsunuz” diyen bölge halkını döve döve ters kelepçe takarak…
Çok sevgili bilim insanları! Bu makaleye emek vermişsiniz, toplumsal refah için fayda ya da maliyet hesaplanabilir, çevresel kararlar vermek için size yararı olur diye, sağolun eksik olmayın. Lakin bizim zaten çevresel kararlarla pek işimiz olmuyor, özellikle çevresel olmayan kararlar alıyoruz. Zaten herhangi bir karar verme sürecinde de fayda-maliyet analiziyle işimiz olmuyor, biz yalnız fayda analizi yapıyoruz efendim. Evet fayda analizi, yani fayda dediysek “Öz fayda”, “Hususi fayda”, “Fayda-i zat” gibi bir fayda, yanlış anlaşılmasın. Eğer faydasına gerçekten inandıysak da onu her türlü uyguluyoruz, sakın aklınız bizde kalmasın. O yüzden biz sizi tutmayalım, sağolun, çok memnun olduk, iyi akşamlar.
https://ec.europa.eu/environment/ integration/research/newsalert/ pdf/lack_of_belief_limits_cost_benefits_analysis_use_392na6_ en.pdf
Üreticiler, Gelin Birlik Olalım
İnternetin tamamen yaygınlaşıp dünyayı ele geçirmesiyle birlikte içinde bulunduğumuz çağı “Bilgi Çağı” olarak adlandırmaya meylettik. Yıllar sonra bu dönemleri yazacak olanlar; içinizde Oğuzcuğum Atay’dan bir şeyler kalmış olursa sizden ricamız, bu çağın adının “Bilmezgi Çağı” olmasıdır. Ya da “Ençokbilgiylebilgisiznasılolunur Çağı” da olabilir, siz bilirsiniz.
Doğadaki en azılı tür olarak, gün geliyor biz de daha iyi olmak -ya da en azından daha az zararlı olmak- istiyoruz. İşte o zaman “Bilmezgi Çağı” alıveriyor bizi içine. Durur muyuz hiç; araştırıyoruz, öğreniyoruz, hatta sosyal medyayla birlikte bilgiye rast geliyoruz, iyi niyetimiz ve gani gani bilgimizle en bilgisiz oluveriyoruz. Örneğin plastiğin doğada çözünebilmesi için yüzyıllar geçmesi gerektiğini öğrendik değil mi? Atıp bu bilgiyi cebimize düşelim mi kesekağıdının peşine? Hem kesekağıdı daha havalı. Yok, hemen düşmeyelim, çünkü Türkiye Teknoloji Geliştirme Vakfı Çevre Projeleri Grubu’ndan Emrah Alkaya’nın 2011 yılında yaptığı “Yaşam Döngüsü Analizi” çalışmasına göre, yapımında plastik poşetin 50 katı su harcanan kese kağıdı, geridönüşüm işlemi için de plastikten daha fazla enerjiye ihtiyaç duyuyormuş.
Tabii yalnız kesekağıdı değil, tahmin edebileceğiniz gibi tüm ürünler, kullanımının öncesinde ve sonrasında da çevreyi etkiliyorlar. Hangi ürün hangi aşamada en çok zararı veriyor sorusuna cevap ise “Yaşam Döngüsü Değerlendirmesi” (Life Cycle Assessment -LCA) adlı yöntemle geliyor. Çok basitçe ürünlerin ömürleri boyunca neden oldukları çevresel etkinin adım adım analiz edilmesi olarak tanımlayabileceğimiz yaşam döngüsü değerlendirmesi, Bilmezgi Çağı Kaçış Planı’mızın ilk adımını oluşturuyor.
Avrupa Komisyonu’nun 16 Ekim tarihli “Çevre Politikası için Bilim” (Science for Environment) bülteninde yayınlanan “Ekolojik tasarım, kullanıcıların elektrikle çalışmayan ürünleri nasıl koruyacağını dikkate almalı” (Eco-design should consider how users maintain non-electrical products) başlıklı makalede mutfak bıçağı ve kadın ceketi üzerinden yapılan bir çalışmadan bahsediliyor. Çalışmada, bu ürünler için en önce yaşam döngüsü değerlendirmesi yapılıyor (Evet doğru bildiniz, kaçış planımızın ilk adımı başarıyla tamamlandı).
Araştırmaya göre; mutfak bıçağında kullanılan malzeme, üretilirken kullanılan elektrik enerjisi ve bulaşık makinesinde yıkanması en zararlı olduğu aşamalar olurken, ceket iyi malzemeden üretilip iyi korunduğunda neden olduğu çevresel etki azalıyor. Sonuçları dikkate alarak bu iki ürünü ekolojik olmaları adına yeniden tasarlıyorlar (Hop! Geldi mi ikinci adım). Daha az çelik kullanıp daha az enerjiyle ürettikleri bıçağı, özel bir temizleme bezi ve bezin nasıl kullanılacağı ile ilgili talimatlarla birlikte tüketiciye sunuyorlar. Kolları ve etekliği takılıp çıkarılabilen ve bu sayede her mevsim kullanılabilen yeni ekolojik ceketlerin etiketlerine ise “Ütülemeyin”, “Kuru temizlemeye vermeyin” gibi ibareler ekliyorlar (Kullanıcılar olarak hangi adımdaydık diye meraklanmaya başlamıştık). Ve görüyorlar ki ekolojik bıçağın çevreye olan etkisi -her seferinde elde temizlenirse- %96 azalırken, ekolojik ceketinki %53 azalıyor.
Çalışma gösteriyor ki, kaçış planımızın ilk iki adımını üreticiler bir gayret atıverirlerse biz kullanıcılar da tüm iyi niyetimizle üçüncü adımı başarıyla tamamlayabiliyoruz ve Bilmezgi Çağı’na nanik yapıp faydalı bilgilerimizle çağın keyfine varıyoruz.
https://ec.europa.eu/environment/integration/research/newsalert/pdf/eco-design_non-electrical_products_environmental_information_services_sustainable_389na2_en.pdf
Akdeniz’i Kurtarın
30 Ekim’de yayımlanan “Akdeniz toprağının aşamalı bozunması gıda güvenliğini tehdit ediyor” (Mediterranean land degradation threatens food security) başlıklı makale, zeytin karası içimizi daha beter karartıyor. Makalede yer alan çalışmanın amacı, bu haşmetli bölgenin iklim değişikliği, turizm ve nüfus artışından nasıl etkileneceğine dair öngörülerde bulunmak.
Bahsedilen bölgeyi, makalede yer alan bilgilerle hemen tanıyalım: Güney Avrupa, Ortadoğu ve Kuzey Avrupa boyunca uzanan, 22 ülkeyi içine alan Akdeniz Bölgesi, 850 milyon hektarlık bir alanı kapsıyor (neredeyse Türkiye’nin 11 katı). 46.000 km boyunca uzanan sahilinin yarattığı 1 milyon hektarlık sulak alanın (suyun temizlenmesi, karbon tutulması gibi) sağladığı kritik ekosistem hizmetleri, yalnızca bir yıl için kilometrekare başına 2,4 milyon Euro değerindeymiş. Tüm arazinin yaklaşık %14’ü tarım alanıyken; Kıbrıs, Fransa, Yunanistan, İtalya, Malta, Portekiz, Slovenya ve İspanya’nın kapladığı toplam alanda tarım arazisi %34,4’e kadar ulaşıyormuş.
2005 yılında 428 milyon olan Akdeniz Bölgesi nüfusunun 2020 yılında 543 milyona ulaşacağı tahmin ediliyormuş. Sahilleri her yıl 300 milyon turist ağırlayan Akdeniz Bölgesi’nde yalnız Fransa, İtalya ve İspanya’ya gelen turist, toplamın %75’inden daha fazlaymış. İyi haber mi kötü mü bilinmez ama makalede yakında Türkiye’nin en çok turist alan dördüncü ülke olacağından da bahsedilmiş: Turizmin ekonomi açısından çok önemli olduğuna değinilirken, artan turist sayısının sahillerdeki problemleri çoğalttığına dikkat çekilmiş.
İklim değişikliğine gelindiğindeyse, kurak alanı %33 olan, kötü toprak yönetimi, aşırı otlama, ormanların yok edilmesi ve güçlü yangınlar gibi sorunlara halihazırda karşı koymaya çalışan bölgede, yarı-kurak alanların %30’u, çölleşmeden nasibini almaya başlamış bile.
Yapılan çalışmaya göre, eğer şehirleşme ve toprağın aşamalı bozunması aynı şekilde devam ederse, 2020 yılında Akdeniz Bölgesi 1960 yılına kıyasla 8.3 milyon tarım arazisini kaybedecek. Aynı zamanda nüfusu (yine 1960 yılına göre) iki katına çıkıp kişi başına düşen tarım arazisi 0,48 hektardan 0,21 hektara düşeceğinden, gıda güvenliği sorunları hortlayacak, haliyle bundan en çok Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkeleri etkilenecek.
İşin kötüsü, toprağın aşamalı bozunması sorununun öyle hemen söyleniverecek bir çözümü de yokmuş. Çalışmayı yapanların önerisi; Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, uluslararası ve yerel organizasyonların bir araya gelmesi. Böylece tarımın bölgedeki rolü yeniden değerlendirilip yetişen ürünler için en iyi topraklar korunmaya çalışılacak; tarımla ekoturizmin daha yakın ilişki içinde olması ve yenilenebilir enerji üretimiyle ilgili çalışmalar yürütülecek. Yıllardır peşlerine düştüğümüz Amerika ve Çin bile iklim anlaşmasına varmış, bu organizasyonlar mı bir araya gelemeyecek? Umudumuzu kaybetmeyelim, elbet bir şeyler düşünürler.
https://ec.europa.eu/environment/ integration/research/newsalert/ pdf/mediterranean_land_ degradation_threatens_food_ security_391na6_en.pdf
Oksijen Kıskançlığı
Çevre için yapılan bilimsel çalışmaların gezegensel endişeler yayması yeni bir şey değilken, 30 Ekim tarihinde yayımlanan “Dişi Balık, Kirli ve Oksijen Seviyesi Düşük Suda Cinsiyet Değiştiriyor” (Female fish swap sex in polluted, low-oxygen water) başlıklı makaleyle daha başka hislere de nail oluyoruz.
Balıklarda cinsiyet özelliklerinin erken larval gelişim döneminde sıcaklık, pH ve stok yoğunluğu gibi çevresel faktörlerden etkilenmesi; çoğu balıkta cinsiyet gelişimi, genellikle kuluçkadan çıktıktan hemen sonra başladığı için rastlanır bir şeymiş (Detaylı bilgi için Ege Üniversitesi, Su Ürünleri Fakültesi, Yetiştiricilik Bölümü’nün yaptığı “Çevresel Faktörlerin Balıklarda Cinsiyet Dönüşümüne Etkisi” isimli kapsamlı derlemeye göz atabilirsiniz.). O zaman korkacak bir şey yok demeyin çünkü çalışmada konu edilen balık türü, bilerek ve isteyerek, cinsiyet gelişimi tamamen çevresel faktörlere bağlı olmayan %10’luk balık türlerinin arasından seçilmiş.
Çalışmada, insan gibi cinsiyet genine, yani X ve Y kromozomuna sahip “Oryzias latipes” (Japanese medaka) isimli balık türünün döllenmiş yumurtalarını normal oksijen ve az oksijen miktarı içeren sulara yerleştirilerek, yumurtaların kuluçkadan çıkıp yetişkin olana kadar geçen 90 günlük süreçleri izleniyor ve aynı zamanda genlerin etkinliği de değişik aşamalarda mercek altına alınıyor. Normal oksijen miktarı içeren sudaki yumurtalar, sekizinci günde kuluçkadan çıkarken, az oksijen miktarı içeren sudakilerin bir gün daha kuluçkadan geç çıktığı gözlemleniyor.
Ve 90 gün sonrasında az oksijen miktarına sahip suda yetişen dişi balıkların %77’sinin fiziksel olarak erkek balık özellikleri gösterdiklerini gözlemliyorlar. %54’üyse yine genetik olarak dişi olmalarına rağmen yumurtalık yerine testis geliştiriyorlar. Yalnızca %3’ü de olsa hem genetik olarak dişi hem de herhangi bir erkeksi özellik göstermeyen balıklar da var. Bir de genetik olarak zaten erkek olanlar var ki, az oksijen onların pek umrunda olmuyor, hiç etkilenmiyorlar.
Balıklardan yola çıkarak erkek olmanın azıcık oksijenle bile mümkün olduğu sonucuna varabilir miyiz? Daha çok oksijene ihtiyaç duyan cinsin daha değerli olacağı zaten yadsınamaz. Yahu yoksa adamların derdi, sadece daha az oksijene ihtiyaç duyan cinsten olmak mı! Belki de kadın düşmanlığının altında, “Biz niye kadın değiliz” yatıyordur. Bu çalışmadan çıkardığımız sonuçlarla patrikaryal sistemin varoluşunu açıklasak bu çalışmayı yapanlara ve bilime çok mu ayıp etmiş oluruz? Tamam bilim ile spekülasyon, en yakın arkadaş değiller de artık bir seferlik bu harika çıkarım için sarılıversinler.
Neyse, gerçek sonuçlara dönelim: Sonuçta uzmanlar, dişi balıkların yumurta gelişimini yöneten genin, gelişimin ana aşamalarında az oksijenli çevre şartları yüzünden çok daha az aktif olabildiğine karar veriyorlar. Aynı zamanda cinsiyet kromozomu üzerinde olmayan, erkek kromozomu üzerinde erkek üreme organı gelişimini sağlayan genin iki misli olan bir başka genin, daha az oksijenli ortamda çok daha aktif çalıştığını da ekliyorlar.
Moralimizi de hiç bozmayalım, bilim her gün her an yeni bir bilgiyle karşımıza çıkıyor. Kadınlarla alınıp verilemeyen oksijen kıskançlığı mıdır nedir, elbet bir gün onu da söyler.
https://ec.europa.eu/environment/integration/research/newsalert/pdf/female_fish_swap_sex_low_oxygen_water_391na4_en.pdf