Sürdürülebilirlikle ilgili mesajların iletişimini korkutmadan, çok uzak geleceğe vurgu yaparak değil, konuyu daha yakına çekerek, duygusal bağ kurdurarak, belki mizah kullanarak yapmak doğru yol olabilir.
YAZI: Doç. Dr. Ahu ERGEN, Bahçeşehir Üniversitesi Öğretim Üyesi, [email protected]
“2078’de 75. doğum günümü kutlayacağım. Eğer çocuklarım olursa belki o günü benimle geçirecekler. Belki bana sizi soracaklar. Belki harekete geçmek için hâlâ vaktiniz varken neden hiçbir şey yapmadığınızı soracaklar. Çocuklarınızı her şeyden çok sevdiğinizi söylüyorsunuz. Ama yine de onların geleceğini çalmaya devam ediyorsunuz…” Bu sözler İklim Konferansı’nda konuşan 15 yaşındaki İsveçli Greta’ya ait. 3 Aralık’ta Polonya’nın Katoviçe kentinde başlayan Birleşmiş Milletler 24. İklim Konferansı, ben bu yazıyı kaleme almadan birkaç gün önce, 15 Aralık’ta son buldu. Altına 196 ülkenin imza attığı sonuç bildirgesinde küresel sıcaklık artışının 2 derecenin altına düşürülmesi ve bu hedefe ulaşmak için petrol, kömür gibi fosil yakıt kullanımının giderek azaltılması ve yenilenebilir enerjiye yönelme teşvik ediliyor. Ayrıca, gelişmekte olan ülkelere finansman, teknoloji transferi ve kapasite geliştirme imkanları sağlanması öngörülüyor. Bu arada zirvenin ev sahipliğini, enerji ihtiyacının büyük çoğunluğunu kömürden karşılayan Polonya’nın yapması ve sponsorluğunu da kömür şirketi Kompania Weglowa’nın üstlenmesi çokça eleştiri aldı. Bir hatırlatma daha: Trump, “İklim Anlaşması, ABD’nin çıkarlarına zarar veriyor. İklim konusunda daha adil bir anlaşma yapacağız” açıklamasında bulunduktan sonra, ABD Paris Anlaşması’ndan çekilmişti.
Seçenek Arttıkça Ortalamaya Yönelim Oluyor
İklim zirveleri, devletlerin siyasi ajandalarında sürdürülebilirliği nasıl konumlandırdıklarını anlamak bakımından kuşkusuz çok önemli. Ama biz yine bireylerin ve biraz da markaların cephesinde neler olduğuna dönelim. Sürdürülebilir yaşam biçimini tercih edenlerin sayısında artış var. Etik kavramı, sosyal sorumluluk, sürdürülebilirlik, şirket ajandalarında yerini almış durumda (yeşil gösterme yapanlar olduğu gibi gerçek yeşil şirketlerin varlığını da göz ardı etmemek gerekiyor). Gençler otomobil, ev ve ofis paylaşımına, sade yaşama, egzersiz yapmaya, sağlıklı beslenmeye eski kuşaklara göre daha meyilli. Çevresel duyarlılıkları önceki kuşaklara göre daha yüksek. Tüketime ve markalara bakışları farklı. Marka sadakatleri yok denecek kadar az. Sosyal sorumlu markaları seviyorlar. Bu onlar için bir tercih nedeni olabiliyor. Etik davranmayan markaları kendi sosyal ağlarında hızlıca örgütlenerek boykot edebiliyorlar. Diğer taraftan, ürün ve marka seçenekleri arttıkça insanların ortalamaya doğru yönlendiği görülüyor. Örneğin Amazon, film seçeneklerini artırdıkça, tüketicilerin klasik filmleri talep ettiğini fark etmiş. Benzer şekilde, P&G ünlü şampuan markasının çeşitlerini azaltma yoluna gitmiş. Seçenekler arttıkça, yanlış karar verme olasılığı artıyor ve beraberinde pişmanlık duygusu geliyor. Bizi sınırlandıracak şeylere olan ihtiyacımız her geçen gün artıyor. Pek çok markanın da bu gerçeğe uyum sağlamak zorunda kalacağını düşünüyorum.
Durgunluk Sonrası Tüketim
Diğer taraftan ekonomik krizlerin de uzun vadede sürdürülebilir tüketime katkı sağladığına dair bulgular mevcut. Nasıl mı? Harvard Business Review’da yer alan “Understanding the Post-Recession Consumer” (Durgunluk Sonrası Tüketiciyi Anlamak) adlı makalede, ekonomik durgunluk dönemlerinin ardından bazı eğilimlerin hızlandığı; örneğin basitliğe olan tüketici talebi ve gönüllü sadeliğin durgunluk sonrası hızlanan önemli eğilimler olduğu öne sürülüyor. İsraftan kaçınma, geridönüşüm, ikinci el ürünler satın alma, çocuklara geleneksel değerleri aşılama gibi davranışlardaki artış bu eğilimin göstergeleri. Başlarda bu davranış biçimine geçiş yapan tüketiciler sıkıcı ve renksiz görünme endişesi taşırken, ekonomik durgunluk, gönüllü sadeliği kabul edilebilir, hatta moda hale getirdi. Öte yandan, tüketiciler bu yaşam biçiminden kişisel ve fonksiyonel tatmin buldukça, uzun vadede bu eğilimin hız kazanacağı düşünülüyor.
Tabii ki bu olumlu adımlar çevresel etkiyi yaratabilmek için bir çığ gibi büyümeli. Bireylerin gezegene yönelik tutumları ile sergiledikleri davranışlar arasındaki ilişkinin daha fazla anlaşılmaya ihtiyacı var. Sürdürülebilir tüketime yönelik engelleri ortadan kaldırmak için disiplinlerarası yaklaşım gerekli. Tüketici davranışını nasıl değiştiririz? İlham veren değişimleri nasıl gerçekleştirebiliriz? Bu soruları yanıtlamaya, insanları sürdürülebilir davranmaktan alıkoyan nedenleri çok iyi anlamakla başlanabilir.
“Davranış Yerleştirme”
Okullarda her yaş grubuna hitap edecek farklı oyunlar, animasyonlar kullanarak konu çocukların ve gençlerin gündeminde tutulabilir. Sürdürülebilirlikle ilgili mesajların iletişimini korkutmadan, çok uzak geleceğe vurgu yaparak değil, konuyu daha yakına çekerek, duygusal bağ kurdurarak, belki mizah kullanarak yapmak doğru yol olabilir. Sürdürülebilir tüketime yönelik kampanyalarda, reklamlarda ya da projelerde hikayeleştirme ve ünlü kullanımı ile sosyal medyanın da gücü kullanılabilir. Örneğin, İngiltere’de “ürün yerleştirme”ye benzer şekilde “davranış yerleştirme” yoluyla sürdürülebilir davranışlar medyada yer buluyor. Toplu taşıma kullanma, ülke içinde tatil yapma gibi sürdürülebilir davranışlar, ünlüler ve uzman kişilerin rol aldığı davranış yerleştirme görüntüleri ile normalleştirilmeye çalışılıyor. Bir de ürünün çevreye yönelik faydalarına (karbon ayakizini düşürmesi, temiz su kaynaklarını koruması vb.) odaklı iletişim tek başına yeterli olmuyor. Sosyal ve bireysel faydaya odaklanmak önemli, çünkü çevresel faydaların algılanması hızlı olmuyor. Düşük çevresel kaygı duyan bazı tüketiciler bile, kişisel fayda vaat edildiğinde sürdürülebilir tüketim davranışı gösterebiliyorlar. Gidilecek çok yol var. Greta ve arkadaşlarına acilen kulak vermemiz lazım.