2008’de Eurosolar Mimarlık Ödülünü Kazanan Çelik Erengezgin, Diyarbakır Belediyesi için tasarladığı, tüm enerjisini kendisi üreten ve atık vermeyen Türkiye’nin ilk “Güneş Evi” ile daha geniş kitleler tarafından tanınmaya başladı. Bu alanda onlarca projesi bulunan Erengezgin’in ismini önümüzdeki dönemde daha sık duyacağınızdan emin olabilirsiniz.
Çalışmalarını, kendi ürettiği “Enerji Mimarlığı” kavramıyla tanımlayan Çelik Erengezgin, eşi ve çocuklarıyla 30 yıl önce, Bursa’nm Ürünlü köyüne yerleşmiş. “Ekolojide neyin doğru, neyin yanlış olduğunu deneyerek öğrendik” diyen Erengezgin’in evinin bahçesine girince, başka türlü bir uygarlığın mümkün olduğuna inanmaya başlıyorsunuz: Doğayla barışık, estetik ve işlevsele Diyarbakır Belediyesi için hayata geçirdiği, Türkiye’nin ilk “Güneş Evi” ile daha geniş kesimlerce tanınmaya başlayan Erengezgin’i dinlerken, heyecanını ve geleceğe olan inancını paylaşmamak gerçekten imkânsız…
Yaptığınız çalışmaları “Enerji Mimarlığı” olarak tanımlıyorsunuz. Biraz açar mısınız bu tanımı? Bu kavramı ilk siz mi dile getirdiniz?
Maalesef ve sevinerek söylüyorum ilk kez ben söyledim. Maalesef diyorum, çünkü keşke daha önce bu noktalara gelmiş olsaydık. Gelecek endişesi adına yeşil mimarlık, çevreci mimarlık, çevre dostu binalar gibi sloganlar atılıyor. Bunların hepsi güzel, ama yapılan işi tam olarak tanımlamıyor. Bana biraz palyatif tedbirler gibi geliyor. Bence işin özü, enerji penceresinden mimarlıktır. O yüzden, bir kavram ararken, sonunda “Enerji Mimarlığı” dedim ve zihnimde son noktayı koydum. Sonra da, bu kavramın dokuz bileşenini, felsefi altyapısını oluşturmaya çalışırken, “Enerji Mimarlığı” diye yıllardır altını doldurmaya çalıştığım kavramın, bu dokuz paydayı birlikte kullanma becerisi olduğunu fark ettim. Önce sorunu doğru tanımlamalıydık, sonra da elbet elimizi çabuk tutmalıydık, çünkü gelecek bir gün mutlaka gelecek. Kaçacak delik yok.
Nedir size göre bu dokuz bileşen?
Bunlardan ilk dördüne ben “Sahne” adını verdim. Boşluk, Hava, Ateş, Rüzgâr. Yani yaşamsal mekânın ortamını, atmosferini oluşturan bileşenler. Bu aynı zamanda bir yaratım dizisidir. İlk önce boşluk vardı, sonra havayı oluşturan elementler. Oksijen yoksa zaten ateş de olmayacaktı. Ateş yoksa da rüzgâr.
Geri kalanlar?
İkinci bir dörtlüyle devam ettim ve onları da “Kurgu” olarak tanımladım: Toprak, Su, Ağaç, Tahta. Yani mekânın çatkısını, kurgusunu belirleyen bileşenler. Bu da aynı zamanda bir yaratım dizisidir: İlkönce fiziksel ve kimyasal oluşum ve ardından biyolojik süreç. Bu süreç toprakla başladı. Suyla canlandı, ağaçla taçlandı ve tahtayla korundu.
Sekiz etti. Sonuncusu?
Sonuncusuna “Bağlaç” ismini verdim: Metal. Niye bağlaç? Çünkü o, bileşenlerin birleştirenidir. Sahneye en sonra giren metal, mekân kurgusunun bağlacı, “makine” denilen güç ve medeniyet ölçeğinin vazgeçilmezi oldu. Günümüz hayatının her yerini dolduran petrol türevi plastiklerin hiçbiri bana göre vazgeçilmez değildir. Sürekli yenileniyor, değişiyor ve gelişiyorlar. Şimdilik tüm sentetik malzemeler sadece figüran rolündeler. Ve ne yazık ki, doğayı en çok kirleten de onlar.
Peki, bütün bu bileşenlerin, enerji ve enerji mimarlığıyla bağıntısı ne?
Klasik ve aktüel mimari anlayıştan “enerji mimarlığı” diye isimlendirdiğim anlayışı birbirinden ayıran bu dokuz faktörün “enerji” ile kopmaz bir bağı var. “Enerji dediğimiz nedir ve dokuz bileşenin neresindedir?” Haklı bir soru ve yanıtı da hayli basit. Bu bileşenlerin her biri, enerjinin tezahürlerinden biridir. Çok yüksek ve farklı frekanslarda salımlarm, kendilerini görünür yapmak için titreşimlerini düşürüp, gaz, sıvı ve katıya dönüşmüş halleridir. Yani gerçek ve tek ortak payda aslında zaten enerjidir. Hele bir elektron mikroskobuyla bakın tümüne. Metal de, ağaç da, güneş de, hava da olsa, hepsinin ortak özelliği; enerji taşıyan, sürekli devingen atom ve atom altı yapılandır.
Enerji mimarlığı; yapıların, nefes alma doğallığı ve ölçüsünde enerji kullanmasmı ve kendisine gerektiği kadarını da üretebilmesini öngörür. Ne bir fazla ne bir eksik™ Yaratım içinde, işe yaramayan ne bir eklenti, ne de fazla bir süs bulunur. Her varlık kendisine gerektiği kadar enerji üretir ve tüketir. Yaşam fonksiyonunun tam karşılığı olan deriyi ya da kabuğu kullanır. Onun formunu gösteriş değil, işlevsellik belirler.
Gerçekten ilginç ve özgün bir yaklaşım…
Enerji mimarlığı, pasta keser gibi ikiye veya dörde bölünmüş ve “her biri rastgele yönlere bakan,” çok katlı bir mahalle yaratmak anlamına gelmez. Yazın cayır cayır yanan bir binada oturmak ister misiniz? Ya da kuzeye bakan ve kışın ayazında donan bir evde? Rüzgârın yönünü de hızını da dikkate almalısınız. Yani enerji mimarlığı, kent tasanmmdan başlayan ve yapı malzemelerinin doğru seçimine uzanan sorumlu bir planlama sürecidir. Bunları dile getirdiğim bir makalem birkaç dünya diline tercüme edildi. Çünkü yabancılar da bu tanımı çok enteresan buldular. Belki tümü aynı anda yayınlanacak yurtdışında… Yani bu kavram bu haliyle bana ait ve bundan mutluluk duyuyorum.
Bu mantıkla yapılan bir yapı veya yerleşim ne kadar enerji tasarrufu sağlayacaktır?
Doğru yönlenme, doğru tasarım, doğru malzemeyle inşa edilen bir yapı yüzde 50 enerji tasarrufuyla başlar hayatına.
Peki, ne kadar bir ek maliyet gerektirir?
Hiç. Bu tür bir bina için klasik bir inşa yönteminden daha fazla para harcamanız gerekmiyor. Ama enerjinin yüzde 100’ünü kendisi üretecek bir yapı için ilave olarak yüzde 2550 gibi bir harcamayı göze almalısınız. Çünkü bu, elektronik ve mekanik bazı ek donanımlar gerektirir. Devletin bu bölümdeki harcamalar için teşvik vermesi gerekiyor. Almanya’da ve İspanya’da bu teşvikler artarak gerçekleştiriliyor. Merkel, son seçimden sonra 20 yıl vadeli kredilendirmeyi 45 yıla çıkarmış. Biz henüz Teşvik Yasasını bile çıkartamadık.