Su, tüm insanlık için bir hayat damarı; onun korunması, yönetilmesi ve gelecek nesillere aktarılması ise hepimizin ortak sorumluluğu. 2050 yılına kadar, dünyadaki nüfusun üçte ikisi, her yıl en az bir ay boyunca yüksek su stresi yaşayacak. Bununla birlikte, adil geçişlerin sağlanması ve suya bağımlı ekonomilerin korunması için daha fazla işbirliği ve finansmana ihtiyaç var.
Gökçe ÖTKÜN & Ecem Tuana ERDİM, Eczacıbaşı Yapı Ürünleri Sürdürülebilirlik Ekibi
Dünyanın dört bir yanında, su kaynaklarına erişim artık daha zor, daha belirsiz ve daha tehlikeli hale gelmiş durumda. Su, yaşamın özü olmanın yanı sıra iklim değişikliğinin kalbinde yer alıyor ve bu değişikliğin etkileri çoğunlukla su döngüsündeki bozulmalar üzerinden hissediliyor. Küresel sıcaklıkların her 1°C artışı, atmosfere %7 daha fazla nem ekleyerek hidrolojik döngüye aşırı yükleniyor. Bu; yağışların daha düzensiz hale gelmesine, sellerin %134 artmasına, kuraklıkların sıklık ve süresinin %29 yükselmesine neden oluyor. Seller, kuraklıklar, buzulların hızla erimesi, su kalitesinin bozulması ve su kıtlığı gibi durumlar, iklim değişikliğinin yol açtığı küresel bir mücadeleye işaret ediyor. Küresel boyutta en büyük ve en önemli etkinlik olarak Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Yıllık Konferansı (COP29), 11 Kasım’da, Bakü’de başladı ve zirvenin belirlenen resmi bitiş tarihi 22 Kasım’dan yaklaşık iki gün sonra tamamlandı. Peki, COP29’da küresel mücadeleye katkıda bulunabilecek şekilde suyun korunması, su yönetimi ve iklim değişikliğiyle mücadelede su gibi hangi konulara değinildi?
2,2 milyar İnsanın Güvenli İçme Suyuna Erişimi Yok!
COP29’da her ne kadar finans veya enerji konularına ağırlık verildiyse de ne mutlu bize ki suyun önemi hakkında birkaç pavilyonda farklı panellere de yer ayrıldı. Water for Climate Pavilion ve Ocean Pavilion gibi öne çıkan pavilyonların programlarını detaylı incelemek, oturumların kayıtlarını izlemek ve içerikleri okumak için metin üzerindeki bağlantıları ziyaret edebilirsiniz.
Bu pavilyon ve benzer pavilyonlarda düzenlenen panellerde, iklim değişikliğinin sonuçlarından en çok etkilenenlerin şüphesiz ki savunmasız gruplar olduğu öne çıktı. Söz konusu su olunca da bu durum değişmiyor. Son istatistikler gösteriyor ki dünyada hâlâ 2,2 milyar insanın güvenli içme suyuna erişimi yokken 3,5 milyar insan hijyen koşullarını sağlayamıyor. Daha da endişe verici olan ise dünya nüfusunun yarısından fazlasının yüksek su stresi ve suyla ilişkili riskler altında yaşaması. Filipinler’de Tayfun Carina’nın ardından Quezon City’de yaşanan sel, insanların evlerini terk etmelerine yol açarken, Laos’taki Nateuy İlköğretim Okulu sel sularıyla doldu ve öğrencilerin öğrenme materyalleri geri dönülemez şekilde zarar gördü. Güney Sudan’da şiddetli yağışlar 200’den fazla kişinin ölümüne neden oldu. Dünya genelinde 420.000 çocuk ya çok fazla ya da yetersiz suyun yol açtığı etkilerle mücadele ediyor.
Azerbaycan, COP29’a ev sahipliği yaparken, su krizinin derin etkilerini yalnızca bir gözlemci olarak değil, aynı zamanda doğrudan bir mağdur olarak da deneyimliyor. Ülkenin doğusundaki Hazar Denizi; ekosistem, ekonomi ve kültür açısından hayati bir kaynak olmasına rağmen iklim değişikliği ve insan faaliyetlerinin etkisiyle su seviyeleri hızla düşüyor. Bu düşüş, balıkçılık sektörünü ve yerel ekosistemi tehdit etmekle birlikte aynı zamanda gıda güvenliğini de ciddi şekilde tehlikeye atıyor. Örneğin, Hazar Denizi bir zamanlar 1 milyondan fazla foka ev sahipliği yaparken, bu sayı bugün %10’un altına düşmüş durumda.
Azerbaycan, aynı zamanda tatlı su kaynaklarının azalmasından ileri gelen su sıkıntılarıyla da mücadele ediyor. Hazar Denizi’nin daralması, kıyı bölgelerinin ötesinde, Kafkasya’nın diğer yerlerinde de tatlı su kaybına yol açıyor. Bu durum, tarımsal üretimi olumsuz etkileyerek, özellikle kırsal bölgelerdeki ekonomik istikrarı tehdit ediyor.
Su ve İklim Politikaları
Panellerde su meselesinin hükümetler seviyesinde nasıl çözümlenmesi gerektiği açısından önemli noktalara da işaret edildi. Suyun iklim politikalarındaki öneminin daha sık ve güçlü bir şekilde vurgulanması, karar alıcıların su kaynaklarını merkeze koyarak daha etkili stratejiler geliştirmeleri bunlardan birkaçıydı. COP29’da panelistler, bu kapsamda kaçınılmaz olarak Ulusal Adaptasyon Planları’nın (NAP’ler) önemine de dikkat çektiler. NAP’lerin etkili olabilmesi için, bu planların parçalı ve proje tabanlı yaklaşımlardan uzaklaşarak daha entegre ve sektörlerarası planlamayı benimsemesi gerektiği konuşuldu. Panellerden de gördüğümüz üzere NAP’ler, yalnızca iklim değişikliğine uyumu sağlamamalıdır. Aynı zamanda ülkelerin daha geniş kalkınma öncelikleriyle uyumlu şekilde hareket etmelerini sağlayan sürdürülebilir adaptasyon araçları haline de dönüşmelidir. Bu dönüşüm, vatandaşları karar alma süreçlerinin merkezine yerleştiren bir anlayışla hayata geçirildiğinde, uzun vadeli ve somut sonuçlar alınabilir.
Ulusal Adaptasyon Planı (NAP) süreci, Ulusal Katkı Beyanları’nı (NDC) belirlemeye ve bunları eyleme dönüştürmeye yardımcı olabilir. Her ikisi de tamamlayıcı süreçlerdir ve ideal olarak ulusal iklim değişikliği uyumunu güçlendirmek için uyumlu olmalıdır. Panellerde bahsi geçen konulardan biri olan Stockholm Uluslararası Su Enstitüsü (SIWI) tarafından yapılan bir inceleme, 2019-2022 yılları arasında yayımlanan NDC’lerin %85’inde suya atıf yapıldığını ancak suyla ilgili somut hedeflerin hâlâ sınırlı kaldığını ortaya koydu. Dahası, 2024 yılına kadar sunulan NDC’lerin yalnızca %5’inde su temini yüksek öncelikli bir konu olarak yer aldı. Bu, suyun daha etkili bir şekilde entegre edilmesi gerektiğini açıkça gösteriyor.
Bir “Geçiş COP’u” Olmaktan Daha Fazlası
COP29’da su odaklı pavilyonlarda, paralelde teknoloji tarafı da ele alındı. Su Dayanıklılığı Takipçisi ve NDC Navigatörü 3.0 gibi araçların, ülkelerin NDC veNAP süreçlerine suyu daha güçlü bir şekilde entegre etmelerine yardımcı olduğu konusu üzerinde duruldu. Örneğin, Brezilya, 2025’te COP30’a ev sahipliği yapmadan önce bu araçları kullanarak NDC’sini revize ediyor ve ilk NAP’ını oluşturuyor.
Doğa temelli çözümler de tartışmaların merkezindeydi. Turbalıklar, sulak alanlar ve diğer tatlı su ekosistemleri, doğal karbon yutakları olarak iklim stratejilerinde yeterince değerlendirilmeyen güçlü araçlardır. Ancak bu ekosistemlerin korunması, birçok ulusal iklim planında (NDC) yeterli önceliği almıyor.
Öte yandan tuzdan arındırma (desalination) teknolojisi, artan tatlı su talebini karşılamak ve yeraltı suyu kaynaklarının tükenmesine çözüm sunmak amacıyla hızla büyüyen bir alan haline geldi. Küresel talep her yıl %7 oranında artarken, Ortadoğu ve Kuzey Afrika gibi bölgelerde kapasite genişliyor. Cezayir, mevcut 19 tesise ek olarak beş yeni tesisi yenilenebilir enerjiyle çalıştırmayı hedefliyor. Bu girişimler, enerji ve su sistemlerinin sürdürülebilirliğine yönelik kritik bir adım olabilir.
COP29 özel günler kapsamında 19 Kasım Gıda, Tarım ve Su Günü’ne de yer verildi; bu güne özel paneli dinleme şansını yakaladık. Ancak bu gün, temel önemi göz önünde bulundurulduğunda hak ettiği vurguyu alamadı. Su, tarım ve gıda güvenliğinin merkezinde konumlanırken bu konulara dair etkinlikler ve tartışmalar sınırlı kaldı.
Böylelikle COP29’da su meselesinin yeterince dile getirilmemesinden dolayı su kaynaklarının korunması ve yönetimi konularında kapsamlı bir ilerleme sağlanabilmesi için daha güçlü bir vurgunun gerekli olduğu açık. Bununla birlikte, Water Conference ve Water Meeting etkinlikleri düzenlenerek finansal taahhütler, işbirliği projeleri ve eylemler gibi konulara dikkat çekilmeye çalışılıyor. Geçmişte yapılan ve 2026’da bir sonraki düzenlenecek Birleşmiş Milletler Su Konferansı toplantılarını takip ederek suyla ilgili tartışmaları ve alınan kararları daha yakından inceleyebilirsiniz.
Genel olarak COP29’a baktığımızda COP29, yalnızca bir “geçiş COP’u” olmaktan daha fazlasını ifade ediyor. Burada yapılan tartışmalar, gelecekte alınacak kararların temellerini atarken, ülkelerin suyu iklim planlarına daha bütünsel bir şekilde entegre etmeleri gerektiğine dair güçlü bir mesaj veriyor. Ancak bu çabalar ne kadar güçlü olursa olsun, gezegenimiz için zaman daralıyor.
Su, tüm insanlık için bir hayat damarı; onun korunması, yönetilmesi ve gelecek nesillere aktarılması ise hepimizin ortak sorumluluğu. 2050 yılına kadar, dünyadaki nüfusun üçte ikisi, her yıl en az bir ay boyunca yüksek su stresi yaşayacak. Bununla birlikte, adil geçişlerin sağlanması ve suya bağımlı ekonomilerin korunması için daha fazla işbirliği ve finansmana ihtiyaç var. COP görüşmeleri hem yerel hem de küresel düzeyde su yönetimi ve iklim dayanıklılığı konularında etkili çözümlerin geliştirilmesine öncülük edecek adımları belirlemek açısından kritik bir fırsat sunuyor. Ancak bu fırsatı değerlendiremezsek hem insanlık hem de gezegen için ağır bir bedel ödemek zorunda kalabiliriz.
Bu yazı ekoIQ’nun 115. sayısında yayımlanmıştır. Dergiye buradan ulaşabilirsiniz.