Doğal kaynaklarımızın sorumsuzca tüketilmesinin bedeli çok ağır. Gezegenimizi benzeri görülmemiş bir hızla yok ediyoruz ve bu süreçte birçok bitkiyi, hayvanı ve ekosistemi kaybediyoruz. İnsanlığın sağlığı ve refahı gezegenin biyolojik çeşitliliğine bağlı.
Yazı: MJ Altman
Çeviri: S. Sena AKKOÇ
Ekosistemler ve habitatlar bozulup yok olurken gezegenimizdeki tüm yaşam biçimlerinin birbirine bağlılığı, yani biyolojik çeşitliliği tehlike altında. Topraklarımızı, okyanuslarımızı ve sularımızı korumaya yönelik yeni bir küresel anlaşmanın ışığında, biyolojik çeşitliliğin gerçekte ne anlama geldiğini ve Dünya’daki yaşamı korumak için ne gerektiğini anlamamız gerekiyor.
Mikroskobik mantarlardan devasa ormanlara kadar uzanan biyolojik çeşitlilik, dünya üzerindeki 4,5 milyar yıllık evrimi ve tüm yaşam biçimlerini ifade ediyor. Biyolojik çeşitlilik yiyeceklerimizden, toprağımızdan, suyumuzdan, hava durumumuzdan, hatta soluduğumuz havadan bile sorumlu.
“Anlaşmadan Eyleme: Biyolojik Çeşitliliği Yeniden İnşa Etmek”
Geleceğimiz için çok önemli roller üstlenmesine karşın biyolojik çeşitlilik konusu son yıllara kadar iklim değişikliği üzerine yapılan konuşmaların arasında kayboluyordu. Ancak Aralık 2022’de, 200 ülkeden liderler, bir dönüm noktası olarak görülen Birleşmiş Milletler (BM) Kunming-Montreal Küresel Biyolojik Çeşitlilik Çerçevesi’ni kabul etti. Gezegenin kara, okyanus ve iç sulardaki biyolojik çeşitliliğinin %30’unun korunması için çağrıda bulunan çerçeve, aynı zamanda ekosistemlere verilen hasarları düzeltme ve ekosistemleri koruma amacıyla 23 hedefi içeriyor.
Bu yılki 22 Mayıs Uluslararası Biyolojik Çeşitlilik Günü de 15. Taraflar Konferansı’nda Kunming-Montreal Küresel Biyolojik Çeşitlilik Çerçevesi’nin kabulüne referansta bulunarak “Anlaşmadan Eyleme: Biyolojik Çeşitliliği Yeniden İnşa Etmek” teması ile kutlanıyor.
Biyolojik çeşitliliğe dair öne çıkan noktalar şu şekilde:
Biyolojik çeşitlilik dünya üzerindeki tüm türlerin toplamından daha fazlası. Ekolojist Dr. Thomas Lovejoy, “Biyolojik çeşitlilik dünya üzerindeki tüm türlerin toplamından çok daha karmaşık. Biyolojik çeşitlilik, türler, habitatlar ve biyomlar içindeki çeşitliliği de kapsıyor. Biyolojik çeşitlilik olmadan Dünya’da yaşam olması mümkün değil. Çoğu zaman farkında olmasak da yaşamın çeşitliliği bize temiz su, oksijen, yediklerimiz, giydiklerimiz ve barındığımız yerler gibi ihtiyacımız olan her şeyi sağlıyor” diyor.
Biyolojik çeşitliliğin hayatımızdaki etkisini ve önemini daha yeni anlamaya başlıyoruz. Dünya’nın ekosistemleri birçok yönden sır olarak kalan hassas ve büyüleyici bir yaşam karmaşasına dayalı. Biyolojik çeşitlilik terimi bile bilim dünyasına 1980 yılında Dr. Lovejoy’un türlerin kaybı üzerine yayımladığı makaleye kadar tanıtılmamıştı. Bilim insanları gezegende hâlâ yeni yaşam formları keşfediyor ve var olan türleri tanımlamaya çalışıyor.
Gezegenin biyolojik çeşitliliği tıbbi ve bilimsel gelişmeler için henüz kullanılmamış müthiş bir potansiyele sahip. Lovejoy, “Yellowstone kaplıcalarındaki bir bakterinin adli tıp için devrim yaratacağını ve insan genomu projesini mümkün kılacağını kim düşünürdü?” diyerek tıp dünyasında devrim yaratan bir mikrobu örnek gösteriyor.
Bugün tüm modern ilaçların dörtte biri tropik bitkilerden elde ediliyor. Son yıllarda Nova Scotia’daki araştırmacılar, antibiyotiğe dirençli bakterileri etkisiz hale getirebilen bir toprak mantarı keşfetti. Bu ve benzer keşifler tıp ve tarım alanlarına muazzam yenilikler getirebilir.
İklim değişikliği ve biyolojik çeşitlilik birbiri ile bağlantılı. İklim değişikliği biyolojik çeşitlilik kaybına yol açıyor, biyolojik çeşitlilik kaybı ise iklim değişikliğine yol açıyor. Nasıl mı? Ekosistemleri yok etmek, fosil yakıt yakmaktan daha fazla karbondioksit emisyonuna yol açıyor. Bir yandan fosil yakıt yakmanın sonuçları hem habitatları hem de vahşi yaşamı tehdit ediyor. Örneğin 2019’un sonlarından 2020’nin başlarına Avustralya’daki orman yangınları sırasında 3 milyar hayvan öldü veya yerinden oldu. Bu yılın başlarında Avustralya Hükümeti resmi olarak koalaları nesli tükenmekte olan bir tür olarak ilan etti.
Geçen yılki COP27’de dünya liderleri, biyolojik çeşitlilik kaybı ve bu kayıpların geçim kaynakları üzerindeki etkileri de dahil olmak üzere iklim değişikliğinin etkilerini hisseden toplulukları desteklemek için “Kayıp ve Hasarlar” Fonu oluşturmaya karar verdi.
Biyolojik çeşitlilik iklim değişikliği adaptasyonuna yardımcı olabilir. Birleşmiş Milletler, biyolojik çeşitliliği iklim değişikliğine karşı en güçlü doğal savunmamız olarak görüyor. Kara ve okyanus ekosistemleri insan kaynaklı emisyonların %60’ını yakalıyor ve gezegenin büyük miktarlarda karbondioksit depolamasını sağlıyor. BM Kalkınma Programı (UNDP) ve Papua Yeni Gine Hükümeti tarafından yapılan tahmine göre, çevre korumaya yatırılan her bir dolar, ekosistem hizmetlerine (su yönetimi, kıyı koruma ve karbon depolama gibi) 2 bin 500 dolardan fazla kazandırıyor. Bu nedenle 17 “mega çeşitlilik” ülkelerinden biri olan Papua Yeni Gine’de biyolojik çeşitliliğin korunması için ilk ulusal ve bağımsız Biyolojik Çeşitlilik ve İklim Fonu başlatıldı.
Biyolojik çeşitliliğin azalması hastalık risklerini artırıyor. Bilim camiası yıllardır biyolojik çeşitlilik kaybının bulaşıcı hastalıkların yayılmasını artırdığı konusunda uyarıyor. Çünkü çeşitliliğin yok olması ekosisteme öngörülemeyecek şekilde zarar veriyor, doğal yaşam alanlarını yok ediyor ve insanların yaban hayatı ile etkileşimini artırıyor. Biyolojik çeşitlilik aslında insanlar ve hayvan kaynaklı hastalıklar arasında bir bariyer görevi görüyor.
Kerestecilik, çiftçilik, madencilik, yaban hayatı ticareti ve tüketimi gibi biyolojik çeşitlilik kaybının ardındaki insan faaliyetleri sırasında hayatta kalabilen türler genellikle patojenleri barındıran fareler ve sivrisinekler gibi “hastalık vektörleri” oluyor. Sonuç olarak ortaya çıkan bulaşıcı hastalıkların yaklaşık %75’i zoonotik kökenli.
Bu nedenle Brezilya Fioocruz Amazônia’da çalışmalar yürüten Dr. Alessandra Nava ve Virüs Avcıları Ekibi, dünyanın en büyük yağmur ormanlarında yarasalar, maymunlar ve kemirgenlerde hastalıkların yayılımını izliyor. Bilim insanlarının amacı, ormandaki yaratıkların içerdiği patojenleri insanlarla temasa geçmeden önce fark ederek gelecekteki pandemilerin önüne geçmek. İnsanların ayakizi genişledikçe yaban hayatı ve dolayısıyla hastalıklarla karşılaşma olasılığı daha da artıyor.
Gezegenimizin biyolojik çeşitliliği eşikte. Şu an yaklaşık 1 milyon tür yok olma tehlikesi ile karşı karşıya. Bu, tarihteki herhangi bir dönemde gözlemlenen yok oluştan 1000 kat daha hızlı bir yok oluşa işaret ediyor. Durumun suçlusu ise çoğu insanın tüketim, üretim, seyahat ve yaşam alışkanlıkları. 2019 yılında yayımlanan bir BM raporu, gezegenin karasal ortamının %75’ini, denizlerin %40’ını, akarsu ve nehirlerin ise %50’sini değiştirdiğimizi tespit etti. Tatlı su kaynaklarımızın yaklaşık dörtte üçü nehirlerimizi, akarsularımızı, denizlerimizi ve toprağı kirleten böcek ilaçları, gübreler, yakıtlar ve antibiyotikleri kullanan tarım veya hayvancılık faaliyetlerine ayrılıyor.
Her gün endüstriyel üretim ve tarım nedeniyle yaşam alanları yok ediliyor, toprağımız ve suyumuz bozuluyor ve doğal kaynaklarımız tehlikeye atılıyor. Son 20 yılda gezegenimizin mercan resiflerinin yarısını kaybettik, Amazon Yağmur Ormanları’ndaki ormansızlaşma ise rekor seviyelere ulaştı.
Sürdürülebilirlik Tek Yol!
Doğal kaynaklarımızın sorumsuzca tüketilmesinin bedeli çok ağır. Gezegenimizi benzeri görülmemiş bir hızla yok ediyoruz ve bu süreçte birçok bitkiyi, hayvanı ve ekosistemi kaybediyoruz. İnsanlığın sağlığı ve refahı gezegenin biyolojik çeşitliliğine bağlı.
Diğer yandan iş yapmanın daha çevreci ve sürdürülebilir yolları aranıyor. Şirketler tedarik zincirlerinin ayakizini azaltmaya, yeniden kullanımı çoğaltmaya ve döngüsel ekonomik modelleri yaygınlaştırmaya çalışıyor. Aynı zamanda giderek daha çok vatandaş, tükettikleri ürünlerin sürdürülebilir kaynak kullanımını ve sosyal olarak adil koşullarda üretilip üretilmediğini takip ediyor.
Biyolojik çeşitlilik sorununun çözümü, doğaya ve dünyamız içindeki yerimize yaklaşımımızı değiştirmekten geçiyor. Dr. Lovejoy’un BM’ye söylediği gibi, “Doğayı insan egemenliğinin ortasında etrafı çitlerle çevrili bir varlık olarak görmek değil, insanlığın da doğanın bir parçası olarak görüldüğü bir algı değişikliği gerekiyor.”
Yazının aslına buradan ulaşabilirsiniz.