#ekoIQ | Sürdürülebilirlik Hakkında Her Şey
iklim ulkeler

“Devletler İklim Finansmanı Tanımında Dahi Anlaşamıyor”

Sabancı Üniversitesi İstanbul Politikalar Merkezi (İPM) İklim Çalışmaları Koordinatörü Ümit Şahin, gelişmekte olan ülkelerin COP29’un finansman kararından tatmin olmamasının hem rakam açısından hem de yaklaşım açısından doğal olduğunu söylerken, devletlerin iklim finansmanı tanımında dahi anlaşamadıklarını ifade etti. Türkiye’nin COP31 adaylığı için de görüşlerini aktaran Şahin’e göre, “Kim AB’yi ikna ederse o ülke COP31’i alır.”

Bulut BAGATIR

Bir finansman COP’unu geride bıraktık. Havada rakamlar uçuştu. Farklı beklentiler vardı ve bir anlamda karşılandı. 1,3 trilyon dolarlık hedef final metnine girdi. Zengin ülkelerin 300 milyar dolarlık taahhüdü ise pek çok eleştiriye neden oldu. Trump’un etkisini de konuşmak gerekiyor gibi, çünkü gelişmekte olan ülkelere aba altından sopa gösterildiği de belirtildi. Enflasyon kaygısı da başka bir tartışma alanı. Siz buralardan baktığınızda neler söylersiniz?

Trump ile başlayalım. Ben de Trump’ın bu tür bir etki yaptığını düşünüyorum. Para miktarının cuma gününe (22 Kasım) kadar telaffuz edilememesi, önce ikinci haftanın başında Avrupa Birliği (AB) tarafından 200-300 milyar dolar diye bir rakamın sızdırılması, sonra bunun orta noktasının taslağa girmesi ve ancak uzatma günlerinin sonunda, pazar günü 300 milyar dolara çıkarılması, bence en azından AB’nin bu tür bir taktik izlediğini gösteriyor. Yeni Toplu Sayısal Hedef (The New Collective Quantified Goal-NCQG) kararı çıkmasaydı iş başka bir noktaya gelebilirdi. Örneğin, COP29’dan Just Transition (Adil Geçiş) ve GST (Global Stocktake-küresel durum değerlendirmesi) kararları çıkmadı ama onların çıkmaması COP’un çöktüğü anlamına gelmedi çünkü bu bir finans COP’uydu. Herkesin asıl baktığı yer NCQG kararıydı ve şayet bu karar da çıkmasaydı COP çökmüş sayılırdı. Başarısız COP’ları bir sonraki sene toparlamak kolay olmuyor. Bu da her şeyden önce gelişmekte olan ülkelerin işine gelmez. İklim müzakereleri öyle bir noktaya geldi ki gelişmiş ülkeler zaten azaltım anlamında istediklerini yapabiliyorlar. Bununla ilgili hesap vermek zorunda da hissetmiyorlar. Örneğin, AB’nin azaltım hedefi 1,5 derece için yetersiz de olsa diğer ülkelerle kıyaslandığında yüksek. Dolayısıyla doğru dürüst bir azaltım hedefi olmayan gelişmekteolan ülkelerin, başta Ada ülkeleri olmak üzere en kırılgan ülkeler hariç, AB’den bu anlamda fazla hesap soracakları bir durum kalmadı. Bu nedenle bundan sonraki COP’lar da büyük ölçüde finansmana kilitlenecek.

D115 UmitSahin

Gelişmekte olan ülkelerin toplam emisyonlardaki payı arttı ve 2030’dan sonra daha da artacak. Hem gelişmekte olan ülkelerin emisyonlarının artması hem de gelişmiş ülkelerin emisyonlarının azalması nedeniyle oransal olarak gelişmekte olan ülkelerin azaltım yapmaları çok daha önemli hale gelecek. Bu nedenle gelişmiş ülkeler Paris Anlaşması hedefleri konusunda ciddilerse, gelişmekte olan ülkelerin azaltım hedeflerini artırmak için mücadele etmek zorunda kalacaklar. Çin, Hindistan, Endonezya gibi büyük emisyona neden olan ülkelerden bahsediyorum. Müzakereler para işine döndüğü için de bu COP’un çökmesinden ve bundan sonraki COP’larda iklim müzakerelerinin sıkıntıya girmesinden gelişmekte olan ülkeler finansal olarak daha fazla zarar görecekler; bu da onları tedirgin etti. Trump faktörü nedeniyle ABD önümüzdeki dört yıl boyunca iklim politikalarında yapıcı bir rol oynamayacak. Bu nedenle de gelişmekte olan ülkeler bu sene önlerine gelen rakamı neticede kabul etmek zorunda kaldılar. Bunun şöyle bir kanıtı da var: NCQG kararı, 300 milyar dolar rakamı dahil kabul edildi ve peşi sıra kapanış oturumuna geçildi. Bu oturumda Hindistan ve Nijerya önceden itiraz etmedikleri kararı sert bir şekilde eleştirdiler. Önceden itiraz edip kararı bloke etselerdi müzakere zeminini kaybetme riskiyle karşı karşıya kalacaklardı. Ne Afrika grubu ne de Hindistan bunu istedi.

Para miktarıyla ilgili tartışmalar aslında biraz daha karışık. Bence miktardan önce asıl mesele finansmanın yatırım mı hibe mi olacağı. En az gelişmiş ülkeler ve Ada ülkeleri, yani en kırılgan ülkeler için iklim finansmanının özellikle adaptasyon, kayıp ve zarar konusunda hibe şeklinde olması gerekiyor. Onlar bunu haklı olarak çok önemsiyorlar çünkü bu iki konuda ne mali ne de teknik kapasiteye sahipler. Bu kapasiteye ancak finansmanın hibe olması durumunda ve Batı’nın desteğiyle erişebileceklerini biliyorlar. Ancak gelişmiş ülkeler iklim finansmanını büyük ölçüde azaltım finansmanı olarak tutup, biraz önce konuştuğumuz gibi gelişmekte olan ülkelerin emisyon azaltım hedefini artırmalarını sağlamak için kullanmak istiyorlar. O zaman da bu paranın ciddi bir kısmı yenilenebilir enerji finansmanına dönüşüyor. Böylece daha çok özel sektör tarafından yapılan yatırımların olduğu bir finansman çeşidiyle karşılaşıyoruz. G7 ülkelerini düşünün, bu tür bir yenilenebilir enerji yatırımını devletlerin doğrudan doğruya yapması çok kolay ve görülmüş bir şey değil. Dolayısıyla bu tür bir azaltım finansmanının çok taraflı yatırım bankalarından ya da doğrudan özel sektör tarafından yapılması gerekiyor. O nedenle Batı ülkeleri tartışılan NCQG’yi yatırım finansmanı ağırlıklı olarak görüyorlar. Afrika Grubu’ndan bir müzakereci bunu açıkça protesto edip “Biz yatırım değil, iklim finansmanı talep ediyoruz” dedi. Devletler daha iklim finansmanının tanımında anlaşamıyor.

Elbette, burada Dünya Bankası’na da değinmek gerekir. Dünya Bankası da parayı hükümetlerden alıyor. Ona para veren ülkeler arasında Çin de var. Eskiden Çin’in verdiği para 100 milyar doların içerisinde sayılmıyordu. Şu anki kararda artık sayılabileceğini anlıyoruz. Çok taraflı kalkınma bankaları zaten iklim finansmanına daha çok dahil edilmek isteniyordu. Bundan sonra bu bankalara parayı Çin veya Türkiye de vermiş olsa bu 300 milyar doların içerisinde sayılacak. Bu da aslında bu 300 milyar doların sadece gelişmiş ülkelerden gelecek bir 300 milyar dolar olmadığı anlamına geliyor. Bir de sizin de söylediğiniz gibi enflasyon faktörü var. Önceki 100 milyar ilk olarak 2009’da telaffuz edildi. Aradan geçen 15 yılda bu para enflasyonla zaten değerini kaybetmişti. Gelişmekte olan ülkelerin bu karardan tatmin olmaması hem rakam açısından hem de yaklaşım açısından doğal.

COP29’da küresel karbon ticaretini başlatmak için bir anlaşmaya varıldı. Karbon piyasaları, iklim politikasında kutuplaştırıcı bir güç oluşturuyor. Destekleyenler, bu piyasaların gezegeni kurtarmak için kritik fonları yönlendirmeye yardımcı olduğunu söylerken, eleştirenler de özellikle bazı şirketlerin gönüllü karbon piyasalarında benimsemiş olduğu sahte ve zararlı projelerin yıpratıcı geçmişine dikkat çekiyor…

Şu an için kaçınma kredileri (avoidance credits) bunun içerisinde yok. Yani, “Bu projeyi yapmasaydık da şu projeyi yapsaydık, şu kadar ton daha fazla salacaktık. O salmadığımız kısmını kredilendirelim” yaklaşımı anlaşmaya dahil değil. O açıdan olumlu. Bu ileride tartışılmak üzere bir köşeye kondu. Ancak 6. Madde ile ilgili en büyük sorun karbondioksit giderme (carbon removal) projelerinin bu mekanizmanın içerisine dahil edilmiş olması. Bu çok riskli. Geleceğini takip edemediğimiz, neye dönüşeceğini bilmediğimiz bir sulak alan restorasyonu ya da bir ormanlaştırma projesi removal olarak kabul edilip, gayet yüksek bir karbon yutak alanı olarak çalıştığı varsayılıp, kredilendirilebilir. Bu kredi de Batılı ülkeler ya da firmalar tarafından satın alınabilir.

Neden büyük bir zafer olarak karşılandı derseniz, öncelikle gelişmekte olan ülkeler buradan bir gelir elde etmeyi planladıkları için. Diyelim ki Kenya’da savana restorasyonu projesi yaptınız ve bunu da 1 milyon tonluk bir karbon yutağı olarak kredilendirdiniz. Herhangi bir firma bunu 1 milyon ton karbon kredisi olarak satın alabileceği için bu alışveriş gelişmekte olan ülkelere gelir getirecek. Bu nedenle 6. Madde bir iklim finansmanı metodu olarak kabul ediliyor. Ancak aynı restorasyon ya da ormanlaştırma projesinin atmosferden böyle bir karbonu emdiğine dair herhangi bir garanti vermek zor; bu nedenle de bunun takibini yapmak gerekiyor ve bu da yıllar sürebilir. O orman ya da restorasyon projesi 20 yıl sonra da yutak haline gelebilir. Fakat siz şimdiden yutak olduğunu varsayıp o ülkenin o 1 milyon ton karbonu bu yıl salmasına müsaade ediyorsanız, bu bir ofsete dönüşecektir. Ülkeler bu mekanizmayı birtakım projelerde emildiğini varsaydıkları karbondioksiti atmosfere salmak ve bunu kendi yapmaları gereken azaltımın bir parçası olarak göstermek için kullanacaklardır. Bunun engellenmesi için çok sıkı bir kriter seti olması lazım ki bu henüz belli değil. Bunun nasıl takip edileceği, hangi tür projelerin ofset kabul edilerek mekanizmaya dahil edilmeyeceğinin bilinmesi lazım. Alınan karar çok genel ve 6. Madde’nin yürürlüğe girmesini sağladı. Kural Kitabı’nda eksikti, ona eklendi. O Kural Kitabı’nın içerisinde, bunun nasıl işleneceğine dair mekanizma henüz büyük ölçüde eksik. Mekanizmasının çok titiz bir şekilde kurulması ve uygulanması gerekiyor. Bunun için de sivil toplumun takibi çok kritik. Sivil toplumun 6. Madde ile ilgili her türlü projenin yakından takip edilmesi ve gerekiyorsa teşhir edilmesi elzem.

COP devam ederken, çok önemli isimler tarafından imzalanan bir mektup duyuruldu. COP sürecinin işlevselliğini yitirdiği, bu sürecin ihtiyacımız olan iklim eylemi hızını karşılamadığı belirtildi ve reform talep edildi. Suudi Arabistan’ın COP’u veya plastik müzakerelerini nasıl baltaladığına şahit olduk. Bazı ülkeler prosedürleri kullanarak süreci tıkayabiliyor. Siz bu çıkışı haklı buluyor musunuz?

O metni okudum, şikayetler haklı olmakla birlikte bu reformun yapılması çok zor bir iş. Bundan 32 sene önce yapılmış bir çerçeve sözleşme var ve o sözleşmenin tek kelimesini değiştirmek şu anda mümkün değil. Basit bir Just Transition (Adil Dönüşüm) kararında bile anlaşamayan ülkeler tutup da sözleşmeyi bütünüyle reforme edecek kadar yeniden yazabilir mi, bana mümkün gelmiyor. Fikir güzel ama ben bunun uygulanabilir olduğunu sanmıyorum ve dikkatlerin buraya yöneltilmesi gerektiğini de düşünmüyorum. Fazla bir ses de getirmedi. Şu anda siyasi güç dengeleri ve diplomatik ilişkiler daha önemli. Hatta daha önemli ve gerçekçi olan doğrudan doğruya fosil yakıt şirketlerini “kirleten öder” prensibi üzerinden sorumlu tutacak bir şey üzerine çalışmak. Suudi Arabistan gibi ülkeler bunu bloke etmeye çalışacaktır ancak şirketlerin kârları üzerinden bir vergi konması yolundaki önerilerin çok daha gerçekçi olduğunu düşünüyorum. İş oraya kadar gelmişken, geriye dönüp tüm süreci reforme etmeye kalkmak akıl kârı bir iş değil.

Türkiye, uzun vadeli bir İklim Değişikliği Stratejisi yayımladı. Fosil yakıtlardan çıkışa dair bir politika bulunmadığı gibi kömürün adı geçmiyor. Yine nükleer kapasitenin artışı hedefleniyor. Geçtiğimiz yıl COP28’de duyurulan nükleer kapasitenin üç katına çıkarılmasını hedefleyen girişime de katıldık. Belki tek olumlu gelişme olarak Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Murat Kurum’un bir soruya yönelik olarak fosil yakıtlardan çıkış yapılacağını söylemesi ki bir tarih belirtmiyor. Enerji politikasının gittiği yer ve COP’lardaki pozisyona dair neler söyleyebiliriz?

Bakü’de açıklanan uzun vadeli stratejinin en pozitif yanı güneş ve rüzgar kapasitesinin dört katına çıkarılması ve enerji yoğunluğunun %35 düşürülmesi. Bu ikisi kritik hedefler ancak stratejinin içinde 2053’e kadar 20 GW nükleer hedefi gibi son derece yanlış, gerçekçi olmayan ve bütün gelişmeleri riske edecek bir politika da var. Benim anlayabildiğim kadarıyla Enerji Bakanlığı baz yük anlayışını değiştirmenin mümkün olmadığını düşünüyor ve kömürden çıkışla beraber kömürün yerini nükleer ile doldurmayı planlıyor. Çünkü 21 GW kömür santralı var ve 20 GW nükleer santral hedefleniyor. Bunların da teorik olarak kapasite faktörleri birbirine yakın. Yani kömürü bire bir nükleer ile ikame etmeyi planlıyorlar. Elektrik şebekesinin modernizasyonuna yönelik bir hedef var ancak çok geride kalıyor. Talep yönetimi gibi mekanizmaları, kesintili kaynakları kullanmayı kolaylaştıracak diğer inovatif yaklaşımları fazla öngörmeyen bir strateji bu. Baz yüke dayalı bir elektrik sistemini öngördüğü için de yenilenebilir enerjiyi bu kadar artırmayı göze alabiliyor.Cop29

Benim anladığım kadarıyla yenilenebilir kapasiteyi dört kat artırma kararının arkasında nükleer enerji var. Ancak bu ikisini birbirine bağlarlarsa o zaman çok tehlikeli olur çünkü 20 GW bugünkü ekonomik, teknolojik ve jeopolitik şartlarda imkansız. Türkiye’nin Akkuyu’yu açması bile çok kesin değil bence. Bunun üzerine 30 sene içerisinde bir 15 GW daha eklemek gerçekçi değil. Eğer yenilenebilir enerji kapasitesini artırma hedefi buna bağlıysa o zaman yenilenebilir hedefi de tehlikeye girer. Ama yenilenebilir hedefi nükleer kapasitenin artışına bağlı görülmüyorsa o zaman o hedefi her halükarda tutturmak için gerekli politikalar uygulanabilir. Bu uzun dönemli stratejinin en büyük hatası ise kurgulanma şekli. Uzun dönemli stratejiler aşağıdan yukarı yapılmamalı. Bakanlıklara sorulup, her bakanlık ne verebiliyorsa onu verip, her bakanlığın verdiği hedef ve politikaları bir araya getirip bunu uzun dönemli strateji diye yayımladığınızda bu stratejinin ne kadar bir emisyon azaltımına hizmet ettiği belli olmuyor. Bir sürü hedef yazılmış oraya ama bunların toplamında emisyonların hangi tarihe kadar ve ne kadar azalacağı belli değil. Çizilmiş herhangi bir emisyon azaltım patikası yok. Emisyonların zirve noktaya çıkarılacağı tarih hâlâ 2038 olarak belirtiliyor ne yazık ki. Dolayısıyla 2038’e kadar emisyonları artırıp, geriye kalan kısa sürede mesela demir-çelik emisyonlarını %99 düşüreceğiz gibi hedefler bu işin arkasında ciddi bir model çalışması olmadığını gösteriyor. Türkiye’nin 2053’te net sıfır hedefiyle uyumsuz bir strateji bu. Umarım seneye yayımlanacak 2. NDC sağlam bir model çalışması üzerine yapılır.

Türkiye’nin COP31 adaylığı var. Rakibimiz Avustralya. COP29’da zirveye kimin ev sahipliği yapacağı belirlenemedi. Bonn’daki ara müzakerelerde ya da Brezilya’daki COP’ta COP31’in ev sahibinin kesinleşmesi bekleniyor. Avustralya bir Pasifik COP’u düzenlemek istiyor ve bazı Batılı devletler Avustralya’da yapılacak bir COP’u desteklediklerini açıkladılar. Türkiye’den, en azından benim gördüğüm kadarıyla, hangi devletlerin kendine destek verdiğine dair bir açıklama henüz gelmedi. Türkiye’nin COP31’e ev sahipliği yapması nasıl mümkün olabilir ve bize neler katabilir?

Ben Türkiye’nin COP31 adaylığını destekliyorum. Bunun Türkiye’nin iklim politikalarını geliştirmesi ve müzakerelerde daha aktif bir rol alması için önemli bir fırsat olduğunu düşünüyorum. Türkiye, Avustralya ile kıyaslandığında coğrafi ve lojistik açıdan daha avantajlı. Ayrıca Avustralya dünyanın en büyük kömür ihracatçısı konumunda. COP31 yine bir fosil yakıt ülkesinde yapılacağına yenilenebilir enerji konusunda çok daha zengin olan Türkiye’de yapılsın. O açıdan da olumlu buluyorum. Bir de böylece Türkiye’nin müzakere kapasitesi gelişir ve kamuoyundaki iklim değişikliğine olan ilgi artar.

Sizin de söylediğiniz gibi COP29’da COP31’in ev sahibi belirlenmedi. Bu tartışmada Türkiye’nin taktiğinin Avustralya’da mayıs ayında yapılacak seçimi beklemek olduğunu sanıyorum. Pek de COP meraklısı olmayan muhalefetin seçimi kazanması durumunda Türkiye’nin avantaj sağlayacağı düşünülüyor olabilir. Türkiye bu yüzden COP29’da bu konuda bir kararın çıkmasını engellemiş olabilir. Bu bence meşru bir taktik.

Pasifik adalarına gelince, onlar Avustralya’yı muhtemelen bir söz almaları nedeniyle destekledi ama bu kararda Pasifik adaları oy hakkına sahip değil. Kararı Batı ve Diğer Ülkeler Grubu verecek. Bu tür destekler almak oylamada elinizi güçlendirebilir. Türkiye de Batı Grubu dışındaki, örneğin 10 ülkenin desteğini alıp karşılık verebilir ama bunun fazla bir önemi yok. Burada önemli olan Batı ülkelerinin, temelde de AB’nin desteğini almak. Kim AB’yi kazanırsa o ülke COP31’i alır. Şu andaki durumda AB, Avustralya’yı destekliyormuş gibi görünüyor. Ancak Türkiye AB ile bunun pazarlığını yapabilir ve AB’yi iklim politikalarını geliştirerek, mesela kömürden çıkıştan bahsetmeye başlayarak ikna edebilir. Bonn’daki ara müzakerelere daha altı ay var. O zamana kadar daha iddialı bir NDC ilan edebiliriz. Orada da bir karar çıkmazsa bir altı ayımız daha olur. Bir de tabii Suriye’deki son gelişmeleri de düşünürsek, yeni jeopolitik durumda Avrupa’ya yaklaşma ihtimalimiz de var. Türkiye iklim diplomasisini iyi kullanırsa, buradan bir avantaj çıkartıp COP31’i alabilir diye düşünüyorum.

Bu yazı ekoIQ’nun 115. sayısında yayımlanmıştır. Dergiye buradan ulaşabilirsiniz.