“Bir serçe, kuğunun tutkusunu nasıl anlayabilir”, “Serçeler ölüp çatıdan aşağı düşüyor”. Boşuna kendinizi zorlamayın, bu iki atasözü farklı kültürlerin kodlarında anlam kazanıyor (birincisi Çinlilerin, ikincisi Hollandalıların dillerinde anlamlı). Doğanın, kültürlerin ve dilin biçimlenmesinde ne kadar önemli olduğunu görmemek mümkün mü! Heidegger’in dediği gibi, “Dil varlığın evi” ise, doğanın izlerini dünya dillerinde sürmenin de vaktidir…
Heyzen ATEŞ
Gülü seviyorsunuz, peki dikenine katlanmak zorunda olmak size mantıklı geliyor mu? Her Türkçe bilenin haberdar olduğu bir deyiş bu ne de olsa: “Gülü seven dikenine katlanır.” Eminim size de herkesin hemen anlayacağı bir sözmüş gibi geliyor. Hatta mantıklı olduğuna eminsiniz. Oysa çocukluğunuzdan beri bu sözü duyduğunuz ve büyük ihtimalle elinize birkaç kere diken battığı için onu rahatça kavradığınız aklınıza bile gelmiyor. Yanıtı biliyor, üzerine düşünmüyorsunuz. “Every rose has its thorn”, yani “Her gülün dikeni vardır’ deyimini bilen bir İngiliz de ne demek istediğinizi anlamakta güçlük çekmeyecektir tabii. İyi ama ya tamamen farklı kültürden birine, örneğin bir Çinliye veya Tuareg’e sorsak? Bu yazıyı yazma aşamasında ben sordum. Çinli arkadaşıma sonunda bu deyimin ne anlama geldiğini açıklamaya vakıf olduysam da, Afrikalı arkadaşım niye illa çiçeği dikeninden tutmakta ısrar ettiğimi kavrayamadı. Ben de detaylı felsefi açıklamalara girişmedim. Tuareg arkadaşım, -ki adı Tahedag’dır, ‘olduğu yerde mutlu’ anlamına gelen bir isim- bana “Gözümde kumla doğmuşum” tabirini açıklamakta büyük zorluk çekti, (çöl insanı olduğunu kastettiğini sanmıştım) oysa “ela gözlü” demekmiş. Özetle, insanlar bir deyişin anlamını bildiğini varsayarak çok ciddi hatalar yapabiliyor. Daha kötüsü, sizin çok “anlamlı” bulduğunuz bir söz aslında “çok anlamlı” olup ciddi kafa karışıklıklarına yol açabiliyor.
Türk Dil Kurumu’na göre atasözü, “uzun deneme ve gözlemlere dayanılarak söylenmiş ve halka mal olmuş, öğüt verici nitelikte söz, deme, mesel, sav, darbımesel”; Nazım Hikmet’e göreyse, “yerleşmiş bir itiyadın, bir âdetin, bir huyun söz biçimine girmesi, böylelikle perçinleşmesi” demek. Deyim ise “genellikle gerçek anlamından az çok ayrı, kendine özgü bir anlam taşıyan kalıplaşmış söz öbeği, tabir” olarak açıklanmış Türk Dil Kurumu’nun sözlüğünde. Oysa bence bu tanımlar yetersiz. Bahsi geçen gözlemler, belli bir toplumla, kültürle sınırlı şeyler. Haliyle atasözlerini ve deyimleri anlayabilmek için onları doğru antropolojik çerçeveler içine oturtmak gerekiyor. Ne mi demek istiyorum: Her yiğidin yoğurt yiyişi ne kadar farklıysa, her toplumun da güle, doğaya, kuma bakışı, ona baktığında gördüğü manzara o kadar farklı.
Doğa her yerde doğa. Ama seli yaşayan bir toplumun suya bakışıyla, susuzluk çeken bir toplumun suya bakışı, suyla ilgili öğütleri aynı olmuyor. Aynı şeyi söyler gibi görünen sözler bile detaylarda kültürler arası farklılıkları sergileyen incelikler içerebiliyor. Hollandalılar, “De wind in de zeilen hebben” diyorlar iyi şansı anlatmak için; “Rüzgâr yelkenine doluyor, şans senden yana” manasında. İngilizcedeki “The wind in our sails” ise kelime kelime bakıldığında ilk örneğe benzese de aslında “Bir işe motive olmak, motivasyonunun güçlü olması” demek. Felemenkçe örneğin İngilizcedeki asıl karşılığı “The wind at our backs”, “rüzgârı arkamıza aldık”. Kardeş gibi dursalar da yukarıdakilerle arasında dağlar kadar farklar olan bir örnek daha geliyor akla: “De wind van voren krijge”, Felemenkçeden düz çevirisi “rüzgârı önden yemek”. Yazıyı okumaya devam etmeden önce bir saniye durup bir tahmin yürütmenizi istiyorum, sizce bu deyim ne anlama geliyor? Ben ilk duyduğumda önüne engeller çıkması anlamına geldiğini düşünmüştüm, oysa birinin sizi karşısına oturtup acı gerçekleri söylemesi demekmiş. Gördüğünüz üzere manzara, bakana göre değişiyor…
Maymuna Altın Yüzük Taksan
Elbette farklı dil ve kültürlere ait olmakla beraber aynı anlama gelen örnekler de var. “Can’t see the forest for the trees” –ağaçlara bakmaktan ormanı görememek; yani küçük detaylara takılıp asıl önemli olan şeyleri kaçırmak. Bu İngilizce deyiş, “Den Wald vor lauter Bäumen nicht sehen” olarak Almanca’da da var, çevirisi ve anlamı aynı. Doğal olarak bu tür benzerliklerin deyimin bir dilden diğerine geçmiş olmasıyla açıklanması da mümkün (ama bu tür detayları ispatlamaya hevesli ne kadar dilbilimci varsa, çürütmeye hevesli de bir o kadar dilbilimci bulabileceğinize eminim). Benzer bir örnek Türkçe ve Almanca’dan: Wie ein fähnchen im wind –Rüzgâr ne yönden esiyorsa o yöne gitmek. Önce Almanlar mı söylemiş Türkler mi, yoksa iki toplum farklı zamanlarda farklı topraklarda aynı sonuca mı varmış, karar verme işini başkalarına bırakıyorum.
Kültürel farklılıklara en güzel örneklerse bence hayvanlı deyimler ve atasözleri. Biz “Eşeğe altın semer vursan da, eşek eşektir” diyoruz; Hollandalılar, “Al draagt een aap een gouden ring, het is en blijft een lelijk ding”, yani maymuna altın yüzük taksan da maymun maymundur. Hollandalılar aşırı sıcakları “De mussen vallen dood van het dak” diye anlatıyor: “Serçeler ölüp çatıdan aşağı düşüyor”. İngilizcesiyse “dog days”, köpek günleri. Çince atasözlerindeyse serçelerin bambaşka bir karşılığı var; halktan kişi demek. Örneğin -燕雀安知鴻鵠志: “Bir serçe kuğunun tutkusunu nasıl anlayabilir” –sıradan insanlar ulu kişilerin, örneğin kahramanların arzularını ve hırslarını anlayamazlar. İlginç bir kültürler arası farklılık örneği daha: Biz “büyük balık küçük balığı yer” diyoruz; Çinlilerse, 大鱼吃小鱼,小鱼吃虾米 yani “büyük balık küçük balığı yer, küçük balık da küçük karidesi.” Her ikisi de güçlülerin güçsüzleri ezeceği anlamına geliyor son kertede. Umarım ilerleyen aylarda farklı dillerden örneklerle doğa-dil-kültür etkileşimlerine değinmeye devam edeceğiz. Ama şimdilik 柳暗花明又一村dağları aştıktan sonra yolunuzu kaybetmemeniz dileğiyle… , yani sonsuz dağları aştıktan sonra yolunuzu kaybetmemeniz dileğiyle…
EKOIQ Dergisi Aralık 2012 Sayı: 24