Sanatçıların, buzulların dramatik dönüşümünü zamana ve mekana tanıklık ederek aktarması, ekolojik sorunları soyut kavramlar olmaktan çıkarıp, onları duygusal ve kişisel deneyimlere dönüştürüyor. Kendi deneyimimde de gördüğüm gibi, bu tarz sanatsal pratiklerin insanları bilinçlendirme ve onları harekete geçirme konusunda büyük bir potansiyeli var. Sanat sayesinde insanlar sorunun gerçekliğini hissediyor ve çözümün bir parçası olmaya daha güçlü bir şekilde ikna oluyorlar.
Bahar Nihal ERSÖZLÜ, İçerik Yöneticisi, Ba’ndo
Dünya Su Günü 2025’in “Buzulların Korunması” teması benim için derin ve düşündürücü bir anlam taşıyor. Buzulların gezegenimizin yaşam döngüsündeki önemli rolünü her geçen gün daha net fark ederken, bu devasa buz kütlelerinin hızla yok oluşuna tanık olmak oldukça endişe verici.
Antarktika’dan Grönland’a, Himalayalar’dan Patagonya’ya kadar dünyanın farklı coğrafyalarındaki buzullar, gezegenin iklim dengesinde adeta birer hassas sensör görevi üstleniyor. Buzulların erimesi, insanlık olarak doğayla kurduğumuz ilişkiye dair ciddi bir varoluşsal krizi de ortaya koyuyor. Bence mesele her şeyden önce etik ve felsefi bir boyut taşıyor; doğayla olan bağımızı yeniden düşünmemizi gerektiriyor.
Son yüzyılda insanlık ve su arasındaki sembolik ilişkinin önemli bir dönüşüm geçirdiğini söyleyebiliriz. Eskiden sonsuzluk, özgürlük ve keşfedilmemiş gizemlerle dolu görülen su, günümüzde küresel tüketimin atıklarının ve insanın doğaya verdiği zararın somut sembolü haline geldi. Plastik atıklarla dolan okyanuslar, Pasifik’te oluşan devasa atık adaları ve gözümüzün önünde hızla yok olan buzullar, gezegenimizin sağlığına yönelik ciddi tehdidin açık yansımaları. Bana kalırsa dünya denizlerini kaplayan plastik atıklar ve eriyen buzullar, insanlığın bilinçaltında bastırdığı suçluluk ve korkunun fiziksel tezahürleri.
Tam da bu nedenle çağdaş sanatın, özellikle belgesel fotoğraf ve video enstalasyonlarının, bu krizi görünür ve hissedilir kılmadaki gücü yadsınamaz. Sanatçıların, buzulların dramatik dönüşümünü zamana ve mekana tanıklık ederek aktarması, ekolojik sorunları soyut kavramlar olmaktan çıkarıp, onları duygusal ve kişisel deneyimlere dönüştürüyor. Kendi deneyimimde de gördüğüm gibi, bu tarz sanatsal pratiklerin insanları bilinçlendirme ve onları harekete geçirme konusunda büyük bir potansiyeli var. Sanat sayesinde insanlar sorunun gerçekliğini hissediyor ve çözümün bir parçası olmaya daha güçlü bir şekilde ikna oluyorlar.
Bu bağlamda, Chris Jordan’ın eserlerine bakmakta fayda var; çünkü Jordan, suyun sembolik ve maddi gerçekliklerine dair rahatsız edici ama çok etkili bir sorgulama yapıyor.
Jordan’ın 2007 tarihli Shipping Containers adlı eseri, kontrolsüz üretim ve tüketim döngüsünü gözler önüne sererken tüketim toplumunun gezegen üzerindeki yükünü sembolik olarak ortaya koyuyor. Sanatçının 2009’da hayata geçirdiği Gyre isimli çalışması ise Pasifik Okyanusu’ndan toplanmış plastik atıkları kullanarak oluşturduğu sanatsal düzenlemelerle insanlığın doğaya verdiği hasarı çarpıcı biçimde görünür hale getirmiş.
Chris Jordan’ın Midway: Message from the Gyre (2009) serisi ise özellikle trajik ve etkileyici. Plastik atıkları yiyerek hayatını kaybeden albatros yavrularının çarpıcı görüntüleri, doğa üzerindeki yıkıcı etkimizin boyutlarını net bir şekilde belgelemiş ve günlük hayatımızda önemsemediğimiz alışkanlıklarımızın vahşi yaşam üzerindeki ölümcül sonuçlarını tüm çıplaklığıyla göstermiş.
Jordan gibi Allan Sekula, Edward Burtynsky ve Pam Longobardi gibi çağdaş sanatçılar da benzer bir yaklaşımla, ekolojik meseleleri sanat aracılığıyla toplumun gündemine taşıyorlar.
Allan Sekula‘nın çalışmalarına baktığımızda, suyun ve emeğin kesişim noktalarında şekillenen güçlü ve sarsıcı bir sosyal eleştiriyle karşılaşıyoruz. Özellikle Fish Story (2002), The Lottery of the Sea (2006) ve The Forgotten Space (2010) gibi eserlerinde Sekula, denizleri küreselleşmenin ekonomik ve sosyal boyutlarının sahnesi olarak sunmuş.
Marxist bir bakış açısından hareket eden sanatçı, üretim süreçlerinin arka planındaki sömürü ilişkilerini ve endüstriyel faaliyetlerin doğada bıraktığı derin izleri sorgulamış. Bu sorgulamalar, çevresel sorunların işçi sınıfıyla nasıl iç içe geçtiğinin de güçlü bir hatırlatıcısı. Sekula’nın eserlerini takip ederken doğanın sömürüsüyle emeğin sömürüsünün aslında birbirini nasıl beslediğini fark edebiliriz. Bu da bizi çevresel adaleti toplumsal adaletten ayrı düşünemeyeceğimiz konusunda daha bilinçli hale getiriyor. Sekula’nın işleri, insanı hem çevreye hem de toplumdaki eşitsizliklere karşı harekete geçmeye çağıran bir duyarlılığa yöneltiyor.
Edward Burtynsky de çağdaş fotoğrafçılığın önemli temsilcilerinden. Burtynsky, özellikle doğal peyzajların üzerinde oluşturduğumuz endüstriyel sistemleri ve bu sistemlerin çevresel etkilerini belgeleyen etkileyici fotoğraflarıyla tanınıyor. Sanatçı, fotoğraflarıyla insanlığın endüstriyel faaliyetlerinin doğa üzerindeki etkilerini ortaya koyarak toplumun dikkatini bu önemli meseleye çekiyor ve derin bir sorgulama alanı yaratıyor.
Where I Stand: A Behind the Scenes Look at Edward Burtynsky’s Photographic Essay, Water
Pam Longobardi ise okyanus kirliliği ve tüketim toplumunun yarattığı sorunlara dikkat çeken çalışmalarıyla biliniyor. Longobardi’nin sanat pratiği, çocukluğundan itibaren suyla olan derin bağından beslenmiş. “Drifters Project” adlı girişimi ile dünya okyanus akıntılarının bıraktığı plastik atıkları toplayarak bu malzemeleri etkileyici enstalasyonlar, kamu sanat projeleri ve fotoğraf çalışmaları haline getirmiş. Longobardi, eserlerinde plastik atıkların doğayla etkileşimini sorgulayarak tüketim kültürünün yarattığı çevresel krizlere dikkat çekiyor.
Çağdaş sanatın çevresel ve toplumsal sorunlara dair farkındalık yaratmadaki etkisinden söz etmişken, Türkiye’de gerçekleşen güncel ve çok disiplinli bir proje, bu etkinin yerel ve uluslararası işbirlikleriyle nasıl güçlenebileceğine güzel bir örnek oluşturuyor.
Türkiye ve Birleşik Krallık işbirliğiyle hayata geçen bir projeden bahsetmek istiyorum. İzmir merkezli Teos Kültür Sanat Derneği ile İngiltere’den Invisible Dust’ın liderliğinde hazırlanan Forecast Türkiye: Suyun Hafızası projesi, sanat, ekoloji ve kültürel mirası aynı zeminde buluşturarak farklı bakış açılarını bir araya getiriyor.
Proje kapsamında İzmir’in Selçuk ilçesi çevresinde bulunan Küçük Menderes rotası ile Barutçu, Gebekirse, Kazan ve Belevi gölleriyle birlikte Pamucak kıyı bölgesindeki antik bataklıklar inceleniyor. Bilim insanları, sanatçılar, akademisyenler ve yerel toplulukların katılımıyla yürütülen çalışmalarla, bölgenin ekolojik ve kültürel değerleri yeniden keşfediliyor. Bu süreçte gerçekleşen saha araştırmaları, sanatsal üretimler ve forumlar sayesinde, doğa-insan ilişkisinin geleceği üzerine kapsamlı tartışmalar açılıyor.
Ekim 2024 – Ocak 2025 arasında gerçekleşen ilk etapta, yerel ve uluslararası katılımcılar birlikte üretim yaparak farklı perspektifler kazanmış. Projenin sonunda ise 5 Nisan 2025 tarihinde Selçuk Efes Yaşam Köyü’nde bilim insanları, tarihçiler ve yerel toplum temsilcilerinin katılımıyla bir sempozyum gerçekleştirilecek. Ardından 12 Nisan’da Selçuk Kent Efes Belleği Merkezi’nde açılacak bir sergi ve yayımlanacak bir sanat kitabıyla proje geniş kitlelerle buluşacak.
Forecast Türkiye: Suyun Hafızası projesi, hem uluslararası diyaloğu hem de yerel ekolojik bilinci güçlendirme açısından benim çok anlamlı bulduğum örneklerden biri. Böyle projelerin çoğalmasının, insan-doğa ilişkisindeki dönüşümü destekleyeceğine inanıyorum.