Yazı: Mutlu DİNÇER
Bundan bir yıl önce, bazı hastalıkların neden sadece belirli grupları etkilediğinin nedenlerini araştıran uzmanlar, uzun bir araştırma yolculuğuna çıkmaya karar verdiler. Çeşitli üniversitelere bağlı bir ekip, uluslararası verilerin ışığında, bugüne dek bir araya getirilmemiş kapsamlı sonuçlara ulaştılar. Akademik dergilerde yayınlanmaya devam eden bulgular bir kitap haline getirildi ve kısa sürede de Türkçe olarak yayınlandı. Gelişmiş ülkelerdeki eşitsizliklerin ölçülebilir etkiler yaratacak kadar büyük farklılaşmalar doğurduğunu kanıtlayan Su Terazisi, gelir farklılıkları hakkında şaşırtıcı şeyler söylüyor.
Bugün, bir ülkenin belirli bir konudaki performansına bakarak, başka bir konuda ne kadar başarılı olduğunu tahmin edebilir durumdayız.
Eşitsizlik ve sağlık arasındaki ilişki kuşkuya yer bırakmayacak kadar ortadayken, sağlık açısından kötü durumda olan bir ülkenin, aynı zamanda nüfusunun daha büyük bir kısmının cezaevlerine kapatıldığını, şişmanlık, okuryazarlık oranları, ergen hamileliği, ruh hastalıkları, matematik başarısı, kadının statüsü vb. sorunlar açısından da daha kötü durumda olduğunu, belirli bir isabet derecesiyle öngörebiliyoruz.
Servet düzeyindeki farklılıkların üstüne, giyimde, estetik zevklerde, eğitimde, benlik duygusunda ve sınıf kimliğinin tüm diğer göstergelerinde ortaya çıkan farklılıklar ekleniyor. Dünyanın en zengin ülkeleri olarak konumlanan fakat aynı zamanda eşitsizliğin en derinden yaşandığı ABD, İngiltere, Portekiz, Yeni Zelanda ve Avustralya’da şiddet, akıl hastalıkları, ergen doğumları, okul başarısızlığı, hatta meme kanseri oranları, toplumsal eşitliği daha iyi sağlamış ülkelerdekinden kat kat yüksek… (Japonya, İsveç, Norveç ve Finlandiya karneleri en iyi ülkeler) Bu noktada, gözler ekonomik büyümeden çok, sosyal refaha çevrilmek zorunda kalıyor.
Eşitlik ve Sürdürülebilirlik
Görünen o ki, önümüzdeki kuşağın yaşam süresi boyunca, politik gündemi küresel ısınmanın önüne geçme çabaları belirleyecek. Daha fazla eşitlik ve karbon salımını azaltma politikaları bir arada yürüyebilir mi? Eşitsizliğin bir toplumu ne hale getirdiği, özellikle de rekabetçi tüketimi nasıl artırdığı göz önüne alınırsa, bu ikisinin aslında birbirlerini tamamladıklarını söylemek gayet mümkün. Elbette bu soruna çözüm getirmeyi amaçlayan her sistemin, zengin ve yoksul ülkeleri farklı biçimde ele alması gerekiyor. Yıllık kişi başı karbon üretimi 24 tonu bulan ABD gibi bir ülkenin, kişi başı karbon üretimi 1,6 ton olan Hindistan’la aynı kefeye konulması imkânsız. Aynı zamanda zengin bir insanın tüketimiyle ortaya çıkan karbon salımları, aynı toplumda yaşayan daha yoksul birine kıyasla on kat fazla olabiliyor.
Yakıt tüketimini ve karbon salımlarını azaltan yeşil teknolojiler değişimin zorunlu bir parçası olsa da, bunlar sorunu tek başına çözemiyor. Yakıt tüketimini yarıya indiren yeni kuşak bir araba motoru üretiliyor, ama bu durumda araba kullanmak daha ucuz olduğu için, sağlanan tasarruf kesinlikle başka bir yere harcanıyor.
Aynı mantık hemen her alanda geçerli. Enerjiyi daha verimli kullanan çamaşır makineleri ya da daha iyi yalıtılmış evler çevreye yararlı olsalar da; yalıtım kalitesi arttıkça ısınma standartlarını yükseltiyor ve tasarruflu ampuller kullandıkça, ışıkları açık bırakmanın çok da önemli olmadığını düşünmeye başlıyoruz. Çünkü statü rekabeti, tüketimi körüklüyor. Çoğumuz bunu, rekabetçi bir davranıştan çok, bir tür savunma davranışı olarak geliştiriyoruz: Eğer standartlarımızı yükseltmezsek herkesin gerisine düşeceğimizi ve etrafımızdaki her şeyin bizi ikinci sınıf göstereceğini düşünüyoruz. Eşitsizlik statü rekabetini kızıştırdıkça, insanlar yarışta kalmak için o kadar çok çabalamak zorunda kalıyor.
Gerçek Yaşam Kalitesi Nasıl Ölçülür?
Öykünme, statü rekabeti ya da basitçe herkese yetişme telaşı tüketimi körükleyen önemli bir unsursa ve tüketicilik esas olarak sosyal görünüş ve konumla ilgiliyse, bize bir yarar getirmediği belli olmasına rağmen neden hâlâ ekonomik büyümenin peşinde olduğumuz sorusunun cevabı önem kazanıyor. Daha fazla gelir elde etme arzusunun aslında sadece daha yüksek statüye duyulan bir arzu olduğu şu basit deneyle ortaya konmuş: İnsanlara, zengin bir toplumda başkaları ndan biraz daha yoksul olmayı mı, yoksa daha yoksul bir toplumda çok daha düşük bir gelirle yaşamayı ama başkalarından daha iyi durumda olmayı mı tercih edecekleri sorulduğunda, katılımcıların yüzde ellisi, başkaları ndan daha iyi durumda yaşamak için gerçek gelirlerinin yarıya yakın bir kısmından vazgeçebileceklerini söylemişler. Bu sonuç statüye ne kadar değer verdiğimizin açık bir göstergesi. Peki, bu kültürü nasıl dönüştürebilir ve gezegene verdiğimiz zararın azaltılmasını nasıl mümkün kılabiliriz? Amerikalı sosyal ekolog ve liberal felsefeci Murray Bookchin’in söylediği gibi, “Kapitalizmin büyümeyi sınırlamaya ‘ikna edilmesi’ bir insanın nefes almayı bırakmaya ‘ikna edilmesi’nden farksız” ise, elimizden ne gelebilir? Eğer karbon salımlarını kısmak için zengin ülkelerdeki ekonomik büyümeyi ciddi ölçüde sınırlamamız gerekiyorsa, farkında olmamız gereken önemli bir nokta, bunun gerçek yaşam kalitesindeki iyileşmelerden vazgeçmemiz anlamına gelmediğidir. Gerçek yaşam kalitesini, sağlık, mutluluk, dostluk ve topluluk yaşamıyla ölçeriz ve asıl önemli olan da bunlardır. Karbon salımlarını azaltma politikalarının başarısı, daha geniş bir sosyal sorumluluk ve dayanışma duygusuna bağlıdır. Bulgular, daha eşit ülkelerin bu açıdan da daha iyi durumda olduğunu gösterir. Daha eşit ülkelerde sosyal bütünlüğün ve güvenin daha yüksek olduğunu ve bunun da bir toplumsallık ruhunu beslediğini biliyoruz. Küresel ısınmayı sadece maddi tatminlerimize sınırlar getiren yönüyle ele alan politikaların yanına, bizi yeni ve daha esaslı yollara taşıyacak eşitlikçi politikalar koymak zorundayız.
Eşitlikçi Toplumlar Daha Çok Geri Dönüştürüyor
Daha eşit ülkeler kalkınma yardımlarına daha çok harcama yaparlar ve bu ülkelerin Küresel Barış İndeksindeki skorları daha yüksektir. Bu, daha güçlü toplumsal sorumluluk duygusunun, çevre sorunlarıyla ilgili tutumlar üzerinde de etkili olabileceğinin bir göstergesi. Avustralya’daki Planet Zengin ülkelerde sağlık sorunları ve sosyal sorunlar ile eşitsizlik arasında yakın ilişki vardır. Daha eşitlikçi ülkeler atıklarının daha büyük bir kısmını dönüştürürler. Ark Kuruluş Vakfından alınan verilerle oluşturulan yukarıdaki grafikte de görüldüğü gibi, daha eşitlikçi ülkelerde atık dönüştürme oranları genellikle daha yüksektir. *Konuyla ilgili bulguları, grafikleri ve diğer verileri Eşitlik Vakfının internet sitesinden inceleyebilirsiniz: www.equalitytrust.org.tr
Kitaptan: Politik Yetersizlik
“Bir zamanlar politikaya, insanların ekonomik koşullarını değiştirerek sosyal ve duygusal refahlarını yükseltmenin bir yolu olarak bakılırdı. Ancak geride bıraktığımız son yirmi otuz yıl içinde, büyük resimle olan bağlantının ucunu kaçırdık. Bugün pek çok insan, psikososyal refahın, herkese tek tek uygulanacak bilişsel davranış terapileri ya da ilk çocuklukta sağlanacak destek gibi, birey düzeyindeki çözümlere ya da dini değerlerin veya aile değerlerinin yeniden doğrulanmasına bağlı olduğunu düşünüyor. Oysa artık biliyoruz ki, gelir dağılımı, karar vericilere tüm toplumun psikososyal refahını artırmanın bir yolunu sunmaktadır. Politikacıların elinde insanlara gerçekten faydalı olmak için bir fırsat vardır. Hükümetler çoğu ülkede en büyük işverenler oldukları gibi, neredeyse tüm ekonomik ve sosyal politikaların da gelir dağılımı üzerinde etkileri vardır. Vergi ve sosyal yardım politikaları bunların ilk akla gelenleridir. Asgari ücret yasaları, eğitim politikaları, ulusal ekonomi yönetimi, işsizlik düzeyleri, zorunlu tüketim ve lüks tüketim mallarına uygulanan KDV ve satış vergileri, kamu hizmeti tedarikleri, emeklilik politikaları, miras vergileri, negatif gelir vergisi, temel gelir politikaları, çocuk yardımı, kademeli tüketim vergileri, endüstri politikası, yeniden eğitim programları ve daha birçokları… Gerekli politik iradeyi ayakta tutabilmek için, insanlık tarihindeki en büyük dönüşümlerden birini yaratma görevinin kendi kuşağımıza düştüğünü aklımızda tutmamız gerekiyor.”