Tasarımcı, mimarlık teorisyeni ve eleştirmeni, akademisyen ve Emedya Design’ın kurucusu Gökhan Karakuş: “Z kuşağından öğrencilerim ve yeni mezun çalışanlardan gözlemlediğim, ellerindeki kaynaklar ve bilgiyle geleceği iyileştirme potansiyellerinin çok yüksek olduğu.”
RÖPORTAJ: Nefise KAHRAMAN
Gökhan Bey sohbetimiz başlar başlamaz bana evimin nerede olduğunu, balkonumun olup olmadığını, ışık alan cephelerinin hangi yönlere baktığını ve evime en yakın parkın nerede olduğunu sordu. Sağlıklı yapılar olmadan sağlıklı bireyler olamayacağımızı açıklayarak aslında insan ve sosyal açık alanlar arasındaki ilişkinin ruh sağlığına ne kadar çok etkisi olduğunu vurguladı. Gerek verdiği derslerde gerekse tasarım uygulamalarında biyofili kavramı (insanların diğer biyolojik sistemlere karşı içgüdüsel bir duygu ve bağ beslediğini savunan bir argüman) üzerinde duran Karakuş, Z kuşağı ile ilgili görüşlerini aktarıyor.
Siz Z neslinin üyeleri ile sık sık bir araya gelen ve bir akademisyen ve profesyonel olarak bu neslin iklim ve çevre konularına yaklaşımlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Z kuşağı sosyal medya ve blockchain dünyasında büyüyor. Kesinlikle algıları çok farklı. Fakat tam da onların neslinin şahit olduğu pandemi, iklim krizi, ekonomik çalkantılar ve yoğun kentleşme gibi çok ilginç gelişmeler yaşanıyor.
Pandemiden bağımsız olarak son 150 yıllık sanayileşme ve kentleşme sürecinin ardından tarihin en yoğun yapılaşmasına tanıklık ediyoruz. Bu son 30-40 yıldır bu daha da fazlalaştı çünkü gayrimenkul piyasasında yapılaşma bir yatırım aracı olarak görülüyor. Başka yatırım araçları Türkiye’de geri planda olduğu için herkes buna yatırım yapıyor. Fakat bu yaşam kalitesinin bir göstergesi değil.
Modern mimarlık uzun yıllar kullanışlı ve ışık alan, iç-dış mekân ilişkisi ve havalandırması daha iyi olan bina tipolojileri ortaya çıkarmaya çalışıyor. Fakat bu yoğunluktaki şehirlerde uygulamalar sekteye uğramaya başladı yeniden. Son 40-50 yılın çevresel psikoloji araştırmaları ve tezlerine baktığımızda artık yeni çağın teknolojik gelişmeleri sayesinde veri analizi ve ölçümler yapabilmeye başladık. Bunu bize teknoloji sağlıyor.
Teknolojinin getirdiği bir çevresel duyarlılık görüyorum gençlerde. Özellikle tüketim tercihleri de bunu doğruluyor. Bir akım veya yaklaşım nereden başlar? Önce elbette ki en yakından, insan ölçeğinden. Ne yediğimizden ve ne giydiğimizden, kullandığımız kozmetiklerden başlıyor. Sürdürülebilir kozmetikler ve ekolojik pazarlar son 6-7 yıldır hayatımızda. Bu tür ürünleri ağırlıklı olarak duyarlı gruplar tüketiyor. Fakat alım gücü ile ekolojik yaklaşım arasında ters bir orantı var. Gençler farkındalığı çok yüksek olmasına rağmen ekonomik yetersizlikler sebebiyle iklim ve çevre konularında bireysel katkıyı yaşam biçimlerine yansıtamıyorlar. Bunu daha ziyade fikir olarak benimsediler. Yine de alım güçlerinin yettiği oranda dönüştürülebilir ürünleri tüketiyorlar. Tekstilde büyük markaların geri-dönüşüm hareketlerini takip ediyorlar.
Fakat Z kuşağından üniversite öğrencileri, mimar ve tasarımcılar özelinde ben çok yüksek ilgi gözlemliyorum. İklim ve çevre konularındaki tüm gelişmelere hakimler, internette çok zaman harcıyor ve araştırma yapıyorlar. Özellikle araştırdıkları ilgi alanları sosyal medya kanallarının algoritmaları sayesinde önlerine düşüyor. Ana akım medyaya kıyasla sosyal medyada daha fazla içerik var böylece bilime, bilgiye göre hareket edebiliyorlar.
Biyofilik tasarım ve biyofili kavramları sizce Z nesli ile mi ön plana çıktı? Yoksa bugün tüm kuşakların vardığı bir nokta mıdır? Özellikle genç kuşağın yaşayan sistemlere duyduğu sevgiyi nasıl gözlemliyorsunuz?
Bir önceki kuşak tabii ki genel olarak “biyofili”den haberdar olmuş olabilir. Parka gidip kendini iyi hissetmek zaten doğal içgüdümüz zaten. Ama şehirlerdeki asıl yoğun yapılaşma özellikle son 10-15 yılda ortaya çıktı ve park ve açık alanların ihmal edilmesine sebep olduğu için aslında daha yeni gündeme gelen bir konu. Özellikle pandemi sürecinden sonra insanlar evlerine kapandı ve lokasyonun çok da önemli olmadığını, evin değerinin ise açık alanlara yakınlığı, yürüyüş ve park alanı imkanlarıyla belirlendiğini fark etmeye başladılar…
Z kuşağı kendi evlerini seçerken bu evleri adeta bir gardırop gibi görüyordu. Konutlarda kaliteli barınma mekânı arayışı ve algısı yeni oluşuyor. Doğadan kopup eve kapanınca insanlar “bu konut iyi değilmiş” diyebilmeye başladı.
İnşaat ve mimarlık sektöründe yıllardır ekolojik ölçümler yapan ve standartları belirleyen sertifika programları var. LEED ve BREAM gibi sistemleri yıllarca takip ettik. Yine de son zamanlarda oldukça garipsediğim bir ihmalimiz dikkatimi çekiyor, o da biyolojik bir sistem olarak bizim sağlığımızın binanın ekolojik sağlığıyla doğru orantılı olduğu gerçeği. 2017’den beri biyofilik tasarımı çalışıyorum ve gündeme getirdim. Önce doğal taş kullanımı ile ilgili bir yarışma açtık, biyofilik tasarımla ilgili bilgilendirmelere yeni başladık sayılır. Aslında bu hala oldukça yeni bir süreç ve Z kuşağı da bilgilenmeye yeni başlıyor.
Peki sizce günlük hayatımızda etkilerini ne zaman görmeye başlayacağız? Tasarıma gerçek anlamda ne zaman yansıyacak ve ne zaman kullanmaya başlayacağız?
Öğrenciler ve Z kuşağı bunu şu an öğreniyor olabilir ama yine de uygulanması zaman alacak. Bu biraz yatırımcıların yön vermesi gereken bir konu. Yatırımcıların biyofilik tasarımı benimsemesi gerekiyor ki mimar uygulayabilsin. Mimarlar bu noktada “yaşam tarzı” danışmanı gibi bir rol de üstleniyorlar.
Sanıldığının aksine biyofilik tasarım tarz, stil veya estetik bir alan değil; teknik bir alan. Hakikaten sağa sola bitki yerleştirilerek elde edilebilecek bir şey değil. Baştan sona uygulanması gereken bütünü görmeden yapılabilecek bir iş de değil. Yatırımcılar “doğal yaşam” gibi kriterleri son zamanlarda kullanmaya başladılar. Bu elbette işin trendy tarafı, sadece bir saksı koyarak bunu yapamazlar. Ya da bazı AVM’ler hava ölçümlerini ve hava kalitesini kriter olarak ölçmeye ve hatta bunu duyurmaya başladılar. Bu sadece Türkiye’de değil dünyada da böyle.
Ekoloji kavramı markalar tarafından biraz hayır işi olarak kullanılıyor, ağaç dikme ve su kalitesi iyileştirme gibi basit uygulamalarla dikkat çekmeye çalışıyorlar… Bunlar çevre-duyarlı insanların ilgisini çektiği için markalar bunu yapıyor olabilir ama bu oldukça soyut kalıyor. Biyofilik tasarımdaysa durum çok farklı, biyofilik tasarımda insanların doğaya karşı olan içgüdüsel ilgisi üzerinde duruluyor. Markalar bunu kullandığı vakit gerçekten bunu doğru şekilde kullanırsa insanları çekiyor. Alternatif aramak, tematik bir proje üretmek yerine doğanın “doğal çekim gücünü” kullanmak gerekiyor. Bu hem şirketler için bir araç hem de ekolojiye gerçek anlamda katkıda bulunuyor.
Bu çalışmaların üst ölçekte ve kentsel ölçekte iklim değişikliği ve ekoloji konusunda değişimler yaratması, olumlu etki sağlaması elbette uzun sürecek çünkü ufak adımlar halinde ilerleyecek ve bireyden topluma doğru yayılacak. Uygulama aşağıdan yukarı doğru ilerleyecek. Elimizde bazı araçlar ve sertifikalar var karbon-sıfır kriterleri açısından. Hatta ruh sağlığını da merkezinde alan, “Well Certificate” gibi binaların insan yaşamına etkileri hakkında yeni çalıştığımız sertifika sistemleri de var ve yakında onlar da hayatımıza dahil olacak. Bu bütünleşme ile standartlar birbirine atıfta bulunarak uygulanabilir hale getiriliyor. Ben de son dönemde Well Sertifikasının Türkiye’ye adaptasyonuna katkı sunuyorum. Aslında elimizde araçlar var. Batı ülkeleri bilimsel olarak bunun peşinde ama Türkiye’deki yansımaları için çabalarımız şu anda sürüyor diyebilirim.
Workshop ve seminerlerinizde Z Kuşağından aldığınız reaksiyonları nasıl yorumlarsınız? Onlar için kaygılı, tepkili, tepkisiz veya öfkeli bir nesil demek doğru olur mu? Farkındalıkları yüksek mi sizce?
Biyofili konusuna aslında üniversitelerde özel olarak açılan derslerde yer verebiliyoruz. Çok yaygın bir konu olmamasına rağmen meraklı ve ilgili öğrencilerin büyük ilgisiyle devam ediyor. Ancak zorunlu dersler olmadığından yaygınlığı az. Fakat Z kuşağı üyeleri öfkeli veya kaygılı olmaktan ziyade imkanların yetersizliğinden kaynaklı köşeye sıkışmış durumda olabilirler. Bu bahsettiğim yetersiz imkanlar bilgi eksikliğinden kaynaklı değil. Ellerindeki araçlar sınırsız, bilgi sınırsız, teknoloji ve sensörlerle ölçümler ve gerçek verilere ulaşma konusundaki imkanları sınırsız. Data toplama ve ölçme ve tüketimde buna göre organize olma eğilimleri artacak gelecekte. Yine de asıl sorun faaliyete geçirme konusunda yaşanacağından ve desteğe ihtiyaç duyduklarından hala köşeye sıkışmış durumdalar.
Gençler bundan sonra uzaktan ve esnek çalışacak, seyahat ve mekân kullanımından tasarruf ederek bizden çok daha verimli olacaklar.
Pandemi sonrası bu kuşak tüm bu bilgi ve bilinci “iş yapma biçimlerine” de yansıtacak. İnsan ve çevre arasındaki ilişkinin önemi ve yaşayan sistemlere duyulan sevgi de günden güne artacak. Gençler bundan sonra uzaktan ve esnek çalışacak, seyahat ve mekân kullanımından tasarruf ederek bizden çok daha verimli olacaklar. Ayrıca onlarda bir “maker culture” gözlemliyorum. Tıpkı annelerimizin dikiş kalıpları toplayıp kendi kıyafetlerini dikmesi gibi onlar da her şeyi kendi elleriyle yapmak istiyorlar; yemek programları izliyorlar, evin içinde üretiyorlar, satın almayıp “kendin yap” mantığıyla hareket ediyorlar. Bu biraz geleceği gösteriyor. Z kuşağının iklim ve çevreye etkileri önce ne yediklerinden başlayıp ne giydiklerine, nasıl yaşadıklarına yansıyacak. Ondan sonra şehir ölçeğinde etki sağlayabilirler. Kesinlikle fark yaratabilirler. Markalar bu kuşağa göre pozisyon aldığında geleceği şekillendirecekler diyebilirim.
Z kuşağının iklim ve çevreye etkileri önce ne yediklerinden başlayıp ne giydiklerine, nasıl yaşadıklarına yansıyacak. Ondan sonra şehir ölçeğinde etki sağlayabilirler.
Bu konuda eklemek istedikleriniz var mı?
Biyofilik tasarım, fit-well sertifikası ve psikolojik sağlık üzerine konuşulmayan tabuların yıkılması adına çalışıyorum. Bu konularda uygulamaları yapmaya başladık, konut bahçeleri ve parklarda biyofilik tasarım kriterlerini uygulamaya başladık. Aynı zamanda doğal taş sektöründe çalışıyorum, yerel olan ve tamamen doğal olan bir malzeme olan taşın kullanımını insan sağlığı açısından önemsiyorum. Ayrıca daily-driven design, çevre psikolojisi üzerine verilere dayanan tasarımlar konularında çalışıyoruz. Öte yandan İBB Park ve Bahçeler Müdürlüğüne danışmanlık yapıyorum ve insan sağlığına destek verecek katkılar sunuyorum. Kısacası insanın daha iyi bir hayat yaşamasını sağlayan bir sektördeyim. Samimi olmam gerekirse markalardan ve girişimcilerden daha hızlı hareket etmelerini beklerdim. Oldukça yavaş ilerlediğini düşünüyor ve onları bu konularda farkındalığa davet ediyorum.
Gençler çok donanımlı ve bilgilerini uygulamaya dökebilmeleri ve nihayetinde yaşam kalitesini arttırabilmeleri için desteğe ihtiyaçları var. Yatırımcılar emin olsunlar ki projelerinde gerçek anlamda doğaya yer vermeye başladıklarında zaten daha fazla kazanacaklar. Herkesi hem bireysel hem de toplumsal olarak ekolojik yaşamaya çağırıyorum.