#ekoIQ Sivil Toplum Demokrasi Rüyası
Sivil Toplum

Demokrasi Rüyası

demokrasi

“Demokrasinin tanımını ve savunuculuğunu yapanlar, kendi ekosistemlerinde bunu uygulamakta zorlanırken, bir demokrasi tahayyülünden bahsetmek nasıl mümkün olabilir?”

Yazı: Burcu GENÇ

Türkiye, tarihinin en zor seçimlerinden birini yaptı. 10 milyondan fazla insanı etkilemiş bir afetin ve ekonomik krizin gölgesinde gerçekleşen, karşılıklı tarafların birbirlerine suçlamalar yönelttikleri ve yeni bir söylem geliştirmekten aciz siyasetiyle bir “demokrasi şenliğinden” ziyade “ortaoyunu” diye tanımlamak daha uygun düşecektir diye düşünüyorum.

Malumunuz Türkiye’de seçimler yüksek katılım oranlarıyla Batılı dünyanın gözlerini doldurmakta… Peki, katılım yalnızca bununla mı sınırlıdır? Yönetim anlayışımız veya “kültürümüz” ne kadar katılımcı veya ne kadar temsili? Kaç kişi gerçekten işyerinde, evde, STK’da idareye katıldığını hissedebiliyor? Ya da düşüncelerinin dikkate alındığını?.. Ortalıkta “en iyisini ben bilirim”cilerin dolaştığı bir ülkeden bahsediyoruz. Batılının böyle bir kaygısı olmadığına göre katılım mefhumunun sadece seçimde oy vermekle sağlanabildiğini söylememiz mümkün müdür?

Temsili demokrasi uzun yıllardan beri devam eden bir tartışma. Bir temsilciye kendi dünya tahayyülümüz doğrultusunda karar alması için yetki devri yapıyoruz. Seçimleri yalnızca sayısal olarak analiz ettiğimizde aslında oldukça mutlu olmalıyız ama mutluluk endeksleri bize tam tersini söylüyor.

Birileri bunu durup düşünmüş ve katılımcı demokrasinin daha fazla şeffaflık, daha fazla hesap verilebilirlik ve en önemlisi de aidiyet hissi yarattığını bulmuş. Katılımcı demokrasinin ortaya çıkması ise bu kısır demokrasi uygulamasının halkları farklı arayışlara itmesinin önüne geçmek, alternatiflere yönelmesini engellemek amacıyla oluşmuş. “Kapitalizmin o kendini hep dönüştürme yetisini” evirip çevirerek yeni bir demokrasi düzlemine oturtmak gayesinden söz ediyorum. Öte yandan bunu yapma ihtiyacının kapitalin elindekini dağıtma ihtiyacından doğduğu akla gelmesin; bu talep edildi, mücadele verildi ve kazanıldı. Sosyal adalet ve gelir adaleti talepleriyle halkın, kendi tırnaklarıyla kazıyarak elde ettiği bir kazanımdır katılımcı demokrasi. Katılımcı demokrasinin ilk ve en önemli somut örneği ise Latin Amerika’dan ortaya çıkan katılımcı bütçe uygulaması. Darbelerden payını alan halkların en alt gelir grubuna, vergilerin hizmet olarak aktarılması sağlandı. Parayı veren düdüğü çalmadı; oyu veren düdüğü çaldı!

Katılımcı Demokrasi ve STK’ların Önemi

Demokrasinin tabana yayılmasının, bu kültürün günlük yaşamın bir parçası olmasının en önemli yapıtaşlarından biri katılım dedik. Her bir yurttaşın katılım mekanizmalarında yer alabilmesi, ne yazık ki bugün bile hâlâ tartışılan bir konu. Bu sebeple sivil toplum kuruluşları birçok farklı görevinin yanında burada da imdadımıza koşuyor. Sivil toplum kuruluşları yalnızca dernek ve vakıflar değildir; sendikalar, siyasi partiler, platformlar, öğrenci kulüpleri, yani insanların beraberce bir şeyler yaptıkları, sağa-sola saptırmadan kelimenin tam anlamıyla örgütlendikleri kurum, kuruluş ve yapılardır. Örgütlenmek ve mücadele etmek kelimelerinden korkar olduk. Oysa örgütlü mücadele dediğimiz şey; ortak bir grubun düşüncelerini/çıkarlarını/rengini korumak için belirli ilkeler ve dünya görüşü çerçevesinde bir araya gelerek kendi düşüncesini empoze etmeye, karşısındakine yaşam alanı bırakmamaya ve baskılamaya çalışan kişi, kurum ve yapılara karşı mücadele etmesi, kendine alan açmasıdır. Bu korkulacak bir şey değil, asıl tam tersi bir durum korkutucu.

STK’lar bu anlamda, toplumda farklı gündem maddelerinden dolayı bir türlü hak ettiği ilgiyi göremeyen çevre koruma ve iklim değişikliği gibi konularda da kamuoyu yaratmak için çok önemli bir rol üstleniyor. Çevre koruma ve iklim değişikliği konuları siyaset üstü gibi bir mesele olarak bu zamana kadar ele alınsa da Türkiye’de süregiden çevre tahribatları, yapan öder-paran varsa yap tarzındaki önleyici değil ama cezalandırıcı çevre mevzuatı gibi sorunlar artık bunun siyasetle girift bir halde olduğunu da bizlere gösteriyor.

Geldiğimiz noktada gelişim hakkı adı altında ödetilen bedel, kelebek etkisi yaratarak tüm yaşamı tehdit etmeye başladı. Elbette ki gelişimden payını alanlar, çevre tahribatının bedelini ödemek zorunda kalanlar değil. Türkiye’deki çevre adaleti sorunu büyüyor ve bunun STK’ların politik söylemlerinde yer alması oldukça önemli. Artık insan hakları hareketleriyle çevre hareketlerinin dünyada bir araya gelmeye başladığı noktada, Türkiye’deki STK’ların da bunu gündemlerine koyma zamanı geldi. Birleşmiş Milletler gibi bir kurum dahi bu ihtiyacı görmüş ve Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları’nda (SKA) bu amaçlara ayrı bir başlık altında yer açmış. SKA’ların 16. Maddesi Barış, Adalet ve Güçlü Kurumlar başlığı; devletlere, katılımcı, temel özgürlükleri koruyan, hukuka saygı duyan, hesap verebilir ve şeffaf kurumlar amacına ulaşmanın gezegenin ve yaşamın sürdürülebilirliği açısından temel olduğu mesajını verir. Bu mesajı almak, SKA’ların tarafı olan Türkiye açısından oldukça önemli. Diğer yandan STK’lara da bazı görevler düşüyor. Çevre koruma ve iklim değişikliği meselelerinde, -aynı SKA’lara bakış açısında olduğu gibi- siyaset üstü bir yaklaşımla savunuda bulunulması mümkün değil. SKA’ları özellikle hedef olarak belirleyen ve bu amaçların gerçekleştirilmesi için çalışan STK’ların belirli amaçları değil, 17 Amaç’ın tümünün gerçekleştirmesi gerektiğini politika yapıcılara sürekli olarak hatırlatmaları gerekir.

STK Demokrasisi

Ne yazık ki Türkiye’de STK ekosistemi de siyasi konjonktürden payını alıyor. Çoğu STK, kendi içinde demokrasiyi işletmeye vakıf değil, hatta demokrasi veya katılım talebiyle itiraz ettiği bazı kurum veya kuruluşlardan çok daha antidemokratik, şefçi ve tek adamcı bir hale geldi. İlkelerin sınırları korku sebebiyle genişletildikçe genişletilmiş durumda. İlkelerden taviz verdikçe, geri dönüşü olmayan bir yola doğru gidiliyor.

Çalışanlara uygulanan tarife de şaşırtıcı olmayacak şekilde farklı değil. Mobbing normal, beklendik ve olağan. Küçük bir sektör olması nedeniyle iş bulamama korkusuyla mobbing ifşa edilemiyor (Yayımlanmamış yüksek lisans tezi: Gizem Uğur, Sivil Toplumda Mobbing, 2023). Sendikalaşma oranları düşük ve sendika üyeliği çoğu STK için işten çıkarma sebebi. Avrupa Birliği fonlarıyla beraber profesyonelleşmek zorunda kalmış bir sektör olarak sivil toplum, çalışan haklarını ve hukuku uygulama konusunda ayak sürüyor. Hal böyle olunca savunuculuğunu yaptığı diğer konularda inandırıcı olamıyor.

Fonlar ayrı bir problem. Tek kişilik dev kadrolu STK’lar, artık danışmanlık firması statüsünde görev yapıyor. Dev bütçeli fonlar, dev bütçeli vakıf veya dernekler arasında paylaşılıyor. STK ekosisteminde bile orta direk eridi, büyük balık küçük balığı yedi. Kendi halinde bir şeyler yapmak için uğraşan STK’lar bir bir kapanırken büyükler büyüdükçe büyüyor. Banka metodolojisiyle yürütülmeye çalışılan her bir projeyle beraber savunuculuk, terimlerin dar tanımlarında sıkışıp kalıyor.

Son olarak insan kaynağını iyi yönetemeyen bir sivil toplum sorunuyla karşı karşıyayız (Kadın ve LGBTİ örgütleri ile insani yardım örgütlerini hariç tutuyorum). Seçimler sırasında çalışmalara destek vermek isteyenleri hepimiz gördük. O insanları örgütleyerek ortak bir paydada bir arada tutacak, örgütlenmelerinin devamlılığını sağlayacak bir yönetememe krizi var. İnsan kaynağını iyi yönetememek, katılımı artıramamak konusunda acilen özeleştiri verilmesi gerekiyor.

Demokrasinin olmazsa olmazı sivil toplum alanı, kendini yıllardır itildiği “yaratılmış” bir çembere hapsediyor ve bu çember, tüm bu sebeplerden dolayı iyice daralıyor. Bu yüzden de sivil toplum gitgide küçülüyor. Zaten aynı hükümet ve muhalefet sıraları gibi koltuklar on yıllardır değişmiyor; kazanılmış koltuklarından kimseler vazgeçmiyor. Demokrasinin tanımını ve savunuculuğunu yapanlar, kendi ekosistemlerinde bunu uygulamakta zorlanırken bir demokrasi tahayyülünden bahsetmemiz nasıl mümkün olabilir?

 Özeleştiri Cesareti

Değişim, önce kendinden başlar. Şu vahim durumda, kendi otokrasisini kurup neoliberalizme söz etmekten korkan ve suçu bir türlü seslenmeyi beceremediği kitlelere atanların yerine, özeleştiri verme cesaretini göstererek yeniden planlayıp uygulayabilecek olanların bir şeyleri değiştirebileceğine inanıyorum. Hal böyleyken, sivil toplumun gerçekten demokrat olmanın anlamını bir kez daha keşfetmeden başarıya yürüyemeyeceğini düşünüyorum.

About Post Author