İstanbul Üniversitesi, Cerrahpaşa Orman Fakültesi’nden Prof. Dr. Doğanay Tolunay, yeniden kurulacak kentlerde yalnızca deprem dirençli alanlara odaklanmanın doğru bir yaklaşım olmadığını, diğer iklimsel tehlikelere de odaklanarak dirençli kentlerin kurulması gerektiğini belirtiyor. Prof. Dr. Tolunay, iklim değişikliği etkileri dikkate alınmadan kurulan kentlerin iklim ya da afet dirençli olmasının çok mümkün olmadığının da altını çiziyor.
Yazı: Erhan ARCA
24 Şubat’ta Resmi Gazete’de yayımlanan kararname ile OHAL kapsamında alınan yapılaşma kararı, orman ve mera alanlarında inşaat yapılacak alanların belirlenmesinde Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın resen yetkisine bırakıldı. Yapılacak çalışmalarda konuyla ilgisi bulunan diğer kurum ve kuruluşların yetkisinin olmaması ne gibi sonuçlara yol açabilir?
Ülkemizi derinden sarsan ve on binlerce yurttaşımızın hayatını kaybettiği Kahramanmaraş merkezli depremlerde, Mart ortasında yapılan açıklamalara göre, 279 bin binanın acil yıkılacak, ağır hasarlı, yıkık veya orta hasarlı olduğu belirlendi. Bu da yüz binlerce insanın evsiz kaldığı anlamına geliyor. Depremzedelerin sıcak yuva ihtiyacına vurgu yapılarak deprem bölgesindeki kentlerin yeniden inşasına bir an önce başlanmak isteniyor. Bunun için de şehir planlama süreçlerine görüş veren birçok kurum devre dışı bırakıldı ve bütün yetki Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’na devredildi. Ayrıca şahıslara ait arazilerin acele kamulaştırılması da mümkün.
Bu durum öncelikle geçici veya kalıcı iskan için yer seçimlerinde görüş vermesi gereken onlarca kurumun devre dışı bırakılmasına neden olacaktır. Bunlar arasında mevcut ve planlanan su havzaları, yeraltı suyu besleme alanları, sel kontrolü ve dere ıslahı yapan Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü (DSİ) ve yerel belediyeler bulunuyor. Yine ülke genelinde doğa korumadan sorumlu olan Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü, tarım alanlarının yerleşime açılıp açılamayacağını değerlendiren Toprak Koruma Kurulları gibi kurumlar bulunuyor. Bu örnekler artırılabilir. Örneğin kentlerin gelişme alanları ve buralarda yapılması planlanan yol, sağlık ve eğitim kurumları gibi tesislerin olup olmadığının dahi ilgili kurumlara sorulması gerekiyor.
Depremzedeler için konutlar inşa edilirken hızlı davranılmalı ancak acele edilmemeli. Acele davranıldığında tarım ve orman alanlarına, su varlıklarına zarar verilmesi olasılığı bulunuyor. Ayrıca yalnızca deprem dirençli yerleşim alanlarına odaklanmak da çok doğru bir yaklaşım değil. Çünkü deprem haricinde de özellikle iklim değişikliğine bağlı olarak şiddeti, sıklığı, süresi, etki alanı artan aşırı hava olayları kaynaklı afetlere de dirençli kentler inşa etmek gerekiyor. Örneğin deprem bölgesindeki büyük yerleşim alanlarının çoğunda kent selleri önemli bir sorun. Yine bölgede kuraklık da günümüzde dahi yoğun olarak yaşanıyor. Ayrıca önümüzdeki 50-80 yıl içinde bölgede yaz sıcaklıklarının 5-6 derece artması ve aşırı sıcak hava dalgalarının sıklaşması bekleniyor. Bu gibi iklim değişikliği etkileri dikkate alınmadan kurulan kentlerin iklim ya da afet dirençli olması çok mümkün değil. Gerek Cumhurbaşkanı kararının içeriğinde gerekse kamuoyuna yapılan açıklamalarda yeni kurulacak yerleşim alanlarının yüzlerce yıl orada kalacağı düşünülmeden hareket edildiği, yalnızca deprem odaklı yaklaşıldığı görülüyor. Benzeri sorunlar ancak diğer kamu kurumları yanında meslek odaları, üniversiteler ve STK’ların da katkılarıyla, bir ortak akıl oluşturularak çözümlenebilir.
Taşlık kayalık bölgelerin orman alanlarından çıkartılması ve bahsedilen bölgelerde yeterli bilimsel araştırma yapılmadan inşaat faaliyetlerinin gerçekleştirilmesi ekolojiyi nasıl etkiler?
Orman Kanunu’na göre orman ağaçlarıyla kaplı alanlar yerleriyle birlikte orman sayılıyor. Kanun’da olmasa da uygulamada ağaçların toprak yüzeyini örtme oranının (kapalılık) %10’dan fazla olduğu ormanlar verimli, düşük olduğu ormanlar ise verimsiz olarak kabul ediliyor. Bu yaklaşım, orman ekosistemlerine ağaç ve odun odaklı bir yaklaşım. Taşlık, kayalık ve verimsiz ormanlar denilerek buraların önemsiz olduğu algısı oluşturulmak isteniyor. Nitekim Orman Kanunu’nun Ek 16. Maddesi’nde orman dışına çıkaheyelanlarılan verimsiz ormanların iki katı ağaçlandırma yapılacağı hükmü de orman ekosisteminin ağaca indirgendiğini gösteriyor. Peki, taşlık, kayalık, verimsiz ormanlar gerçekten verimsiz mi? Çoğunlukla hayır. Çünkü üzerinde ağaç yok diye dışladığımız alanların çoğu çok sayıda otsu türe, sürüngene, memeliye ve kuşa ev sahipliği yapar. Örneğin Hatay ilindeki kaya faresi, karayılan, hasancık gibi türler çoğunlukla kayalık alanlarda yaşıyor. Benzer şekilde Kahramanmaraş’ta çeşitli yılan, keler ve kertenkele türlerinin habitatları kayalık ve taşlık alanlardır. Deprem Bölgesi aynı zamanda Anadolu Çaprazı olarak adlandırılan ve ülkemiz fitocoğrafik bölgeleri için sınır oluşturan bir bölge ve tür çeşitliliği oldukça yüksek. Yeterli inceleme yapılmadan bu habitatların yerleşime açılması türlerin yok olmasına yol açabiliyor. Nitekim biyolojik çeşitlilik kaybı en az iklim değişikliği kadar önemli bir ekolojik sorun. Habitat değişimleri de bu kaybın en önemli nedenleri arasında.
Ekosistemlerdeki canlı türleri bu ekosistemler içindeki pek çok süreçte aktif olarak yer alıyor. Örneğin yılanların azalması farelerin çoğalmasıyla sonuçlanabiliyor. Ek olarak Amanos Dağları oldukça özel. Çünkü Amanoslar çoğunlukla Karadeniz Bölgesi’nde gördüğümüz türleri barındırıyor. Bunun nedeni Son Buzul Çağı’nda Anadolu’da iklimin soğumasıyla Karadeniz’deki canlılar güneye göç etmiş, Buzul Çağı’ndan çıkılmasıyla türler yine eski alanlarına çekilmiştir. Ancak, Amanoslar’daki lokal iklim şartları ile vadiler gibi çeşitli topografik yapılar bazı türlerin buralarda yaşamaya devam etmesine olanak sağladı. Bu nedenle Amanoslar’da kayın ve benzeri türleri içeren ormanlar kalıntı ormanlar olarak kabul ediliyor. Özetle nadir ekosistemlerin varlığı dikkate alınmadan alınabilecek yerleşim kararlarının olumsuz etki oluşturması olasılığı bulunuyor.
Diğer yandan yerleşime açılacak alanlar biyolojik çeşitlilik açısından önemsiz olsa dahi gelecek yıllarda yerleşim alanlarının yayılması ya da yeni yerleşim alanlarının altyapı (yol, elektrik hattı, doğalgaz hattı gibi) çalışmaları nedeniyle kamu yararı ve zaruret var denilerek ormanlardan izin verilebilir. Ayrıca yerleşim alanları verimsiz ormanlarda açılsa da verimli ormanlara çok yakın kurulabilecek yerleşim alanlarında orman yangını tehlikesi oluşabiliyor. Örneğin 2020 yılı sonbaharında İskenderun’daki orman yangınları ilçedeki bazı evlere zarar vermişti. Bu nedenle planlama çalışmalarında mutlaka biyolojik çeşitlilik, ormanlara yakınlık ve altyapı ihtiyaçları da dikkate alınmalı. Doğal ekosistemlere ve biyolojik çeşitliliğe zarar verilmesi uzun sürede depremler dışındaki afetlerin de artmasına yol açabiliyor. Özellikle eğimli alanlardaki betonlaşma yüzeysel akışı artırarak sel oluşumuna yol açabiliyor. Bu nedenle ekosistem temelli afet risk azaltımı kavramı oluştu. Yaklaşımın temelinde; orman, akarsu, sulak alan, kıyılar gibi ekosistemleri koruyarak, tahrip olan ekosistemleri onararak selleri ve heyelanları önlemek, artan bitki örtüsüyle suyu topraklarda depolayarak kuraklıklarla mücadele etmek, sulak alanlardan taşkınlarda depolama alanı olarak yararlanmak bulunuyor.
Ekosistemlerin korunması esası yalnızca yeni yerleşim alanlarının belirlenmesinde değil, deprem yıkıntı ve enkazlarının geçici ya da kalıcı olarak depolanmasında kullanılacak alanların yer seçiminde de göz önünde bulundurulmalı. Enkazlar kesinlikle dere yatakları, sulak alanlar, su havzaları, yeraltı suyu besleme alanları, tarım, mera, orman, deniz ve kıyı ekosistemlerinde depolanmamalı. Enkazlardaki tehlikeli atıklar mutlaka ayrıştırılmalı ve özel depolama alanlarında bertaraf edilmeli. Diğer atıkların da niteliğine göre ayrıştırılması ve geri dönüştürülmesi yapılarak kalıcı olarak depolanacak atık miktarı mümkün olduğunca azaltılmalı. Kalıcı depolama alanlarında mutlaka su sızmalarına karşı yalıtım yapılmalı. Aksi halde örneğin, dere yataklarına enkaz dökülmesi sellere ve tehlikeli atıkların tarım, orman ve mera alanlarına yayılmasına yol açabilir.
Orman Kanunu’nda yapılan ve yapılması istenen değişiklikler büyük şehirlerdeki nüfusu ve biyoçeşitliliği nasıl etkileyecek?
Sadece geçtiğimiz Şubat ayı içinde ormanlarımızla ilgili bir yönetmelik değişikliği ve bir de OHAL kapsamında Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi çıkarıldı. Mart ayı başında ise Orman Kanunu’nda değişiklikler de içeren bir kanun teklifi TBMM’ye sunuldu. Daha uzun vadede bakıldığında ise son 20 yılda ormanlarla ilgili mevzuatta çoğu ormanların aleyhine olmak üzere onlarca değişiklik yapıldı. Son değişikliklerden biri; yine taşlık, kayalık, verimsiz olarak nitelenen orman alanlarında lisanslı güneş enerjisi santrallarının inşasının önü açıldı. Halbuki ekosistemleri tahrip eden ve biyolojik çeşitliliğe zarar veren yenilenebilir enerji tesisleriyle yapılan seragazı azaltım faaliyetleri yanlış azaltım olarak adlandırılıyor. Çünkü yenilenebilir enerji üretilirken yutak alanlara zarar verilmemesi, sel, heyelan gibi afetlere neden olunmaması gerekiyor.
Özel ormanlardaki tür çeşitliliği ile ilgili araştırmalar ise eksik. Ancak, İstanbul’daki bazı korularda endemik bitki türlerinin olduğu, sincaplardan yarasalara kadar birçok türe habitatlar oluşturduğu biliniyor. Kent içi ya da dış çeperindeki özel ormanların kentteki yaban hayatı için sığınak görevi gördüğü de söylenebilir. Kentsel ağaçlı yeşil alanların korunması ve miktarının artırılması, kent içindeki yaban hayatının desteklenmesi gibi uygulamalar afet dirençli kent konseptinin parçaları.