Kent

Çocuğu Anlayarak Kenti Anlamak

kent

Şehir plancısı ve kent tarihçisi Gizem Kıygı, çocuklarla birlikte bir kenti daha fazla keşfedecek, sahiplenmeyi sağlayacak ve kenti başka canlılarla birlikte paylaştığımızı hatırlatacak bir kamusal planlama yaklaşımı öneriyor. Kıygı, “Böylece çocuklar diğer türlerle doğrudan ilişkiye geçerken adalet bağlamını da yalnızca konutlara sığdırmaktan kaçınırız” diyor. 

Yazı: Erhan ARCA

Giderek araba odaklı hale gelmiş ve kentsel dönüşüm projeleri ile yık-yap ekonomisinin kurbanı olan kentlerde, mekansal adaleti çocuk ve gençlik perspektifini de aktif şekilde barındıran politikalar ile kurgulamak kamusal alanda ne gibi etkiler yaratır?

Öncelikle şunu söylemek gerekiyor; daha fazla denetim yaratır. Çünkü kentte yalnızca kentsel dönüşüm bağlamıyla yapılan inşaatların değil, yazın ya da yılın belirli zamanlarında hayatımızı çok etkileyen inşaat ve altyapı faaliyetlerinin de aslında kente bir maliyeti var. Bu maliyet yalnızca görüntü kirliliğinden, inşaat makinalarından ya da açık inşaat alanlarıyla dolu bir kentte dolaşamamak, bir yerlere erişmemekten ibaret değil. Sözünü ettiğim faaliyetlerle birlikte kentlere aslında çok ciddi bir kimyasal salımı oluyor. Özellikle daha eski, belirli bir yıldan önce yapılmış yapılarda asbest tehlikesi bulunuyor. Yıkım çalışmalarının hepsinin bir noktada hayatımıza çeşitli etkileri var. Uzun vadede toplum sağlığına yönelik etkilerini çok daha fazla konuşmalıyız. Bu tarz inşa faaliyetlerinden elbette ki çocuklar, yani gelişim döneminde olan bireylerin hepsi, bir yetişkinden çok daha fazla etkileniyor.

Çocuklar inşa faaliyetleri nedeniyle belki şimdi göremediğimiz ama ilerleyen süreçlerde görülecek birçok halk sağlığı problemiyle başa çıkmak zorunda kalacaklar. Çocuklara gelecek bağlamıyla çok bakmasak da konusu geçen faaliyetler hem çocukların gelişim süreçlerini etkiliyor hem de yetişkinlik hayatlarındaki yaşam kalitesini bozuyor. Şimdilik inşaat faaliyetlerinin denetimi gibi süreçlerde bunlar çok hesaba katılan, göz önünde bulundurulan konular değil. Ama şayet mekansal adaleti çocuk ve gençlik bağlamında düşüneceksek ilk önce gözümüzün gördüğü değil, gözümüzün görmediği alanlarda da bu faaliyetlerin kente, doğaya, kentin içinde bulunduğu çevreye, havaya, toprağa ve suya nasıl etki ettiğine bakmamız gerekiyor. Aksi takdirde gelecekten söz edemiyoruz, yol alamıyoruz.

Çocuklar da gözetilerek kurulan bir mekânsal adalet ve yeşil adil dönüşüm arasında nasıl bir bağlantı var?

Yeşil adil dönüşüm genellikle bina sertifikaları bazında tartışılıyor: Yeşil binalar yapmak, kentsel dönüşümü yeşil hale getirmek… Ancak kamusal alanların dönüşümüne, kente bakışta bir dönüşüme ihtiyaç var. Ben yeşil adil dönüşümün kapsamını bu şekilde genişletmek isterim. Bizim kent kullanımımızda araç yoğunluğunu düşürecek politikalara; daha entegre, yeşil ve çevreci bir toplu ulaşım politikası mekanizmasına odaklanmaya ihtiyacımız var. Burada elbette “Ulaşımın çevreye ve kente maliyeti nasıl azaltılabilir?” sorusu ortaya çıkıyor.

Kamusal alanların yönetiminde, kamusal alanlarda, çocuk parklarının peyzajında tüm ekosistemi gözetecek bir planlama gerekiyor. Çocuklarla birlikte bir kenti daha fazla keşfedecek ve sahiplenmeyi sağlayacak, kenti başka canlılarla birlikte paylaştığımızı hatırlatacak ve bunu kamusal yaşamın içerisine katacak bir planlama yaklaşımı kurulursa çocuklar diğer türlerle doğrudan ilişkiye geçerken adalet bağlamını da yalnızca konutlara sığdırmaktan kaçınırız.

Konutla birlikte kentte vakit geçirdiğimiz, aslında günümüzün çok büyük bir kısmını kapsayan alan, hem sosyokültürel olarak farklı gruplarla hem de diğer canlılarla kurduğumuz ilişkiler bağlamında daha şenlikli olma ve müşterek bir alan yaratma potansiyeline sahip olabilir.

Bireylerin çocukluk dönemini geçirdikleri fiziksel mekanlarda eşitsizliklerin bulunması kendilerinden sonra gelecek olan nesli nasıl etkiliyor?

Buna yönelik yapılan çok uzun edimli çalışmalar var. ABD’deki Opportunity Atlas isimli bir çalışmayı, Ekoloji: Bir Arada Yaşamın Geleceği isimli kitaptaki bölümümde alıntılamıştım, çok çarpıcı ve kıymetli buluyorum. Bu, bireylerin çocukluk döneminden yetişkinlik dönemine kadar olan sürede doğdukları yerin, içinde yaşadıkları çevrenin onların gelişme sürecini ve yetişkinlik hayatını nasıl etkilediğini araştıran büyük kapsamlı bir proje. The New York Times da “Posta Kodunuz Fırsatlarınızı Ne Kadar Belirledi?” başlıklı bir çalışma yapmıştı.

Dezavantajlı koşullarda yaşayan çocuk, bu koşullardan psikolojik olarak etkileniyor ya da belirli eğitim mekanizmalarına, kültürel ağlara ulaşamıyor. Yani bir bireyin gelişmesinde fiziksel gelişim kadar bu haklara erişim de önemli ki, birey aslında kendine yeni fırsatlar yaratsın ve gelişimini bütüncül bir şekilde sağlayabilsin. Kendi yetişkinlik hayatında da ne yapacağına ve nasıl yaşayacağına dair daha fazla seçim hakkı alabilsin. Yanı sıra elbette ki daha iyi, verimli, geçinebileceği, kendine yeten maddi koşulda yaşayabilsin.

Dezavantajlı bölgelerde doğan, büyüyen çocuklar bu bağlamda biraz daha geriden başlıyorlar diyebiliriz. Türkiye’de bir köyde yoksunluk içinde büyüyen bir çocuğun büyüyüp doktor olması, gelişip bir yerlere gelmesi, büyük kariyer sahibi olması gibi hikayeler çok seviliyor. Ancak bunlar çok tekil hikayeler, mesele öyle değil. Eşitsizliği yalnızca kentlerdeki yoksulluk çerçevesinde de düşünemeyiz. Kırsal ve kentsel alanlarda haklara erişim bağlamında çok ciddi adaletsizlikler var. Dolayısıyla bu, adaletsizliğin giderilmesi ve o mekanın kentsel olarak geliştirilmesinden geçmiyor, nitelikli donanımlara sahip olmasından geçiyor.

Nitelikli donanımlara sahip olması için bir yeri betona boğmak, kentleştirmek, TOKİ projeleri gibi projeleri yapmakla sağlanmıyor, bu değil kastettiğimiz. Yeterli donanım; çocukların haklarına erişebilmesi, yani temel ihtiyaçlarına erişebilecekleri donanımların yaşadıkları mekanizmada, yaşamsal örgütlemede bulunması. Bunların olmadığı alanlarda hayat yolculuğu çok zorlu geçiyor.

Bir kente bakış açısında yetişkinler ve çocuklar arasında farklılıklar olduğunu ortaya koyan bir çalışmanızda soylulaştırma tartışmalarıyla sık sık gündeme gelen Tarlabaşı’nda çocukların öncülüğünde 300 yıllık bir ağaç olduğunu keşfettiğinizi ve bu sayede kentsel adalet bağlamını anıt ağaçlar ve diğer canlılarla kurabileceğiniz çıkarımını yaptığınızı belirtmişsiniz. Kentsel adaletin sağlanabilmesi adına insanlar ve diğer canlılar arasındaki simbiyotik ilişkiyi öne çıkaran sosyokültürel sürdürülebilir politikalar izlemek gelecek nesilleri ve dolayısıyla toplumu nasıl etkiler?

Tarlabaşı’nda çocuklarla birlikte bir sokak gezisi sırasında bir ağaçla kesiştik ve çocuklar ağaçla oynamaya başladı. Bu durum, gerçekten kentsel dönüşümün o güne kadar pek daha tartışmadığımız “Bu inşaat faaliyetleri ve kentte yarattığımız debdebe diğer canlılara ne yapıyor ve diğer canlılarla olan ilişkimizi nasıl şekillendiriyor?” sorularını bende doğurdu.

Kentsel dönüşümün komşuluk ilişkilerine etkilerine baktığımızda; insanları farklı sosyal ve kültürel alanlara gönderdiği ve bireyleri kendi komşuluk ilişkilerinden, akraba ilişkilerinden, sosyal dokularından uzaklaştırdığına ilişkin analizler yapıyoruz. Ama bu analizler çok insan merkezli oluyor.

Çocuklara baktığımızda yalnızca insanlarla ilişki kurmuyorlar; orada yaşayan hayvanlarla, sokaklardan fırlayan otlarla, 300 yıllık bir anıt ağaçla da ilişki kuruyorlar. Dolayısıyla o mahalleden kopmak, mahallenin dönüştürülmesi, aslında bu canlılarla kurduğumuz komşuluk ilişkisini de koparıyor. Bu deneyim “Canlılarla kurduğumuz ilişkiyi de bir komşuluk ilişkisi bağlamıyla değerlendirmeliyiz” önermesini benim hayatıma getirdi. Sürdürülebilir politikalar izleyebilmek için ilk önce karar veren mekanizmaların biraz romantik gibi gördüğü bu gerçekliği kabul etmesi gerekiyor.

Biz kentte yalnızca insanlarla ve yapılarla ilişki kurmuyoruz, diğer canlılarla da ilişki kuruyoruz. Bu ilişki bazen çok duygusal bazen de çevre sağlığını ve halk sağlığını etkileyen bir ilişki. Ama çocuklar için; oyun ilişkisi, arkadaşlık ilişkisi… Burada olan, ekoloji bağlamıyla karşılaştığımız “yoldaş türler” bakış açısının aslında hayata geçmiş, pratik edilen, süregelen bir tezahürü. Karar veren mekanizmaların öncelikle bunu kabul etmesi ve yaptıkları her girişimde, her kentsel müdahalede bu ilişkiyi gözetmesi gerekiyor. Bu ilişkide üç tane aktörden bahsediyorum: Birey; ağaçlar, böcekler, kuşlar gibi diğer canlılar; insanlar ve diğer canlılar arasındaki ilişki. Yani hem bireyler arası hem diğer canlılar arası hem de bireyler ve diğer canlılar arasındaki ilişki korunmalı ve bu ilişkinin geliştirilebilirliği tartışılmalı. Politikaların da bu tarz bir bakış açısıyla yaklaşması gerekiyor.

“Sosyokültürel sürdürülebilir politikalar izlemek gelecek nesli nasıl etkiler?” sorusuna gelecek olursak, gençler arasında iklim krizi ya da biyoçeşitlilik krizi yetişkinlerin hayatında olduğundan çok daha büyük bir gündem çünkü onların gelecek senaryoları iklim krizi nedeniyle birçok felaket senaryosuyla dolu. Dolayısıyla bunlardan uzak kalamıyorlar ve öngöremedikleri bir gelecekle küçük yaştan itibaren mücadele etmek zorunda kalıyorlar. Bu anlamda bakarsak aslında iklim aktivizminin öncülerinin çocuklar olması hiç şaşırtıcı değil. Bir yanıyla da iklim adaleti var. İklim aktivizmine ya da üretilen bilgiye, sürdürülebilirlik çerçevesindeki çalışmalara erişemeyen çocuklar, aslında bahsettiğim iklim krizi ve biyoçeşitlilik krizinden doğrudan en fazla etkilenecek olan kesimler. Bu nedenle bahsettiğim üç aktörlü ilişkinin güçlendirilmesi, iklim adaleti bağlamıyla da düşünmemiz gereken bir nokta. Toplumu nasıl etkileyeceğine gelecek olursak bu ilişkileri gözeten politikalar izlemek daha güçlü ilişkilere ve daha fazla ihtimam pratiğine olanak sağlar. Aslında bu üç aktörlü ilişkiyi gözetmek çok katmanlı olarak hayatımızı zehreden kentleşme ve süregelen mekan üretim pratiklerine de böyle bir hassasiyetle müdahale etme ve dönüştürme imkanı tanıyor bize.

About Post Author