#ekoIQ | Sürdürülebilirlik Hakkında Her Şey

“COP25, Kayıptan Kazanç Olarak Görülebilir”

Hayal kırıklığı yarattığı yönündeki eleştirilerle sonlanan COP25’in çıktılarını yorumlayan Marmara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden Prof. Dr. Semra Cerit Mazlum, küresel düzeyde emisyon azaltımı gerçekleştirilmeden uygulanacak kuralların bu seneki konferansta kabul edilmesindense, üzerinde uzlaşılamayan konuların gelecek seneye bırakılmasının daha iyi bir sonuç olduğunu söylüyor.

Yazı: Barış DOĞRU, Gülce DEMİRER

COP25, birçok uzmana göre hayal kırıklığı ile sonlandı. Siz COP25’i nasıl değerlendiriyorsunuz?

COP25 dediğiniz gibi hayal kırıklığı ile sonuçlandı ama öbür taraftan genel çıktılara baktığımızda bir “kayıptan kazanç konferansı” olarak da görmek mümkün. Özellikle Madde 6 bağlamında düşündüğümüzde orada varılabilecek kötü bir anlaşma, me kanizmaların çevresel bütünlüğünü korumadan, küresel düzeyde emisyon azaltımı gerçekleştirilmeden uygulanacak kuralların bu seneki konferansta kabul edilmesindense, üzerinde uzlaşılamayan konuların gelecek seneye bırakılması, COP26’ya kalması daha iyi bir sonuç oldu.

Üzerinde anlaşmaya varılabilen maddeler üzerinden gidersek, başta “kayıp ve zarar mekanizması” ve “çalışma programlarının yenilenmiş” olması olumlu gelişmeler fakat 2013’te kurulduğundan bu yana Varşova Kayıp ve Zarar Mekanizması’na eklenmeye çalışılan finansman olanağının kararlara açıkça girmemiş olması özellikle kırılgan ülkeler açısından olumsuz bir sonuç oldu. Onlar kayıp ve zarar için ayrıca finansman kaynaklarının ayrılmasını talep ediyorlar. Gelişmiş ülkelerin itirazı nedeniyle kayıp ve zarar mekanizması için açık finansman kanalları tanımlanamadı. Ayrıca Paris Anlaşması da kayıp ve zarar mekanizmasını kendi içine almış olduğu halde, Paris Anlaşması’yla yeniden çerçevelenen finansman mekanizmasının içinde kayıp ve zarardan bahsedilmiyor, dolayısıyla bir finansman açığı var. Gelişmiş ülkeler bunu “adaptasyon finansmanı” içerisinde değerlendirmeye çalışıyorlar. Fakat kırılgan ülkeler Yeşil İklim Fonu da dahil olmak üzere açıkça tanımlanmış bir “finansman penceresiyle” somutlaştırmaya çalışıyorlar. Şimdi COP25’te çıkan kararla böyle bir finansman kaynağı yaratılmamış olmakla birlikte, kayıp ve zarar mekanizmasının yönetim organıyla finansman ek yönetim organlarının birlikte çalışmaları yönünde bir tavsiye kararı çıktı.

Dolayısıyla kayıp ve zarara yönelik ihtiyaçlar için kullanılabilecek finansman olanaklarının neler olduğu en azından belirlenebilecek. Bunu yapmak ve kolaylaştırmak adına Santiago Network’ü oluşturuldu. Açıkça Şili Başkanlığı’nın zirvede adının geçtiği tek çıktısı bu oldu. Bir de kayıp ve zarar içerisinde bir uzlaşma grubu oluşturuldu. Bu ilişkileri sağlamak açısından bir ilerleme var ama somut finansman kaynağı olmadığı için tam beklentileri karşıladığı söylenemez.

Bir başka mesele ise, kayıp ve zarar mekanizması BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (BMİDÇS) ve Paris Anlaşması altında ikisiyle de ilişkili yürüyor. ABD, kayıp ve zararın BMİDÇS’nin altında değerlendirilmesini istiyor, bunun da nedeni ABD’nin artık Paris’e tarafı olmaması. Bu nedenle konunun, kendisinin hâlâ söz ve oy hakkının olduğu BMİDÇS altında görüşülmesi konusunda ısrarlı. Bazı konuların ise Paris Anlaşması altında değerlendirilmesini istiyor. ABD’nin böyle birbiriyle uyuşmayan iki pozisyonu var. Bütün öteki maddelerden ziyade, artık anlaşmadan da çıktığını ilan etmiş olduğu için ABD bu kayıp ve zarar mekanizması konusunda çok katı bir pozisyon izledi COP25 boyunca. Asıl kaygısı kayıp ve zarar mekanizmasının uzun vadede hukuksal sorumluluk doğuracak şekilde kullanılmasını engellemek. Başta kendisi olacak şekilde gelişmiş ülkelerin iklim değişikliğinden kaynaklanan kayıp ve zararlardan hukuki sorumluluğunu engelleyecek girişimlerde bulunuyor. Dünya çapında iklim davası sayılarının artması, yeni sonuçlanan Urgenda Davası’nı da düşündüğümüzde özellikle kırılgan ülkelerin bu mekanizmayı kendisi için uluslararası hukuk çerçevesinde sorumlu tutacak şekilde kurgulanmasını engellemeye çalışıyor ABD.

Önümüzdeki yıl ABD’de başkanlık seçimleri var ve Trump’ın tekrar seçilememe olasılığı aslında bir sürü denklemi değiştirebilir öyle değil mi?

Haklısınız, 2020 seçimleri tam da konferanstan kısa bir süre önce yapılacak. COP26, ABD Paris’ten resmi olarak çekilmesini tamamladıktan sonra gerçekleşecek. Dolayısıyla ABD seçim sonuçları hem Paris Anlaşması içerisindeki dengeleri hem de ABD’nin tutumunu etkileyebilecek. Fakat görüldüğü kadarıyla Trump’ın yeniden seçilme ihtimali yüksek. Bu durumda ABD’nin 2024’e kadar anlaşmanın dışında kalma ihtimali var, böyle olduğu için de COP25 müzakerelerinde ABD’nin müzakere masasında oturması gerginlik yarattı. Resmi olarak bir anlaşmadan çıkacağını bildirmiş olan bir ülkenin müzakere masasında diğer taraf ülkelerle eşit söz hakkına sahip olup kararları etkilemesinin meşruiyeti sorgulandı. Resmi olarak anlaşma içerisinde olduğu için hukuki olarak böyle bir hakkı var ama siyasi ve ahlaki olarak, özellikle görüşmeleri engelleyici bir tavır sergilediği için bu durum diğer ülkelerin tepkisini çekti. Geçmiş yıllarda Trump çekileceğini ilan ettikten sonra da ABD masada oturuyordu ama bu ölçüde bir tepki konusu haline gelmemişti. Bu sene resmi olarak bildirim de yapıldı çekilmek üzere; o yüzden böyle bir çatışma oldu.

Ümit Şahin’in bir değerlendirmesi vardı: ABD, COP26’da müzakere masasında olmayacak. O zaman belki de bu tıkama işlevini yapamayacak…

Evet, Paris Anlaşması ile ilgili kurallar görüşülürken özellikle Madde 6 bağlamında görüşmeleri tıkayamayacak ABD. Türkiye gibi, gözlemci ülke olacak. Madde 6 için de, diğer maddeler için de iyi bir gelişme bu. Ancak Paris Anlaşması içinde bulunmaması anlaşmanın güçlü bir şekilde uygulanması açısından endişe yaratıcı bir d rum. Bu sene COP25’te gördüğümüz de bununla ilgiliydi.

Tarihsel sorumluluğu en yüksek ülke olan ABD’nin Paris Anlaşması’ndan çekilmesi diğer tarafların da kararlılığını zayıflatıcı bir rol oynuyor. Bunu iki başlıkta gördük. Bunlardan bir tanesi 2020’de Ulusal Katkı Beyanları’nın (NDC) yenilenmesi konusu; resmi olarak anlaşma 2020’de yeni, güçlü NDC’lerin sunulmasını gerektirmemiş olmakla birlikte, Paris Anlaşması’nı kabul eden COP21 kararında NDC’lerin 2020’de gözden geçirilmesi ya da yeni NDC’lerin sunulması tavsiyesi vardı. Şimdi masada ABD’nin olmaması Çin, Hindistan ve diğer gelişmekte olan ülkeleri bu NDC yenileme konusunda isteksiz hale getiriyor. ABD masada ve uygulamaya devam etme konusunda kararlı olsaydı, o ülkeler de üzerlerinde baskı hissedecekti. İkincisi ise, Paris Anlaşması bir raporlama anlaşması aslında. Bağlayıcı hükümleri ülkelerin NDC’lerini uygulamaları ve raporlamaları üzerine kurulu. Çin ve Hindistan baştan itibaren bu raporlama konusunda, gelişmekte olan ülkelerin gelişmişler gibi daha ayrıntılı raporlar vermesi gereğine sıcak yaklaşmıyolardı, itiraz ediyorlardı. Ve bunun en büyük savunucusu da ABD idi, çünkü Paris Anlaşması yapılırken ABD’nin asıl beklentisi bu ülkelerin daha fazla emisyon azaltması değil, bunun açıklığa kavuşturulması ve azaltım çabalarının raporlanabilmesiydi. Bu kurallar geçen sene belirlendi ama bazı ayrıntıların görüşülmesi devam ediyor. Çin ve Hindistan, bunun gelişmekte olan ülkeler için ek bir yük olduğunu, Çin bunun ulusal egemenlik konusu olduğunu söyleyerek bu raporlarda yer alacak bilgilerle ilgili müzakereleri zorluyorlar. Katı kurallar çıkmasını engelliyorlar hatta yan organların görüşmeleri tamamlanırken Çin özellikle raporlarda kullanılacak tabloların gelecek seneye bırakılmasını sağladı. Hatta tartışmanın, gelecek sene devam edecek müzakerelerin konusu olması için dakikalarca kilitledi müzakereleri. Konuyu, ABD masada yokken görüşmeye çalışıyor elbette. Dolayısıyla ABD’nin varlığı da yokluğu da sorun.

Bu noktada aslında Türkiye’nin konumudaönemli,çünkü ABD gibi Türkiye de gözlemci statüsünde, Paris’i meclis onayından geçirmediği için. Türkiye’den de yine EK-1 listesinden çıkma konusunda ısrarlıyız açıklaması geldi. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Madrid’e giderken, Türkiye EK-1’den çıkma konusunun görüşülmesi talebini gündeme aldırmak için başvuruda bulundu. Ancak bu gündem maddesi eklenmedi gündeme. COP25 açılmadan önce taraflar arasında yapılan ön değerlendirmede, çevre bakanının da açıkladığı gibi “talebi bu sene gündeme alalım, görüşelim, kabul etmeyelim ve bu konu kapansın” denilmiş. Türkiye de gündeme alınmasının bu koşulla kabul edilmesini kabul etmeyeceği için gündem önerisini geri çekmiş. Önümüzdeki sene devam edecek bu öneriyi sunmaya. Türkiye’nin pozisyonunu izleyen gözlemcilerin genel kanısına göre, başlıca ekonomiler Türkiye’nin EK-1’den çıkması konusunda olumlu bir tavır benimsemeyecekler bundan sonra da. Bu özellikle Türkiye’ye yönelmiş bir tepki değil aslında. Birçok ülke EK-1 listesinin değişmesini istemiyor. Başlıca ekonomiler, özellikle benzer görüşteki ülkeler grubu, sözleşmenin olduğu gibi kalması, değiştirilecek hiçbir kararın alınmasından yana değiller. EK-1’den bir ülkenin çıkması sözleşme rejimde delikler açılması anlamına geleceği için o sözleşmeyi olduğu gibi korumaya çalışıyor ülkeler. Bir ülkenin o listeden çıkması sözleşme yapısını zorlayacak bir sonuç doğurabileceği için karşı çıkıyor bu ülkeler. Dolayısıyla bundan sonraki süreçte de Türkiye’nin EK-1’den çıkması pek olası görülmüyor. Bir ihtimal ise, EK-1’den çıkmadan, rejimin içindeki finansman mekanizmalarından ya da dışındaki başka iklim finansmanı kaynaklarından yararlanmasını kolaylaştıracak karar alınabilir.

COP25’te bir de toplumsal cinsiyet kararı çıktı…

Evet, Türkiye de bu kararla ilgili müzakerelere katıldı. Bu önemli bir başlık; Paris’te de Türkiye bu konudaki istekliliğini bildirmişti. İklim eyleminin toplumsal cinsiyeti dikkate alacak şekilde yürütülmesi, iklim politikalarının yapılmasında kadın katılımının artırılması yönünde bir madde yer alıyor. Paris Anlaşması müzakereleri sırasında heyet bunun anlaşmaya girmesini istemişti, şimdi de o konuda müzakerelerde yer alıyor.

COP25 sırasında bir de AB Yeşil Düzen belgesi açıklandı, Polonya firesi ile birlikte. Belgede iklim mücadelesi açısından oldukça ciddi ve ilerici bir yaklaşım var. COP25’te yankısı ne kadar oldu bilmiyorum ama bunun müzakerelerde ilerletici bir yönü olabilir gibi geliyor bize. Siz ne düşünüyorsunuz?

Dediğiniz gibi COP25’te yankıları oldu bunun. Birçok ülke resmi müzakereler sırasında AB Yeşil Düzen kararına işaret ettiler, olumlu bir gelişme olarak kutladılar. Müzakere sonuçlarına doğrudan bir etkisi olmamakla birlikte havayı değiştiren bir etkisi var. Bazı tarafların liderliğinin eksikliğinde, AB’nin bu kararı alması olumlu yönde bir sinyal verdi müzakerelere. Belgedeki en önemli kısım AB’nin NDC’lerinin hedefinin yükseltilmesi. Bu gerçekleştirilebilir ve COP26’ya kadar AB ilan ettiği gibi %50 ya da %55 azaltım içeren yeni bir NDC sunabilirse bu, diğer tarafların da AB’yi takip etmesi açısından çok büyük bir itici güç olacaktır.

AB Yeşil Düzeni, Çin ve Hindistan’a ABD’nin yokluğunda başka bir pusula olabilir mi?

Aslında böyle bir siyasi potansiyeli var ancak AB’nin toplam emisyonları, uyguladığı enerji ve üretim politikalarının sonucu olarak, giderek azalıyor. Bu nedenle, Çin ve ABD ile karşılaştırıldığında AB tam bir pusula etkisi yaratamıyor. Önemli olan Çin ve ABD emisyonlarının azaltılmas. Fakat AB ile Çin’in ticaret partnerleri olduğunu düşündüğünüzde bunun Çin-AB ilişkileri üzerinde bir etki yaratması bekleniyor. O nedenle bütün gözler 2020 Eylül’de yapılacak Çin-AB zirvesinde. Orada AB’nin Çin’i ikna etmesi ve Çin’in NDC’lerini yükseltmesi bekleniyor.

Çin’i, Hindistan’ı bir kenara bırakırsak küçük ülkeler için hâlâ iddialı bir tarafın olması, iyi bir sinyal niteliği taşıyor. Kyoto Protokolü ABD’nin yokluğunda da yaşadı AB sayesinde. Şimdi ABD’nin yokluğu sayesinde AB, Paris Anlaşması’nı çalışır halde tutabilecek. Öyle bir çıpa rolü oynuyor AB ve almış oldukları kararlar. Umalım ki birlik Eylül ayına kadar kendi içerisindeki bölünmeleri aşarak NDC’yi yükseltebilsin ya da COP26’ya kadar yükseltebileceği yönünde karar alma sürecini başlatabilsin. Belki Aralık’a kalabilir ama COP26’ya kadar bunun çıkabileceği yönünde anlayış olursa COP26’ya olumlu bir mesaj gönderilecektir. Bunun dışında AB Yeşil Düzen paketinde Türkiye’yi de etkileyen unsurlar var.

AB’nin ihracat ürünlerinde karbon sınırlaması gibi bir ifade yer alıyor. Mesela bu çok etkili bir çeşit piyasa mekanizması olmaz mı?

Evet tek taraflı uygulanmış bir piyasa mekanizması rolü görebilir bu ve Türkiye açısından da sonuç doğuracak bir uygulama. Çünkü kararda diyor ki, AB’ye ithal edilen ürünlerde sınır karbon uygulaması olacak ve bunlar seçilmiş sektörlerde uygulanacak; özellikle de karbon kaçağını önlemek amacıyla bu yapılacak. AB’de emisyon fiyatı ya da iklim değişikliği azaltım maliyetlerinin yükselmesi nedeniyle AB dışına çıkan sektörler var.

Çimento sektörü başta olmak üzere, Türkiye’yi de ilgilendiren bir konu bu. Bu sektörler AB sınırları dışında üretim yapıp daha düşük maliyetle ürün üretip bunları AB’ye satıyorlar. Tabii bu durum AB içinde rekabeti olumsuz etkiliyor; haksız rekabet oluşturuyor. İşte bunu engellemeye çalışıyor AB. Bunu aslında emisyon ticaret sisteminin içine koyduğu önlemlerle yapıyor ama yeterli olmadı şimdiye kadar. Dolayısıyla bunu bir gümrük uyarlaması kullanarak yapmaya başlayacak. Tabii bunu koşullu olarak koymuşlar, 2021’den sonra bakacaklar duruma. Başka ülkelerin, küresel düzeyde emisyon azaltım iddiaları AB’ninki ile karşılaştırılamayacak kadar düşük kalırsa Avrupa Komisyonu bununla ilgili 2021’de bir öneri sunacak. Ondan sonra müzakere edilecek, olabilir mi olamaz mı; Dünya Ticaret Örgütü kurallarına uyar mı, uymaz mı diye. AB bunu yapabilir yapamaz, o başka bir konu ama AB ticaret partnerlerine önemli bir mesaj yolluyor. Fransa bunu yıllardır dile getiriyordu; bunun şimdi AB paketinin içinde resmi olarak geçmiş olması, komisyonun bu konuda bir takvim koymuş olması çok önemli bir siyasi mesaj. Bunun uygulamaya geçmesini zorlayacak bir olgu.

Aslında havacılık emisyonlarında AB bunu yapmaya çalışmıştı geçmiş yıllarda. Kopenhag Zirvesi’nden sonra, -havacılık ve deniz yolu emisyonları rejimin dışında olduğu için- AB’ye doğru olan uçuşlarda karbon vergisi uygulamak istemişti AB. Bu çok büyük bir dirençle karşılaştı ABD’den, Çin’den ve havayolu şirketleri olan ülkelerden. Dolayısıyla AB bunu dondurmak zorunda kaldı ve sonrasında konuyu Uluslararası Sivil Havacılık Örgütü (ICAO) şemsiyesi altına taşıyalım dediler. Orada görüşüldü ve yeni bir “offset mekanizması” çıkardı ICAO. AB kendisi bunu uygulayamadı ama ICAO’yu harekete geçirebilmiş oldu. AB kendisi gümrük vergisini uygulayamasa bile başka süreçleri hızlandırabilir bu kararla. Bu noktada diğer ülkeler açısından ciddi, Türkiye açısından daha da ciddi bir konu, çünkü AB’den kaçan sektörlerin geldiği ülkelerin başında Türkiye var.

Yeşil Düzen paketinin içinde bir konu daha var. AB’nin ticaret anlaşmalarına Paris Anlaşması’nın eklemlenmesi. Bu da Türkiye’yi etkileyecek konulardan birisi. AB şimdiye kadar Kanada ve Japonya ile yaptığı ticaret anlaşmalarına iklim konusunu koymuştu. Belge, Yeşil Düzen içinde de Paris Anlaşması’na saygı gösterme kuralı açıkça eklenecek diyor. Bizim halihazırda AB ile gümrük anlaşmamız var ama tam da bu noktada bu hüküm devreye giriyor. Gümrük Birliği anlaşmasının yenilenme süreci başlarsa eğer, bu da bir ticaret anlaşması olacağı için, AB buraya Paris Anlaşması hükmü koymak isteyebilir. Hüküm açıkça ticaret partnerlerimiz Paris’e taraf olacak demiyor ama anlaşmaya “saygı gösterecek”diyor.

Bütün bu konuların ışığında, iklim krizinin artık dünya ekonomisinin belirleyici faktörlerinden bir tanesi haline geldiğini görüyoruz. Bunlar gayri resmi şekilde de karşımıza çıkabiliyor. Bütün ülkelerin öyle ya da böyle, bir şekilde kendi politikalarını, ticaret ilişkilerini buna uyarlamaları gerekiyor yakın vadede. Türkiye’nin de Paris Anlaşması hakkındaki kararını dikkate alması lazım değerlendirirken.

Başka hangi önemli gelişmeleri vurgulamak gerekir COP25 bağlamında?

Bunlara ek olarak COP’un yer değiştirmesi, Şili’den Madrid’e gelmesi özellikle o kıtadaki sivil toplum örgütlerinin (STÖ) gelmesini, yerli halkların katılımını zorlaştırdı ve engelledi. Gençler katılabildi ama daha fazla Avrupa’dan ve gelişmiş ülkelerden gençler, yani çoğunlukla Kuzey STÖ’leri vardı. Müzakere sürecinden çıkan sivil toplumun da baskı yaptığı bazı yenilikçi çözüm yolları var. Ancak böyle bir ortamda özel sektör kuruluşları daha baskın oluyor. Bunlardan biri doğa tabanlı çözümler. İklim değişikliğine karşı çözüm tabanını genişletmeye yönelik yeni kavramsallaştırmaları, yeni düşünceleri, ne yazık ki özel sektör kuruluşları ve büyük sermaye hemen alıp kullanmaya başlıyor. Bu sefer COP25’te de benzer bir sorunla karşılaştık. Fosil yakıt şirketleri, “doğa tabanlı çözümleri” daha fazla kullanmaya başladılar. Halbuki adaptasyonla azaltımı birleştirerek, ikisine de yarar sağlayacak ve doğanın da korunmasını garanti edecek iklim değişikliğine yönelik çözüm yaklaşımlarından bir tanesi olarak doğa tabanlı çözümler ön plana çıkarılmışken şimdi şirketler bunu kendi amaç ve çıkarları için araçsallaştırmaya başladılar. Büyük uluslararası kanallarda petrol şirketleri, “Doğa ne yapıyorsa, ağaçlar ne yapıyorsa biz de aynısını yapıyoruz” diye reklamlar yayınlıyorlar. Büyük bir tehlike bu. Yalnızca küresel sivil toplumun işaret etmesi gereken bir şey değil; bizim de Türkiye’den baktığımızda bu gidişatın farkında olmamız ve dikkat etmemiz lazım bu konuya. Türkiye’den de şirketler var ya da bu büyük şirketler Türkiye’de de faaliyet gösteriyorlar. Bunların iklim değişikliğine çözüm olmadığını açık açık ifade etmek lazım. Yoksa tartışmaları oraya doğru kaydırma riski var. Benzer bir şey de iklim mühendisliği (geoengineering) yollarının meşrulaştırılması konusunda yaşanıyor. Fosil yakıt şirketleri de daha fazla mali desteğin ötesinde, fikir-söylem desteğinde bulunuyorlar iklim mühendisliği konusunda. Dolayısıyla dil ve söylem üzerinden yeni bir hegemonya oluşuyor. Bunların bir çözümmüş gibi görünmesini, normalleştirilmesini sağlayacak bir söylem kurmaya çalışıyorlar. Tabii bu söylem bir süre sonra finans kaynaklarının da buraya akmasına yol açabiliyor. Asıl emisyon azaltmak için harcanacak para bu riskli yollara aktarılıyor. Bu yeni bir iklim adaleti meselesi olarak çıkacak karşımıza önümüzdeki yıllarda. Tartışmanın buraya gitmesini engellemek yönünde de çaba harcamak lazım diye düşünüyorum.

EkoIQ Editör