Kadir Has Üniversitesi öğretim üyesi Dr. Mine Yıldırım, örgütlenmenin yereldeki problemlere cevap vermesi gerektiğini hatırlatırken, “Bu, her birimiz kendi küçük yerel iklim krizi gündemimize kapanalım anlamına gelmiyor. Aksine yereldeki hayatlara değebildiği ölçüde küresel idealleri, iklim adaletini, iklim krizinin küresel seyrini konuşabiliyoruz” diyor.
Yazı: Bulut BAGATIR
Dünyada iklim konusu çevresinde oluşan gençlik hareketlerinin kitleselleştiğini ve sansasyonel eylemlerini görüyoruz bir süredir. Türkiye’de de bu alanda bir gençlik hareketi var ama oldukça yeni ve cılız olduğunu söyleyebiliriz. Tabii Türkiye aynı zamanda ciddi bir demokrasi krizi içerisinde. Bunu da hesaba katarak Türkiye’deki iklim ve gençlik hareketleri hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Türkiye’nin iklim krizinden ne kadar etkileneceğini düşündüğümüzde Türkiye’de de kuvvetli bir iklim gençlik hareketinin olması, genç kuşakların iklim hareketi içerisinden örgütlenmesi pek şaşırtıcı değil. Türkiye 85 milyon nüfusa sahip bir ülke. Nüfusun en az üçte biri 15-25 yaş aralığında. Türkiye, hem içinde bulunduğu iklim değişikliğinden etkilenecek Akdeniz kuşağının en genç ülkesi hem de Avrupa ülkeleri arasında en genç nüfusa sahip ülke. Buna bir de Türkiye’de ekolojik muhalefetin, çevre koruma konusunda toplumsal muhalefetin ve yerel örgütlenmenin hâlâ kuvvetli olduğunu eklememiz lazım. Türkiye’deki iklim değişikliği hareketinde elbette ki çok umut verici gelişmeler var fakat Avrupa’yla ya da Batı ile kıyaslandığında, son beş yıldır düzenli olarak artan bir görünürlüğe sahip olsa da aynı hareketlilikte görmüyorum. Türkiye’deki söylemin kuvveti biraz daha inişli çıkışlı seyrediyor. Hareket iklim grevi gibi zamanlarda ivme kazanıyor. Kuvvetli bazı eylemleri oluyor. COP zirveleri ve yine 2021 Mart’ta kuvvetli bir çıkış yaparak İklim için Gençlik hareketinin Türkiye’de kurulması bunlara örnek olarak verilebilir. Bir yandan sivil toplum kuruluşlarının iklim gençlik hareketleri var. Geniş, çok fazla bileşene ve paydaşa sahip bir iklim hareketi var ve görünürlük de kazanıyor. Ancak ben bu görünürlüğün toplumsal örgütlemeye, hareketin içerisine yeni bileşenler ya da farklı sosyoekonomik kesimlerden bileşenler katmaya aynı oranda yansıyıp yansımadığından emin değilim. Bu zaman içerisinde görebileceğimiz bir şey.
Rahatlıkla söyleyebiliriz ki demokratik açıdan bir baskı ortamı içerisindeyiz, haklar açısından çok ciddi kaygılarımız var. Elbette ki siyasi faaliyete ya da bir şekilde görünür olmaya istekli genç arkadaşların kaygılanmaları çok normal. Avrupa’daki eylemlerin biraz daha radikal eylemler olduğunu görüyoruz. Bir sanat eserinin yıpranmasına çok üzülmüştüm; çok tartışılabilir bir şey. Bu eylemin tabii ki sansasyonel bir tarafı var ama ben iklim eylemlerini topluma verdiği mesaj ve hareketi büyütmeye yönelik kapasitesi açısından da tartışmalı buluyorum. Hareketin, tabandaki hareketi ne kadar örgütleyebildiğiyle değerlendirmenin geçerli ve önemli olduğunu düşünüyorum ki Türkiye’de de bu zayıf. Avrupa’da demokrasi ve haklar açısından daha büyük hareketler, daha serbest bir alan; burada ise serpilen bir hareket var. Ama bu Avrupa’daki etkileri daha büyük demek değil. Avrupa’daki hareketlerin çevre düzenini ya da iklim krizinin siyaseti etkileme gücüne Türkiye’de sahip değiliz, gibi bir kıyaslama da doğru değil. Bugün Fransa’da 2 milyon kişi grevdeyken Türkiye’de grev yasakları var. Fransa’daki çok büyük bir toplumsal muhalefet ama Türkiye’de 2 milyon kişi greve çıktığında ne kadar önemli ve güzel gelişmeler olabilir hayal dahi edemiyoruz. Toplumsal hareketlilik var Avrupa’da. Türkiye’de daha sıkıştırılmış alanlarda mücadele etmeye çalışan bir hareket söz konusu. Yalnızca iklim gençlik hareketi değil, tüm toplumsal muhalefet açısından söylüyorum bunu. Ancak hakikaten çarpan etkisinin belki daha bile kuvvetli olabileceğini düşünüyorum. Bu nedenle umutsuz değilim. Çocuklar ve gençlik arasındaki örgütlenmelerin Türkiye’deki politik iklimden kötü etkilendiği aşikar. Ama her baskı kendi direnişini, muhalefetini yaratıyor. Yeni nesildeki iklim krizi kaygısının, endişenin harekete geçmeye evrilmesi için çok güzel ve uygun bir ortam, bir arka plan mevcut. Bunun da Türkiye’de çok önemli bir avantaj olduğunu düşünüyorum.
Özellikle Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerdeki ekonomik krizler ve eğitim hakkı, barınma hakkı gibi temel haklardaki çarpıcı sorunlar birincil endişe kaynakları arasında. İklim değişikliği ise bu sorunları çarpan etkisiyle daha da kuvvetlendirebilir. İklim eylemi bu noktada, gençleri de gözeterek nasıl cevaplar sunabilir?
İklim hareketi, iklim eylemleri ve iklim krizi çalışmaları sayesinde yaşadığımız toplumsal ve ekonomik krizin, iklim kriziyle ne ölçüde iç içe olduğu, ne kadar ayrışmaz olduğu bir kez daha ortaya çıktı. Gezegenin geleceği ve ekolojik dengenin korunmasına dair kaygıları ortaya çıkaran bir pandemi yaşadık. Pandemi de iklim krizini net bir şekilde ortaya koydu. İklim krizinin yıkıcı etkilerinin ne kadar eşitliksiz, ne kadar adaletsiz dağıldığına dair hem bir gerçeği hem de ne kadar adaletsiz ve farklılaşmış bir şekilde açığa çıktığını gösterdi. Pandemi tamamen bitmemekle birlikte kapıları biraz aralanıyor. Pandemi çağının içinde yaşıyoruz. İklim krizi, genel sağlık sorunlarının tümünü bütün yıkıcı etkileriyle birlikte artıracak. Bundan en çok etkilenecek yetişkin yaşına henüz gelmemiş olan nüfus kesiminin şimdiden tüm gelecek tahayyüllerinin, hayallerinin, arzularının, gelecekle ilgili herhangi bir düşüncelerinin en tekil ölçekten en geniş hayat projeksiyonuna kadar temelinden sarsıldığını düşünüyorum. İklim krizi kurduğumuz pek çok hayalin gerçekleşmesinin imkansız olduğunu ortaya çıkartıyor, belki de hareketin henüz kitlesel olarak Türkiye’de örgütlenememesinin bir nedeni bu. Çünkü bir şok etkisi var. Hareket kendi jenerasyonuna, sonraki jenerasyona ve bütün dünyaya diyor ki: “Bir geleceğimiz yok, bu gelecek hayallerini taşıyabilecek bir dünya yok.”
Dolayısıyla okul grevlerini, eğitimi de bu şekilde tüm eşitsizlikleriyle birlikte düşünmemiz gerekiyor. Yine de eğitimin sunduğu bir gelecek hayali var. Aksi halde neden eğitim alırsınız? Piyasanın bizi gördüğü şekliyle bir insanın beşeri sermaye olarak büyümesi, derinleşmesi, kendini gerçekleştirmesi, piyasanın sunduğu tüm hayallerin bile artık gerçekleşmesinin imkansız olduğu bir noktada. İklim hareketi bunu ortaya çıkartıyor. Dolayısıyla cevaplar da gençleri gözeten adımlardan gelecek. Ne kadar çok çalışırsanız, ne kadar sisteme dahil olursanız, ne kadar geniş ölçekte borçlanırsanız o kadar mutlu bir hayat olduğu algısı hem ekonomik kriz hem de iklim kriziyle birlikte tamamen çökmüş durumda. Bunda belki olumlu bir boyut vardır. Çünkü bu bir tür gerçeklik şoku. Aslında insanların kapasitelerinin sömürüldüğü, hem emek sömürüsüne hem de doğanın sömürülmesine dair ciddi bir uyanış, bir anlama anı. Bunun bir gelecek sunmadığına dair ciddi bir uyanış aslında. Hem iklim krizinin hem iklim eyleminin çocuklara ve gençlere sunduğu adalet perspektifinin bizimle birlikte ne yaşıyorsak bizden daha kötü durumda ve kırılgan olan kesimlere dair algıyı da ortaya çıkardığını düşünüyorum. Ben ne yaşıyorsam, benden daha yoksul olan arkadaşımı daha korkunç bir süreç bekliyor. Ben ne yaşıyorsam, sağlık hizmetine erişemeyen, sağlıklı gıdaya, suya erişemeyen akranlarımı giderek zorlayacak günler bekliyor. Artık iklim krizinden, ekolojik yıkımdan, hava kirliliğinden, sıcak dalgasından ya da iklim afetlerinden bizi koruyabilecek hiçbir güvenlikli site olmadığı, hiçbir organik gıda olmadığı algısının çocuklarda önemli bir şekilde oluşmakta olduğunu düşünüyorum. Bu da elbette iklim adaleti dediğimizde, yalnızca gezegeni en çok kirletenin en çok bedelini ödediği bir olgu değil, aynı zamanda nesiller arası adalet. Bir gelecek algısı yıkılırken başka türlü ve daha dönüştürücü olduğunu düşündüğüm bir gelecek.
Bireyin dünyadan ne aldığına ve dünyaya ne bırakacağına dair bir sorumluluk, dünyanın şu anki durumuna karşı ciddi bir farkındalık, belki bir öfke ifade ediyor. Greta Thunberg’in son konuşmalarının duygusal olarak etkileyici çok kuvvetli bir tarafı var. “Bu ne cüret” dediğinde bütün dünya gençleri ve çocukları için bir öfkeyi ifade ediyor. Bu öfkenin hissedilmesinin önemli olduğunu düşünüyorum. Bizlere karşı, daha yaş almış nesillere karşı bir öfke. Ama sadece yıkıcı ve kendini azaltan bir öfke değil, dönüştürücü ve kuvvetlendirici bir öfkenin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü adaletsizlik karşısında öfkeleniyoruz. Hem bizim geleceğimizi çalanlara dair hem de bizden sonraki nesle yapılanlara dair adaletsizlik fikrinin bir öfkeyi de beslediğini ama öfkenin de adalet mücadelesini ateşleyebilecek en önemli kaynaklardan biri olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla ben gençler öfkelendikçe çok mutlu olan biriyim ve ne kadar öfkelenip ne kadar yoğun bir dil kullandıklarının önemli olduğuna inanıyorum. O şok etkisi politik kapasiteyi artırıyor. Ekonominin nasıl günümüzde olduğu gibi işlemeye devam etmesi problemse siyasetin de öyle. Yeni bir dili kurmak adına duygusal yoğunluk çok kritik. Aynı şekilde ana kirleticilerin, küresel oyuncuların yeşil badana söylemleriyle bu duyguları, öfkeyi bastırmaya yönelik cevaplar üretmeye çalıştığını görüyoruz. Bu kolektif duygu yoğunlukları çok önemli. Mesele gençlik hareketinden ziyade sosyoekonomik yıkıma dair bir siyaset. Ancak bir aradalıklar olduğu sürece iklim hareketinin gençlere cevap sunabileceğini düşünüyorum.
Yeni bir dilden bahsettik. Türkiye’deki iklim politikaları aslında bu yeni dile biraz kapalı duruyor. Türkiye’deki iklim politikalarının oldukça yetersiz olduğunu alınan kararlardan ve izlenen patikadan biliyoruz. Adalet, hakkaniyet gibi temel yaklaşımlardan eksik politikalar iklim politikalarına da yansımış durumda. Bu politikalarda gençler kendilerine nasıl bir yer buluyor?
Bu dilde gençlerin kendilerine yer bulmasının zor olduğunu düşünüyorum. Arada bir tür boşluk, bir tür rezonans var aslında. Adalet, hakkaniyet, eşit ve adil dönüşüm, sınıfsal sömürü, emek sömürüsü, doğanın yıkımı, hak gaspı gibi emek siyasetinin ya da kapitalizmin toplumsal ve ekonomik eleştirilerine karşı bugüne kadar sosyal bilimlerin, toplumsal muhalefetlerin, toplumsal mücadele tarihinin biriktirdiği ve geliştirdiği kavramların gençlerin algısında referanslarının eksik olduğunu görebiliyoruz. Ben iklim krizi siyaseti üzerine dersler veriyorum, hareketle ilişkim de bu kavramların çalışılması, iklim krizi siyasetinin gelişmesiyle alakalı. İklim krizi siyasetinin gelişmesiyle ilgili şaşkınlığı görebiliyorum.
100-150 yıldır kapitalizme karşı gelişen toplumsal mücadele dili iklim gençlik hareketi içerisindeki arkadaşlara sanki yabancı bir dil gibi gelebiliyor. Aradaki depolitizasyon ya da apolitikleştirme, neoliberal düzen söylemleriyle kurulan, özellikle Türkiye’deki apolitikleştirmenin bir sonucu bu. İklim krizini toplumsal mücadeleler tarihinden koparmak, kapitalizmden koparmak bir ölçüde ne yazık ki başarılmış. Dolayısıyla kurduğumuz siyasi müdahalede Türkiye’de iklim politikalarında her neyin eksik olduğunu düşünüyorsak, hem iklim politikalarında hem de toplumsal algıda, yeni nesiller arasında da eksik. Tabiri caizse biraz demode kavramlar olarak düşünülüyor. İkili bir işimiz var. Hem ana akım siyasete iklim politikalarıyla müdahale etmek hem de bunun iletişimini yapmak. Toplumun apolitikleştirildiği, duyarsızlaştığı noktaların her birini iklim kriziyle birlikte düşünmemiz gerekiyor. İklim krizi duyarı olan ya da siyasete ve adalet fikrine iklim krizi üzerinden bakan genç arkadaşlara sömürülerin bağlantılarını anlatmamız gerekiyor. Ciddi bir görev var önümüzde. Bu bağlantıları kurmamız ve bağlantısalla ilişkiselliği göstermemiz çok önemli. Aradaki boşluğu kapatmak gerekiyor. Neoliberal piyasa düzeninin “Apolitik olmak mutluluğu getirir” vaadi çöktü. Son 30-40 yılda neoliberal düzenin üzerini örttüğü kavramları yeniden açmak gerekiyor. Her zaman emek sömürüsü ve ekolojik yıkımın bir arada olduğunu, emek sömürüsü ve toplumsal adaletsizliğin ve iklim adaletsizliğinin, iklim eşitsizliklerinin bir arada geliştiğini, dolayısıyla bunlara karşı mücadelenin de ortak bir dil ve perspektifle olması gerektiğini düşünüyorum.
Türkiye’nin farklı bölgelerinde gençlerin de içerisinde bulunduğu iklim eylemleri düzenleniyor. Ancak harekete baktığımızda daha çok İstanbul odaklı kişilerin/grupların öne çıkmış olduğunu görüyoruz. Çeperdeki gençlerin görünürlüğünün bu denli az olması bu ve benzer hareketlere zarar veriyor mu?
Kent çeperinde yaşayan ya da kent alanları dışında yaşayan gençlerin görünürlüğünün az olması hareketin meşrutiyetine zarar vermiyor belki ama kesinlikle hareketin kuvvetine zarar veriyor. İklim hareketinin kent ağırlıklı bir hareket olmasını dünyada görüyoruz. Aslında son 150 yıl içerisinde giderek kent nüfusu artıyor. Bu da şu anlama geliyor: Daha kitlesel hareketlerin mekanları kent mekanları aslında. Ancak iklim hareketinde işaret ettiğimiz eşitsizlik son derece hayati. Çünkü iklim krizinin yıkıcı etkilerini; kent alanları dışında, geniş tarım toprakları, kırsal alanlar, ovalar, dağlar, tarım ve hayvancılık yapılan yerler, kent dışında sanayileşmiş ve kentsel kamusal alanlar dışında etkilenecek çok büyük bir coğrafya ve nüfus var. Bunun nasıl entegre ve angaje edileceği önemli çünkü iklim krizinin bedelini en ağır şekilde ödeyecek milyarlarca insanın henüz entegre olamadığı bir hareket bu.
Yaşadığı gerçekliği siyasetin diline aktaramamış, dolayısıyla örgütleyememiş bir hareketten bahsediyoruz. Bu soruyu bizim her zaman açık tutmamız gerekiyor. Çünkü iklim eyleminin etik, politik aksı burada duruyor. Yalnızca kendi yaşadığımız gerçeklik değil, başkasının yaşadığı ve bizden daha kırılgan olan kesimler harekete dahil oldukça bu hareket örgütlenebilecek. Aksi halde kendi eko baloncuğumuz içinde konuştuğumuz bir hareket olarak kalır. Bazen Avrupa’daki gibi radikal eylemler yapabiliriz, ses getirebilir. Ancak ihtiyacımız olan bir anda yükselip görünürlük kazanan ancak daha sonra düşen bir hareket değil, düzenli ya da tutarlı bir şekilde genişleyen, örgütlenen bir hareket. Toplumda daha fazla gencin örgütlenebildiği, daha fazla yayılabilen bir hareket gerekiyor. Türkiye’deki bütün toplumsal hareketlerin de merkez üssü kentler oluyor, demokrasi mücadelesinde de böyle. Ama Türkiye bunun dışında da pek çok eşitsizliği barındıran bir yer. Doğuda zaten bir hak ihlali ve savaşların tarihi var. Her yereldeki yıkımın kendi gündemini ve siyasetini oluşturması gerekiyor, belki de en önemli şey bu. Doğu Karadeniz’de yaşayan bir genç tarımın yıkımını, kuraklığı, yağış düzenlerinin bozulmasını ya da ısınmayı başka türlü tecrübe edecek, bir balıkçı köyü başka şekilde tecrübe edecek, Akdeniz havzasında yaşayan bir genç başka türlü tecrübe edecek. Örgütlenme yereldeki problemlere cevap verdiğinde kuvvetli olur. Bu, her birimiz kendi küçük yerel iklim krizi gündemimize kapanalım, anlamına gelmiyor. Aksine yereldeki hayatlara değebildiği ölçüde küresel idealleri, iklim adaletini, iklim krizinin küresel seyrini konuşabiliyoruz. Bu pek çok başlıkta böyle, her zaman gündelik olarak, mekansal olarak, bedensel olarak insanların hayatındaki ekonomik yıkımı siyasete dönüştürmek önemli. Çünkü buralardan hassasiyetlerimiz, kırılganlıklarımız kuruluyor. Bunun nasıl olacağı da yerelleşmeyle ilgili. Mutlaka Türkiye’deki taşrada, kent dışındaki alanlarda iklim krizinin etkilerinin doğrudan iklim siyasetine dahil edilmesi gerekiyor. Eşitlik, adalet açısından çok önemli. Fırsatı olanın fırsatı olduğu yerde yaşadığımız krizi konuşabilmesini sağlamamız gerekiyor. Bu sayede ilham verebilir, bir mücadele aksı kurulabilir. Dayanışma buradan geliyor. Zaten eşitsizlikler ve şiddetle boğuşan coğrafyalarda bunun katlanarak artacağı, yani bu tablonun giderek daha kararabileceğini kendi aktörlerinin konuşabilmesi gerekiyor. Bunun için de bizim o söylemleri çok açık ve olabilecek en kapsayıcı şekilde örgütlememiz gerekiyor. Bu, Diyarbakır’daki insanlara gidip “Bakın, bu kuraklık hepinizi mahvedecek” diye İzmir’den konuşmak değil ama bir arada konuşmak. Bir aradalığı kurmak en büyük aciliyet bence.