Türkiye’de biyolojik çeşitlilik çalışmaları deyince ilk akla gelen odaklardan biri olan Doğa Koruma Merkezi Başkanı Dr. Uğur Zeydanlı, Türkiye olarak Kunming- Montreal Biyolojik Çeşitlilik Çerçevesi kapsamında verdiğimiz taahhüt ve ulusal durumumuz açısından hedeflerine baktığımızda bazı sorunlarla karşı karşıya olduğumuzu belirtiyor: “Korunması gereken türlerin önceliklendirmesi ve risk durumunu ortaya koyan ‘Kırmızı Liste’ çalışmalarını yapmadık; korunması gereken öncelikli alanları bilimsel bir yaklaşımla ve toplumsal bir katılım ile ortaya henüz koymadık.”
Yazı: Dr. Barış DOĞRU
Uğur Hocam biyoçeşitlilik, doğa için neden bu kadar önemli?
Biyoçeşitlilik ve doğa… “Bu iki kelimenin içerik ve anlam olarak birbirinden farkı nedir?” diye hep düşünürüm. İlk bakışta sanki aynı şeyleri ifade ediyorlar, biyolojik çeşitlilik biraz daha teknik bir terim diye düşünüyoruz ama bazı farkları bulunuyor. Rio’da imzalanan üç önemli sözleşmeden biri olan Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi’ndeki biyolojik çeşitliliğin resmi tanımı şu şekilde: “Karasal, denizel ve diğer su ekosistemleri ve bunların parçası olduğu ekolojik kompleksler dahil olmak üzere tüm kaynaklardaki canlı organizmalar arasındaki değişkenliktir. Biyolojik çeşitlilik; türler içindeki, türler arasındaki ve ekosistemlerdeki çeşitliliği de kapsamaktadır”.
Bu tanıma göre biyolojik çeşitlilik dünyanın canlı kısmını kapsıyor. Yani doğanın canlı kısmını ve dünyada yaşayan bütün canlıları, onların birbirleriyle ilişkilerini ve ekolojik süreçleri kapsayan bir terim. Doğa dediğimizde ise dünya ile aynı zamanda oluşmuş hava, su, deniz, dağ gibi bütün süreç ve dinamikleri düşünebilirsiniz.
Biyolojik çeşitlilik doğa için neden bu kadar önemli sorusunun en güzel cevabını Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi Sekretaryası’nın 2022 Biyolojik Çeşitlilik Günü için yayımladığı iki fotoğraf (Fotoğraf 1) anlatıyor bize. Diğer bir deyişle Venüs gezegeninin doğasından bahsedebiliriz ama mevcut bulgular ışığında Venüs’ün biyolojik çeşitliliğinden bahsetmek mümkün değil.
Montreal’de geçtiğimiz yıl gerçekleştirilen BM Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi 15. Taraflar Toplantısı’nda (COP15), biyolojik çeşitlilik kaybını durdurmak ve tersine çevirmek için tarihi bir anlaşmaya imza atıldı. Bu sözleşmenin biyolojik çeşitlilik çalışmalarını nasıl etkileyeceğini düşünüyorsunuz?
Montreal’e iki farklı süreç olarak bakıyorum; kısa vadede biyolojik çeşitliliğin korunması için güçlü hedefler konuldu. 2021-2030 dönemini kapsayan Kunming-Montreal Biyolojik Çeşitlilik Çerçevesi kapsamında üç başlık altında 23 hedef bulunuyor.
- Biyoçeşitliliğe yönelik tehditleri azaltmak,
- Sürdürülebilir kullanım ve fayda paylaşımı yoluyla insanların ihtiyaçlarını karşılamak,
- Uygulama ve ana akımlaştırma için araçlar ve çözümler.
Hatta biz de bu konuda Cumhurbaşkanlığı düzeyinde taahhütte bulunduk. Bütün bunlar hem ulusal hem küresel düzeyde umut verici. Korunan alanların kapladığı alanı %30’a artıracağımızı, bozulmuş alanlarımızın %30’unu onaracağımızı ve geri kazanacağımızı taahhüt ettik. Bunlar bütün dünya için konulmuş umut verici hedefler.
Ancak bu kararlar diğer bir açıdan baktığımızda da karşımıza üzücü bir tablo çıkıyor. Onca koruma girişimine rağmen ekosistemler bozulmaya devam ediyor ve artık sadece koruma ile ilgili değil, bozulmuş alanların onarımı ile ilgili hedefler de koymamız gerekiyor. Bence bu biyolojik çeşitliliğin korunması ile ilgili çabalarda yeni bir döneme girdiğimizi gösteriyor.
Peki, biyoçeşitlilik ile iklim krizi arasında nasıl bir ilişki bulunuyor?
Dünya birçok sorunla karşı karşıya ancak Doğa Koruma Merkezi olarak bu sorunların çok büyük bir kısmının arkasında iki kök kriz olduğunu düşünüyoruz: İklim Krizi ve Biyolojik Krizi. İkisi de yaşamsal öneme sahip sistemler ve bu iki sistemde yaşanacak bozulmayı telafi edecek teknolojiye henüz sahip değiliz. Yok olan bir orman ekosisteminin bize sağladığı faydaları yerine koymak için daha büyük sorunlara sebep olabilecek yüksek maliyetli çözümler üretmek zorunda kalıyoruz. Bu da ancak kısa süreli bir çözüm oluyor. Ormanları kaybetmek, su kaynaklarını kaybetmek veya suyun yukarı havzadan aşağı havzaya güvenli bir şekilde geçmesi için gerekli olan filtreleme sistemini kaybetmek demek. Bunu telafi etmek için başka havzalardan su getirmek zorundasınız ve yine bölgede su döngüsünü kontrol etmek için de altyapı yatırımlarını artırmanız gerekir. Maliyeti yüksek, kalıcı olamayacak ve başka yerlerde de soruna sebep olacak bu adımlar sadece geçici çözümler. Bu yüzden biyolojik çeşitlilik kaybını sadece birkaç türün yok olması gibi düşünmemek lazım, biyolojik çeşitlilik kaybı bir bölgedeki bütün yaşam fonksiyonlarını etkileyecek bir süreç. Buna doğadan bağımsız yaşadığımızı düşündüğümüz şehirler de dahil. Son yıllarda yaşanan seller, aşırı sıcaklık dalgalarının üstesinden bu tip doğa temelli çözümlerle gelebiliriz. Şehrin içerisindeki doğal alanları ve parkları artırıp, doğru planladığımızda bu tip olumsuz süreçlerin etkisini azaltabiliriz. Diğer bir deyişle iklim değişikliğinin olumsuz etkilerinden korunmak için doğal ekosistemler elimizdeki en önemli araçlardan biri. İklim değişikliğinin olumsuz etkileri artık kaçınamayacağımız bir şekilde karşımızda duruyor. Ancak biyolojik çeşitlilik bu etkileri azaltmak ve yönetebileceğimiz düzeyde tutabilmek için elimizdeki en önemli araçlardan. Bu doğrultuda her iki krizi de birlikte ele alan, ekosistem hizmetleri, doğa temelli çözümler, iklim temelli uyum gibi çok önemli araçlar geliştirilmiştir.
İklim krizi ve biyolojik çeşitlilik krizi ile ilgili değinilmesi gereken diğer bir önemli nokta da iklim değişikliği ile birlikte doğal sistemlerin işleyişinde yaşanan değişim ve buna bağlı olarak ekosistemlerde görülen bozulmalar ve biyolojik çeşitlilik kaybı. Yakın zamana kadar biyolojik çeşitlilik kaybının en önemli sebebi olarak yaşam ortamı kaybı gösterilirken bugün iklim değişikliğinin sebep olduğu biyolojik çeşitlilik kaybı da başat aktörlerden biri olmuş durumda. İklim değişikliğinin en önemli olumsuz etkilerinden biri olarak da bunu sayabiliriz: Uyum için en güçlü aracımız olan biyolojik çeşitlilik ve onun sağladığı ekosistem hizmetlerinin üzerindeki baskıyı artırması ve yok olum sürecini hızlandırması.
Küresel ölçekte baktığımızda biyoçeşitlilikte ne durumdayız?
Daha önceki bölümde de bahsetmiştim, artık bozduğumuz ekosistemleri onarma çağına geçtik. 20. yüzyılda koruma adına büyük bir hamle yaşandı; bütün dünyada koruma alanları ilan edildi, tehlikeye soktuğumuz türleri korumaya çalıştık, doğal kaynak yönetimi ve koruma bilimi nesnel bir temele oturdu, dünya sürdürülebilirlik kavramı ile tanıştı. Ancak bütün bunlar istediğimiz sonucu getirmedi; nüfus artışı, aşırı kaynak ve enerji tüketimi, arazi bozulumu ve dönüşümü gibi süreçler bizi hedeflerimizin uzağına attı. 21. yüzyılda bu hamlelere devam ederken diğer yandan da bozduğumuz ekosistemleri onarma ile ilgili bir hamle başlattık. Bütün bunlar aslında bize küresel ölçekte baktığımızda biyolojik çeşitlilik açısından iyi bir durumda olmadığımızı gösteriyor.
Yakın zamana kadar ağaçlandırma çabaları sayesinde kuzey yarımkürede orman alanlarının arttığını biliyoruz ancak son orman yangınları ile duruma bir daha bakmak gerekir. Güney yarımkürede ise biyolojik çeşitlilik açısından en önemli ekosistemler olan yağmur ormanları azalmaya devam ediyor. Mercan resifleri hızla yok oluyor. Bu geri gidişi durduracak en önemli mekanizmalardan biri üretim süreçlerini gerçekten sürdürülebilir bir çerçeveye oturtmak ve tüketim alışkanlıklarımızı değiştirmek.
Aynı soruyu Türkiye için sorarsak neler söylersiniz?
Yapmamız gereken çok şey var… Acil olarak atılması gereken adımlar var. Aslında Türkiye’de doğa koruma, tarım, ormancılık hatta turizm sektöründe bile biyolojik çeşitliliğin korunması için önemli adımlar atılıyor, bütün dünyaya örnek olabilecek projeler ortaya konuyor ama sonrasında bu güzel örnekleri anaakımlaştırma konusunda, bu örneklerden yola çıkarak politika geliştirip kurumsallaştırma konusunda zayıf kalıyoruz. O aşamaya geçebilsek çok güzel sonuçlar elde edeceğiz ama ne yazık ki o noktanın uzağındayız.
Verdiğimiz taahhüt ve ulusal durumumuz açısından Kunming-Montreal Biyolojik Çeşitlilik Çerçevesi hedeflerine baktığımızda da şöyle bir soru ile karşı karşıyayız: Bu hedefleri bilimsel bir temele dayalı olarak doğru bir şekilde yerine getirecek bilgi altyapısını ve değerlendirme sistemini oluşturduk mu? Ne yazık ki pozitif bir cevap veremeyeceğim. Korunması gereken türlerin önceliklendirmesi ve risk durumunu ortaya koyan “Kırmızı Liste” çalışmalarını yapmadık, korunması gereken öncelikli alanları bilimsel bir yak-laşımla ve toplumsal bir katılım ile ortaya koymuş değiliz. Sürdürülebilir kaynak yönetimi için ne özel sektörde ne de kamu kurumlarında doğru çözümleri ortaya koyabilecek vizyona ve tecrübeye sahip kadrolarımızı oluşturabildik. İyi niyet önemli ancak başarı için biyolojik çeşitliliği korumaya ve sürdürülebilir kalkınmaya ayrılacak kısıtlı kaynakları en doğru şekilde kullanacak altyapıları kurmazsak yol alabilmemiz mümkün değil.
Peki, DKM olarak biyolojik çeşitlilik konusunda sizler neler yapıyorsunuz? Hangi çalışmaları yürütüyorsunuz?
DKM olarak, kamu ve özel sektör ortakları ile koordineli bir şekilde, klasik koruma yaklaşımlarına alternatif olarak doğal kaynakların sürdürülebilir yönetimi ve akılcı kullanımına yönelik örnekler geliştirmeye çalışıyoruz. Kullanırken korumayı da başaracak modelleri nasıl ortaya koyarız diye uğraşıyoruz. Burada da en büyük yol göstericimiz bu konuyu ekonomik, sosyal ve ekolojik boyutu ile entegre bir şekilde ele alan koruma biyolojisi disiplini.
Biyolojik çeşitliliği tarım, ormancılık, kent, turizm sektörlerde anaakımlaştırmaya ve üretim süreçlerinde göz önünde bulundurulacak bir kriter olarak kullanılmasını sağlamaya çalışıyoruz. İklim değişikliğinin türler, doğal ekosistemler ve bu ekosistemlere bağımlı toplum kesimlerinin üzerindeki olumsuz etkilerini azaltmak ve direncini artırmak için uyum çalışmaları hayata geçiriyor ve bu konularda gerekli altyapının oluşmasını sağlamaya çalışıyoruz. Bu kapsamda, Türkiye’deki türlerin ve ekosistemlerin koruma önceliklerinin belirlenmesi, farklı gruplar için ulusal kırmızı listelerin hazırlanması gibi çalışmalarla tür koruma çalışmalarının alt yapısını oluşturan bilgileri üretiyor, uygulama noktasında ise bu bilgi altlığını kullanarak koruma stratejileri ve projeleri geliştirmeye çalışıyoruz. Ormanların yönetilmesinde biyolojik çeşitliliğin gözetilmesi, koruma öncelikli ormanların tespiti, yangın sonrası orman alanlarında ekosistem onarımı yaklaşımının yaygınlaşması için Orman Genel Müdürlüğü, Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı ile birlikte çalışmalar gerçekleştiriyoruz. Tarım sektöründe ekosistem hizmetlerinin ve doğa temelli çözümlerin etkin bir şekilde kullanıldığı, biyolojik çeşitliliği gözeten uygulamaların geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması için çiftçi örgütleri Tarım Reformu Genel Müdürlüğü, Tarımsal Araştırmalar ve Politikalar Genel Müdürlüğü ile işbirliği yapıyoruz. Aynı şekilde daha sürdürülebilir kentler için hem kent içi yeşil alanların hem de kentlerin içinde bulundukları havzalardaki doğal kaynakları gözeten planlama süreçleri geliştirmeye gayret ediyoruz. Bu başlıklar çerçevesinde uyguladığımız projelerde özel sektör de güçlü ortaklarımızdan biri. Özellikle bu son dönemde özel sektörün biyolojik çeşitlilik konusunda daha etkin olmaya çalıştığını görüyoruz. Ancak bu alanda daha atılması gereken çok adım var.
Sonuç olarak DKM’nin yaklaşımını şu şekilde özetleyebiliriz:
- İklim krizi ve biyolojik çeşitlilik krizini birlikte ele almak,
- Bilimsel temele dayalı ve yenilikçi bir şekilde koruma ve sürdürülebilir kullanım yaklaşımları geliştirmek,
- İyi örnekleri işbirliği içerisinde ortaya koymak,
- Bu iyi örnekleri kullanarak ulusal politikalar geliştirmek.
Türkiye’de biyolojik çeşitlilik açısından en riskli ve kritik türler hangileri sizce? Hepsinin bir başka önemi mi var yoksa bazı türler daha belirleyici bir rol oynuyor diyebilir miyiz?
Güzel bir soru ancak bu sorunun tek bir cevabı yok. Hangi açıdan baktığınıza göre değişir. Mesela tarımsal biyolojik çeşitlilik açısından baktığınızda tehdit altında olmasa bile bugün tarımını yaptığımız türlerin yabani ataları çok önemli. Aslında ata tohumu dediğimiz tohumlar ve türleri tam da bu konuya denk geliyor. Ömrünü kuşlara adamış, bir kuşbilimci ile konuşursanız size kelaynak, kara akbaba veya Balıkçıl baykuş der. Bitki bilimciye sorarsanız, kim hangi grubu çalışıyorsa onu örnek verir: Bir grup orkide (Orchis sp., Ophyrs sp., Anacamptis sp., Dactylis sp.) der, diğeri yanar döner (Centaurea tchihatcheffii) der. Daha ekolojik bir perspektiften baktığınızda her ne kadar ormanlar her zaman daha ön planda olsa da Türkiye’de en büyük tehdit sulak alan ve kumul ekosistemleri üzerindedir diyebiliriz.
Benim koruma önceliklendirmesine ilk üç sıram şu şekilde olur:
- İç Anadolu’daki sığ sulak alanlar,
- Sığla ormanları,
- Anadolu parsı.
Bunlarla ilgili sorunları, yapılması gerekenleri ve neden önemli olduklarını da koruma biyolojisi disiplini çerçevesinde başka bir yazıda konuşuruz.