Dünya Tükenmese! Ben de Tükenmesem!

Dünyayı değiştirmeye çalışıyorsun ama bir türlü kendini değiştiremiyorsun. Ya da iyi bir değişime neden oluyorsun ama harcadığın büyük efor seni ruhsal ve bedensel olarak tüketiyor. The Guardian Gazetesi Sürdürülebilir İş Bölümü Başkanı ve Editörü Jo Confino, günümüzün önemli bir sorunu haline gelen tükenmişlik sendromundan giriyor ve Zen Budizm’den çıkıyor bu yazısında. Son mesajı ise evladiyelik: “Mezarlıklar, kendini, yeri doldurulamaz sanan insanlarla dolu”.

İnsanların %95’i dünyayı değiştirmeye, %5’i ise kendilerini değiştirmeye çalışır” diye eski bir deyiş vardır.
Çağımızın ekolojik ve toplumsal sorunlarına meydan okuma gayreti içindeki birçok sürdürülebilirlik uzmanının çalıştıkları şirketlere değişim getirmeye çabalarken yüzleştiği yılgınlığı ve tükenmişliği fark ettikçe aklıma bu deyiş geliyor.
Bu durumu gayet iyi anlıyorum, çünkü bazen kendim de yaşıyorum. Hayat, herkese oldukça karmaşık geliyor. Görünen o ki, yıkıcı iklim değişikliği saatli bombasını etkisiz hale getirmeye, artan toplumsal bozulma ve yükselen nesli tükenme düzeyleriyle mücadele etmeye çalışmak da bu karmaşaya biraz daha stres ekliyor.
Yapılacak çok iş ve bu işleri yapacak çok az zaman var. Muvaffak olduğumuz şeyler ise muazzam hedeflerimizin yanında beyhude kalıyor. Bununla beraber başarısızlığımızın sonuçları ise dayanılmaz.
Tüm bunlar yetmiyormuş gibi bir de “Kendi yaşam tarzımı radikal bir şekilde değiştirememişken nasıl başka insanları harekete geçmeye ikna ederim?” sorusu, kendimizi düzenbaz hissettiren bir psikolojik tuzakla uğraşmak zorunda bırakıyor bizi.
Bizi beceriksiz hissettiren bu reçeteye bir de fazladan suçluluk duygusu ekleniyor. Çelişkili de olsa, bu duygular bizi iyi insanlar olduğumuzu kanıtlamak için daha sıkı çalışmaya sevk ediyor.

Yavaşlığın Keşfi
Kendilerini umut ve çaresizlik arasında salınırken tüketen sürdürülebilirlik yöneticileri de görüyoruz. Çokuluslu bir şirketin sürdürülebilirlik yöneticisinden geçtiğimiz günlerde bir e-posta aldım; kurumsal dünyadaki ilerlemenin yavaşlığından ne denli bunaldığından dert yanıyordu. Birkaç saat sonra başka birinden tamamen farklı bir posta aldım, değişimin erken işaretleri ve ipuçlarından mutluluk duyup pes etmeden çalışmaya devam etmemiz gerektiğini söylüyordu.
Peki, bu mayın tarlasından çıkan güvenli yol neresi? Dışarıda etkili çalışıp iç dünyamızda zinde ve neşeli hissetmek nasıl mümkün?
Şahsen kendimi Paskalya tatilinde yaklaşık bin kişiyle Vietnamlı Zen üstadı Thich Nhat Hanh’ın Nottingham Üniversitesi’ndeki beş günlük programına katılarak rahatlattım. Dünyanın farklı yerlerinden yüzbinlerce destekçisinin Thay (Öğretmen) diye hitap ettiği Zen üstadı, yerleşmiş inanç ve davranışlara meydan okumak için bir fırsat sunuyor. Program yavaşlamak, nefesinize, yeme ve içmenize, konuşmanıza dikkat etmek için bir şans da sunuyor.
Thay’ın temel düşüncelerinden biri, kendini değişimin etmenlerinden olarak kabul edip sevmek. Kendimize şefkatli yaklaşamıyorken örneğin, başkalarına nasıl şefkat gösterebiliriz?
Kendini sevdiğini fark edebilmek için 30’lu yaşlarının uzun bir bölümünü bir kişisel gelişim grubuyla geçiren biri olduğumdan bu bakış açısının gücünü anlayabiliyorum. 10 yıl sonra, kendisi hakkında tek bir iyi şey bulabilmek için mücadele eden, Londra’daki büyük bir lisenin müdür yardımcısına koçluk yapıyordum.
Kendini takdir etmeme gizli bir dinamiktir. Bir şeyler almayı beceremeden devamlı bir şeyler vermek, dinamosu olmayan bir otomobili kullanmaya çalışmak gibidir. Eninde sonunda yolda kalırsınız. Tükenmişlik, tam da böyle bir şey.
Thay acılarımızı kucaklamamız gerektiğinden de bahsediyor. Zen keşişlerinden birinin söylediği gibi, “İnsanın gerçek mutluluğu acılarıyla ne ölçüde yüzleştiğine bağlıdır”.
Modern toplumda birçok insan ise bunun tam tersine, mümkün olduğunca acılarından kaçmaya meyilli…
Aslında acıdan kaçınmak için, şimdilerde çözmeye çalıştığımız sürdürülemez tüketim sorunuyla sonuçlanan sayısız yöntem keşfettik.
Sonuç ise ya buhran ya da bitmek bilmeyen bir iyimserlik. Bir süre önce Oxford’daki Skoll World Forum’da bu iyimserliği görme şansı buldum. Forum’daki yüzlerce sosyal girişimcinin kendinden emin yaklaşımları şahaneydi. Yine de bazı vakalarda, derinden hissedilmektense daha çok uydurulmuş gibi duran bir heves vardı.
Doğru kelimeleri kullanan biriyle, beklediğimiz değişimi somutlaştıran biri arasındaki önemli farkı da bilmek istiyoruz. Nelson Mandela ve Mahatma Ghandi gibi gerçek liderlere bu kadar saygı duymamız da bu yüzden.
Thay’ın programından aldığım belki de en güçlü ders korumaya çalıştığımız şeylere sığınmak. Başka bir deyişle, sevdiğimiz insanlara ve muhteşem gezegenimize odaklanmak.
İşimizin asıl önemini ve neden o işi yaptığımızı, doğanın güzelliğini, aile ve dostlarımızla olmanın sevincini ve yaşamın gizemini kavrayarak fark ederiz. İşte bu bizi tutkularımızla ilişkide tutar.
Paskalya tatilinin son günü, Guardian’ın internet sitesindeki en popüler başlık, bir palyatif bakım hemşiresinin ölmek üzere olan hastaların pişmanlıklarını kaydedişini konu alıyordu. Pişmanlıklar şu konularda yoğunlaşıyor: Keşke kendime daha dürüst davranarak yaşamıma devam etseydim; keşke gerçek hislerimi paylaşabilseydim; keşke daha az çalışsaydım; keşke arkadaşlarımla daha çok görüşseydim ve keşke daha mutlu olmak için kendime izin verebilseydim.
Belki de bu pişmanlıklarla dünyadan ayrılanlara yardımcı olmanın en iyi yolu, aynı hataları yapmamak olur. Bu yüzden “Her günü son gününüz gibi yaşayın” öğüdünü veren Budist yaklaşımı her zaman çok sevmişimdir.

Daily Telegraph gazetesinde iş ve finans editörlüğü yaptığım yıllarda bir iş arkadaşımın verdiği öğüde her zaman uymaya çalıştım. Peş peşe birkaç gün geç saatlere kadar çalışmıştım, arkadaşım kan çanağı gözlerime bakarak şöyle dedi: “Jo, evine git. İngiltere’nin mezarlıkları bir zamanlar kendini vazgeçilmez ve yeri doldurulamaz sanan insanlarla dolu, unutma.”

John Confino
Çeviri: Yusuf Ozan Üstebay

Önerilen makaleler