İngiltere’nin saygın çevre gazetecilerinden George Monbiot’nun The Guardian gazetesinde 6 Ağustos’ta yayınlanan yazısı önemli bir tartışmanın fitilini ateşledi: “Doğaya Fiyat Biçilebilir mi?”
Yanıt gelmekte gecikmedi; hem de gedikli bir çevre eylemcisi, yazar ve sürdürülebilirlik uzmanı Tony Juniper’dan. Yine The Guardian’da yayınlanan makalenin başlığı “Doğaya Fiyat Biçilmeli!” idi. Juniper, Monbiot ve benzer yaklaşımlara sahip olanların argümanlarının, doğayı sonuna kadar sömürmeye niyetli çevrelerin ve iklim inkarcılarının ekmeğine yağ sürdüğünü iddia ediyordu.
Bu iki önemli makale, internetten yayın yapan Yeşil Gazete’te birer gün arayla, Buket Ulukut’un çevirisiyle yayınlandı. Tartışma öyle kolay kapanacak gibi durmuyor; önümüzdeki dönemde de sık sık bu konu gündeme gelecek gibi…
EKOIQ olarak şimdilik bu konudaki iki temel metni (Yeşil Gazete’nin izniyle) ve aldığımız farklı görüşleri sunuyoruz ama bu tartışmayı devam ettirmenin anlamlı olacağını düşünüyor; bu konudaki görüşlerinizi ulaştırmanızı bekliyoruz…
Sadece Parasal Boyutu Ölçü Almak da Çok Sorunlu
“Doğaya fiyat biçilebilir mi, biçilmeli mi?” sorularını, Türkiye’de ekolojik ekonomi deyince ilk akla gelen isimlerden, Boğaziçi Üniversitesi öğretim görevlileri, Prof. Dr. Fikret Adaman ve Doç. Dr. Begüm Özkaynak’a da sorduk. Adaman ve Özkaynak, soruların kesin yanıtlarının olmadığının, tartışmanın başka boyutlarının da bulunduğunun altını çiziyor.
Tartışmayı özetlemek gerekirse, Monbiot, “İktisadi kriz sonrası başlayan özelleştirme furyasıyla beraber özelleştirecek bir şey kalmadı. Şimdi de doğa alanlarına el attılar; değerlemeyi yaptıktan sonra parçalayıp onları da satacaklar. Amaç bu” diyor. Juniper ise, “Değerleme yapılmaması tam tersi yaklaşımları kuvvetlendiriyor. İklim inkârcıları da sizin gibi düşünüyor. Doğanın bir değeri olduğunu kabul ettirmeden bunla mücadele edemezsiniz” diyor. Siz ne diyorsunuz bu tartışma hakkında?
Fikret Adaman: Bu biraz, “Sen de haklısın, sen de haklısın” diye biten Nasreddin Hoca fıkrası gibi. İnsanlara gidip, doğayı koruyalım mı dediğinizde kimse “Hayır” demez. İnsanların elini taşın altına koymaya ne kadar hazır olduğunu ölçmek için maddi destek vermeye ne kadar hazır olduğunu sormak gerek diyenler de olacaktır. Juniper’ın kuvvetli argümanları var ama bir yandan da kazın ayağı öyle değil çünkü siz birine bunun değeri şudur dediğinizde birdenbire, “İyi o zaman ben de parası neyse vereyim, sonra içine …” gibi bir yanıtla da karşılaşabilirsiniz. İkinci olarak gelir ve servet dağılımının bu kadar dengesiz olduğu bir dünyada, siz bu varlıklara değer biçtiğiniz zaman bundan farklı kesimler farklı şekillerde etkilenecek. Bu şekilde epey kaygan bir zeminde iş yapıyor oluyorsunuz. Bir de aslında çevresel sorunlarla ilgili, kararların politik süreçlerde alınması daha doğru.
Ancak diğer yandan da diyelim birisi bir yeşil alanı tahrip etti. Mahkemeye düştü, kaybetti. Hâkim ceza kesecek de, ne kesecek? 5 milyon dolar mı kesecek, 500 milyon dolar mı? Bunu nasıl ölçecek? İşte onun için bir değerleme yapılması gerekli olabilir gibi duruyor. Bir yandan da şu var. Biz bu insanlara neden bir mali ceza veriyoruz; onun yerine o kurumun yönetim kurulunu, diyelim üç ay oranın temizliğiyle ilgili bilfiil çalışmayla cezalandırmıyoruz ki!
Fiyatlandırma tartışmasının iki boyutu var. Bir taraftan belki insanlara somut olarak “bak kardeşim burada bunu yaparsan böyle olur” demenin bir faydası olabilir. Diğer taraftan da böyle bir mesaiye kalkışmak çok zor bir iş. Özellikle de insan hayatı ve sağlığı söz konusuysa. Son olarak da gelecek kuşakların söz hakkını nasıl bir ağırlıkta alacaksınız? Bir discount factor (indirim faktörü) hesabı yapmanız lazım. Onu nasıl belirleyeceksin sorusu, çok önemli. Sir Nicholas Stern’in ünlü İklim Değişikliğinin Ekonomisi (2006) raporundaki tartışmanın ana gündem maddesi de bu zaten. Öyle mi hesaplayacaksın, böyle mi hesaplayacaksın? Hangi seçeneği kullanacağın her şeyi değiştiriyor çünkü. Tam uzlaşma olmasa bile konsensusa yakın bir şey sağlaman gerekiyor. Sonra, diyoruz ki, insan ölecek. Mevcut sistemde ABD’de yaşayan insana başka, Güney Afrika’da yaşayan insana başka değer biçiyoruz. Peki, buna hakkımız var mı? Bu hesap kitap işini dikkatli kullanırsanız, hesapları yaparken dikkatli çalışır, müzakereye imkân tanırsanız bunun belli kullanım alanları olabilir…
Bu anlamda Stern’in hesaplaması olumlu mu oldu, olumsuz mu?
Adaman: Hiç hesaplanmamasından daha iyi oldu tabii. Bu hesabı sen ben bizim oğlan değil de, itibarı yüksek bir grup yaptığında tartışmaya yön vermiş oluyor. Bir de biliyorsunuz, ilk hesabı yaptılar: Buna göre, tüm dünya gayri milli safi hasılasının yüzde birini iklim değişikliğini önlemeye harcarsak, sorunu ortadan kaldırabileceğimizi hesapladılar. Sonra “vay efendim öyle değil de, böyle” dediler, o oran yüzde 2’ye çıktı. Burada dünyanın gayrısafi milli hasılasından söz ettiğimiz için milyar dolarlık dramatik artışlardan bahsediyoruz. Neredeyse yüzde 100 artış söz konusu.
Begüm Özkaynak: Daha iyi mi oldu bence de tartışılır. Stern Raporu conservative, korumacı ve çevre dostu bulundu ama bir yandan da, discount factor’un daha yüksek kullanılabileceği yönünde eleştiriler aldı. Bir de karar alma mekanizmaları bakımından eleştirildi. Yani çevre meseleleriyle ilgili karar alırken sadece parasal faktörü dikkate almamamız gerekiyor. Küresel ısınmayla mücadele edecek miyiz, etmeyecek miyiz? Buraya baraj yapacak mıyız yapmayacak mıyız konusunda karar verirken ölçümüz para olmamalı.
Adaman: Parasal boyutu dikkate alırsınız elbette ama sadece bunu ölçü olarak almak da çok sorunlu.
Özkaynak: Para önemli bir argüman ama çevre hareketinde en önemli karşı duruş, sağlıkla, aidiyetle, çevresel değerlerle ilgili. Size şu kadar ödeme yapalım dediğinizde kabul etmiyorlar. Siz ne kadar discount factor koyarsanız koyun, insanlar tatmin olmayacak. Burada temel değerlendirme kriteri “insanlar tatmin oldu mu” olmalı. İnsanlar temelde sadece parasal telafilerle tatmin olmuyor çünkü onların düşündüğü değerler, boyutlar dikkate alınmamış oluyor. Diyelim ki ben siyanürle altın arayacağım. Bu madenin yarattığı riski dikkate alıp almayacağımı sadece parasal olarak ölçersem, çevresel faktörü dikkate aldığınızı düşünürseniz bu zorunlu değil ama Fikret Hocamın dediği gibi, dava açıldığında zararın telafisi için değerleme yapacaksanız bunun gelişmiş yöntemleri var. Orada bu yöntemi uygulamak da zaruri hale geliyor.
Adaman: Diyelim ki bir yerde küçük bir baraj var ve sizin tarlanızın bir kısmı gidecek ve sizin bu kaybınız telafi ediliyor veya deniyor ki size ben buraya nükleer santral kuracağım sana 500 lira vereyim ne dersin? Hayır mı, o zaman 600 vereyim. İkisi de çok benzer perspektiften bakıyor ama kategorik olarak çok farklı. Birinin nasıl bir risk içerdiği belli, öbürü çok daha kompleks. Belirsizliklerle dolu. Bu yüzden mesela Fukuşima’da Japonlar çok zor durumda kaldı değil mi? Mühendislik hesaplarının ötesinde riskler var ve bu risklerin maliyeti çok fazla. İnsanlar diyor ki, “bana ne verirsen ver, ben nükleer santral istemiyorum”. Burada Begüm’ün de belirttiği bir şeyin altını çizmek istiyorum. Burada multi criteria (çoklu kriter) dikkate almak lazım. O projenin yaratacağı katma değer, istihdam elbette dikkate alınmalı ama parasal boyuta indirgenemeyecek kaygılar da var.
Özelleştirmeyi aklama hikâyesi çok farklı bir tartışma. Birincisi özelleştirelim burayı öyle koruyalım yaklaşımı var. İkincisinde özelleştirelim, paramızı kazanalım, üç beş yıl rahatımıza bakalım. Orayı da alışveriş merkezi mi yaparlar, F1 pisti mi yaparlar beni ilgilendirmez, yaklaşımı var. Bu çok miyopik bir yaklaşım, tartışmaya bile gerek yok. Birincisinin olabileceğine yönelik ise elimizde hiçbir ampirik, teorik veri yok. Hatta tam tersi yönde örnekler var. Bu kamu, özel tartışmasına kadar gider. Orada iki tarafı da haklı çıkaramazsın ama Akdeniz’i kime satacaksın, okyanusu kime satacaksın?
Değerleme yapmanın amacı bu mu sizce?
Özkaynak: Ben bunu bugünkü yeşil ekonomi tartışmalarına da bağlıyorum. Sürdürülebilir kalkınma kavramı eskidi. Şimdiki moda yeşil ekonomi. Bana biraz yeni bir sektör yaratılıyor gibi geliyor. Nasıl ki 2000’lerde bilişim sektörü büyüme potansiyeli yarattı. Şimdi de çevre böyle bir büyüme alanı herkesin arkasında duracağı bir şey gibi görülüyor.
Adaman: Kendi içinde kötü değil de. Bütün çözümü burada görmek çok yanlış.
Özkaynak: Bunu gayrı safi hasıla hesabının içine sokacağız, yeni istihdam alanları yarayacağız demek biraz ampirik bulgularla da çelişiyor. Bir de burada esas itiraz noktası şu: Siz doğrudan bir mekanizma kurduğunuz zaman, çevreyle ilgili alınacak kararı apolitikleştiriyorsunuz. Hâlbuki insanların beklentisi tam tersi yönde. Orada tabii ki risklerin, maliyetin dağılımı konusunda eleştiriler olabilir ama insanlar bir yandan da diyor ki “bize sormadan böyle bir kararı nasıl alırsınız”. Yeşil ekonomi bu anlamda bir politizasyon değil tam tersi bir duruş sergiliyor. Mutlaka bir katkısı var ama her alanı kapsayamaz. Bir de İstanbul gibi çok fazla rantın döndüğü bir şehirde herhangi bir kamusal alanı bu şekilde korumanız çok güç. Üçüncü Köprü projesinde olduğu gibi…
Peki, bunun maliyeti hesaplanıp çok yüksek olduğu ortaya çıktığında bu caydırıcı bir güç olmaz mı?
Özkaynak: Burada discount factor’u ne kadar yüksek tutarsanız tutun, maliyeti sıfıra yakın çıkar. Bütün bu problemleri ileride bir teknoloji geliştirir, hallederiz derler. Keşke bunun hesabı çevresel boyuta gidebilse.
Gitmiyor mu?
Özkaynak: Çok riskli bir alan. Çevre hareketinin bu konuda çok daha güçlü argümanları var…
Adaman: Bu değerlemede kullanılan birçok yöntem var. Bir tanesine Contingent Valuation (Koşullu Değerleme) deniyor. Bu teknik, 1989 yılındaki Exxon Valdez davasında kullanıldı. Exxon suçlu bulundu, kendileri de kabul ettiler ama dediler ki “Suçluysak suçluyuz; bizi nasıl olsa cezalandıramayacaksınız”. Mahkeme de bir profesörler heyetini görevlendirdi. Exxon’a çok ağır bir fatura çıktı. Bu teknik sonra yaygınlaştı. Bu yöntem insanların çevreye verdiği değeri biraz gösteriyor.
Adaman: Kimler hangi demografik gruplar çevre için ne kadar para vermeye hazırlar? Bu araştırılabilir.
Çok güzel bir teknik bu. Diyelim ikinize aynı soruyu soruyorum. Diyelim Begüm 100 lira veriyor, sen 50 lira, ben 50 lira veriyorum. Demek ki toplumsal cinsiyet bir parametre. Ya da Gümüşhane’de yaşayan bir kişi “daha çok para veririm” diyor. Demek ki, coğrafya da bir parametre. Bunun akademik ya da policy oriented kaygılarla ortaya konmasını meşru görüyoruz. Bununla ilgili bir çalışmamız da var. 2010 yılında 2400 kişiyle karbon salımıyla ilgili bir çalışma yaptık. “Karbon salımını sıfırlamak için ne gerekiyor”u hesap edebilirdik, ama biz ona bakmadık. Diğer faktörlere baktık. Sonuçta gelir durumu tabii ki belirleyici ama gelir seviyesini fikslediğimiz zaman mesela belirleyici olan eğitim oldu. Ortaokula kadar fark ediyor, yani hiç eğitimsiz bir kişeye göre, ortaokul mezunu bir kişi, çevre sorunu için daha çok şey vermeye razı ama ondan sonra, eğitim seviyesi ne kadar artarsa artsın, belirgin bir fark olmuyor.
Özkaynak: Burada normalde eğitim arttıkça insanların daha çok para vereceği düşünülür ama öyle olmuyor. Eğitim seviyesi belirgin bir parametre değil ama yaşadığın bölgenin daha önemli bir parametre olduğunu görüyoruz. Eğitimli insanlar iş kendilerine patlayacağı için bu sorunu daha çok görmezden gelmeyi düşünüyorlar mesela. Gelecekte küresel ısınma olmayacak demeyi tercih edebiliyorlar. Bu parasal değerlendirmenin nereye varabileceğiyle ilgili en iyi örnek, dönemin Harvard Üniversitesi Rektörü Lawrence Summers’ın 1992’de Dünya Bankası’nda görevdeyken bir iç yazışmada ortaya koyduğu argümandır. Orada, gelişmiş ülkelerin atıklarının neden gelişmekte olan ülkelere gönderilmesi gerektiğini açık bir şekilde anlatıyor Summers. İktisadi olarak her şey doğru ama…
Adaman: Burada laf, “Pis işi ben yapmayayım, başkası yapsın”a geliyor zaten…
Kirliliği Neden Üçüncü Dünyaya İthal Etmeliyiz!?
Dönemin Harvard Üniversitesi Rektörü Lawrence Summers’ın 1992’de Dünya Bankası’nda görevdeyken bir iç yazışmada ortaya çıkan argümanı gelinebilecek en uç noktaya çarpıcı bir örnektir. Bu yaklaşım, gelişmekte olan ülkelere sanayi atıklarının para karşılığı ihraç edilmesinin ekonomik olarak daha akılcı olduğunu söyler. Summers’ın hesapları üç temel argüman üzerine kuruludur.
İlk argüman şunu söyler: “Sağlığa zararlı çevre kirliliğinin maliyetinin hesaplanması kirlilikle artan ölümler nedeniyle kaybedilen yarara bağlı olduğundan, sağlığa zararlı endüstrilerin bir bölümünün düşük gelirli ülkelerde konuşlandırılması doğru olur.” İkinci argüman şöyledir: “Kirlilik maliyetlerinin doğrusal olmayan biçimde artma olasılığı yüksek olduğundan -ki ilk aşamalarda kirliğin maliyetleri oldukça düşüktür-şimdilik daha az kirlenmiş Afrika ülkeleri bu tür bir kirliliğe ev sahipliği yapmayı kabul etmelidir”. Üçüncü olarak ise Summers şunu öne sürer: “Estetik nedenler ve sağlık gerekçeleriyle temiz çevreye yönelik istemin gelire duyarlılığının yüksek olduğunu düşünürsek, genel refah artışı için kirli endüstrilerin zengin ülkelerden uzaklaştırılması gerektiği sonucuna bir kez daha varırız”. Bu şu demektir:
Geliri daha yüksek kesimler daha temiz bir çevreye daha fazla istek duyar; dolayısıyla fakir insanların daha kirli bir çevrede yaşaması fayda-maliyet açısından bakıldığında daha normaldir. Sonuçta burada, çok basit bir fayda-maliyet analizi üzerine kurulu, yerleşik iktisadın bakış açısından doğru bir hesap söz konusudur. Neden şaşırıyoruz?
EKOIQ Dergisi Kasım 2012 Sayı: 23
Doğanın Fiyatlanması Neden Şimdi Tartışılıyor? – Yar. Doç. Dr. Ahmet Atıl Aşıcı
Amaç Satmak Değil, Korumak – Prof. Dr. Erhun Kula
Ölü Bir Gezegende Ekonomi Yoktur! – Ömer Madra
Cevabı Bulacağımız Yer Ekonomi Değil Bence – Jo Confino