#ekoIQ | Sürdürülebilirlik Hakkında Her Şey

Durduğumuz Yer, Yürüdüğümüz Yol: Sürdürülebilir Ekonomiye Geçiş Tartışmalarının Haritalandırılması

Düşük karbonlu ve sürdürülebilir bir ekonomiye geçiş tartışması farklı aktörler tarafından farklı mecralarda uzunca bir süredir yapılıyor. Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi Bölümü’nden Prof. Dr. Fikret Adaman ve bağımsız araştırmacı Dr. Duygu Avcı’ya göre, en genel anlamıyla, çevre tahribatına neyin ve/veya kimin sebep olduğu ve sürdürülebilir ekonomiye geçişte hangi aktöre ne rol biçtikleri üzerinden, liberal-piyasacı, müdahaleci-kurumsal ve radikal-toplumsal dönüşümcü olmak üzere üç farklı yaklaşım tanımlanabilir. Bu yazının, bu alandaki tartışmalar için bir zemin olmasını diliyor, katkılarınızı her zaman bekliyoruz.

YAZI: Prof.Dr. Fikret ADAMAN, Dr. Duygu AVCI

Hükümetlerarası İklim Değişik­liği Paneli’nin (IPCC) Ekim 2018’de yayınladığı “1,5ºC Küresel Isınma Ra­poru”, iklim değişikliği ile mücadelede hedefler, azaltım ve uyum politikaları ilgili tartışmalara yeni bir ivme kazan­dırdı. Rapor, 1,5 dereceye kıyasla hali­hazırda kabul görmüş olan 2 derecelik bir ısınmanın toplum ve ekosistemler açısından çok daha ciddi olumsuz so­nuçlar doğuracağını ortaya koyarken, küresel ısınmayı 1,5 derecede tutabil­mek için ekonomi ve toplumun her alanında hızlı ve kapsamlı dönüşüm­lere ihtiyaç olduğunu vurgulamaktay­dı. Rapor aslında iklim krizi ve iklim değişikliği ile mücadele bağlamında çok yeni bir şey söylemese de, düşük karbonlu ekonomiye geçiş tartışmaları­na daha bir aciliyet ve önem kazandırdı denilebilir. Ancak, asıl çetrefil mesele konunun aciliyetini ve önemini kabul ettikten sonra başlıyor.

Bilindiği üzere, düşük karbonlu ve kapsamı daha da genişletirsek sürdürü­lebilir bir ekonomiye geçiş tartışması, farklı aktörler tarafından farklı mecra­larda uzunca bir süredir yapılagelmek­te. Bu tartışmalara kulak kabarttığımız­da, bu geçiş için gerekli değişiklik ve dönüşümlerin neler olduğu, bunların gerçekleşmesi için hangi ekonomik, politik ve toplumsal aktörlerin neler yapmaları gerektiği ve bunları neden bazen yapıp bazen de yapmadıkları konularında epeyce farklı fikirler du­yuyoruz. Bir yanda sınırsız büyümenin, orta ve üst sınıfların yüksek tüketim se­viyelerinin sürdürülebilir olmadığı, bu nedenle yerel, kendini idame ekono­milerine dönülmesi ve büyümemenin (de-growth) gerekliliği savunulurken, diğer yanda daha çok küreselleşmeye ve ekonomik büyümeye ihtiyaç olduğu, bunun hem çevre dostu teknolojilerin geliştirilebilmesi hem de yoksulluğun azaltılarak nüfus artışının ve yoksulla­rın çevreye verdikleri zararların kont­rol altına alınabilmesi için elzem oldu­ğu iddia ediliyor. Kimi iklim bilimciler iklim değişikliği ile mücadele için nük­leer enerjinin vazgeçilmez olduğunu iddia ederken, kimileri kurtuluşun at­mosferdeki karbonu sıkıştırıp okyanus dibine gömmekte ya da güneş ışınlarını uzaya geri yansıtacak jeomühendislik çözümlerinde olduğuna inanıyor. Bun­lara karşılık pek çok yeşil toplumsal hareket ve aktivist, bu tür büyük ölçek­li, insanın doğaya müdahalesini daha da artıran teknolojilerin çözüm olmak şöyle dursun çevre tahribatına neden olan zihniyetin bir yansıması olduğunu dile getiriyor. Bunların yerine bireyle­rin ve toplulukların kendi kaynaklarıyla kurabilecekleri ve doğrudan kontrol edebilecekleri, düşük maliyetli yerel enerji üretim ve dağıtım sistemlerini destekliyorlar. Peki bu farklı çözüm önerilerini nasıl değerlendireceğiz? Bu çok sesli tartışmayı daha iyi takip ede­bilmemizde ve tartışmalara iyi niyetli romantizmin ötesinde katılabilmemiz­de yardımcı olacağına inandığımız bir sınıflandırmayı paylaşmak istiyoruz. Bu sınıflandırma çevre tahribatına neyin ve/veya kimin sebep olduğu ve sürdürülebilir ekonomiye geçişte hangi aktöre ne rol biçtikleri üzerinden ayır­dığımız üç farklı yaklaşımı kapsıyor.

Sürdürülebilir Ekonomi: Üç Pozisyon

Liberal-piyasacı olarak tanımladığı­mız birinci yaklaşıma göre çevre tah­ribatına çevresel mal ve hizmetlerin mülkiyet haklarının iyi belirlenmemiş olması ve bunların piyasaları olmadığı için fiyatlandırılmamış olmaları neden olur. Yani çevresel mal ve hizmetler -ki küresel iklimin düzenlenmesi bu hiz­metlerden biri olarak tarif edilir- üc­retsiz veya olmaları gerekenden daha ucuz oldukları için aşırı tüketilmek­tedir. Dolayısıyla yapılması gereken çevresel mal ve hizmetler için mülkiyet haklarının tanımlanması, piyasalarının oluşturulması ve fiyatlarının belirlen­mesi yoluyla bunları kullanmanın ma­liyetinin iktisadi karar alma süreçlerine dahil edilmesidir. Karbon piyasaları, PES (Payments for Ecosystem Servi­ces-Ekosistem Hizmetleri için Ödeme­ler), REDD+ (Reducing Emissions from Deforestation and Forest Degra­dation-Ormansızlaşma ve Ormanların Aşınımı Kaynaklı Salımların Azaltılma­sı) ve TEEB (The Economics of Ecosy­stems and Biodoversity-Ekosistem ve Biyoçeşitliliğin Ekonomisi) gibi araçlar ve programlar bu yaklaşımı esas alır­lar. Bu yaklaşım çerçevesinde devlete söz konusu piyasaların oluşturulma­sında ve piyasa aksaklıklarının olduğu durumlarda düzenleyici müdahaleler yapılmasında bir rol biçilse de sürdü­rülebilir ekonomiye geçişin kilit aktörü piyasalar ve özel sektördür. Tüketiciler ise yeşil mal ve hizmetleri talep eden­ler olarak bu süreçte yer alırlar. Sivil toplum da tüketicileri bilinçlendirme ve duyarlılık geliştirme aracılığıyla tü­keticilerin tercihlerini “yeşillendire­rek” katkı yapabilir.

Liberal-piyasacı yaklaşım, sürdürüle­bilir ekonomiye geçişi esasen bir “ka­zan-kazan” senaryosu olarak tahayyül eder. Örneğin, ekosistem hizmetleri için ödemeler gibi politika araçlarıyla hem ekosistemlerin korunması, hem de bu ekosistemleri korumaları karşı­lığında bu ödemelerin yapıldığı çoğu zaman yoksul yerel toplulukların ge­lir seviyesinin artırılması hedeflenir. Benzer şekilde, bir işletmenin atığının diğerinin girdisi olarak değerlendiril­mesini temel alan döngüsel ekonomi kurgusu, ya da konutlarda eko-teknolo­ji uygulamaları ile enerji kullanımının verimli kılınması benzeri kısa zamanda kendini karşılayacak yatırımlar gibi çö­züm önerileri bu kazan-kazan tahayyü­lünü yansıtır. Şüphesiz bu tür olanaklar sürdürülebilir bir ekonomiye geçişte önemlidir. Ancak, bu süreçte önem­li maliyetlerin oluşacağı açıktır ve bu maliyetlerin nasıl bölüşüleceği tartış­masından orta-uzun dönemde herke­sin kazanacağını vurgulayarak kaçmak pek de mümkün değildir, zira ekolo­ji sorunlarının çözümsüz kalmasının önemli bir nedeni bizatihi bu miyopik bakışın egemen olmasıdır.

Müdahaleci-kurumsal yaklaşım olarak adlandırdığımız ikinci bir yaklaşım, sürdürülebilir ekonomiye geçişte ka­musal kurumlara (belediyeler, devlet kurumları, uluslararası organizasyonlar gibi) çok daha etkin bir rol biçer. Bunu, ABD ve Avrupa’da Büyük Buhran son­rası Keynesgil politikalarla krizden çı­kışı sağlayan, gelişmekte olan ülkelerde ise özellikle 2. Dünya Savaşı sonrasında belirleyici olan kalkınmacı devlet yapı­sının bu sefer yeşil ekonomiye geçiş için tahsis edilmesi olarak düşünebiliriz. Nitekim bu yaklaşımın ABD’de Büyük Buhran’dan çıkış için Roosevelt’in baş­kanlığı döneminde uygulanan ekonomi programı Yeni Düzen’e (New Deal) referansla Yeni Yeşil Düzen (Green New Deal) olarak adlandırılması tesa­düf değil. Bir önceki yaklaşım kamu­nun ancak piyasaların iyi işlemesini sağlayacak ya da piyasa aksaklıklarını giderecek kadar müdahalede bulun­masını ister. Burada ise öngörülen bir yandan kamunun emisyon ticareti ya da ekosistem hizmetleri ödemeleri gibi piyasa mekanizmaları yerine standart­lar oluşturmak, vergiler getirmek ve kurallar koymak yoluyla piyasaları daha sıkı kontrol etmesi, bir yandan da toplu taşıma, yenilenebilir enerji, enerji ve­rimliliği gibi yeşil sektörlerde özel sek­tör yatırımlarını yönlendirecek ve des­tekleyecek aktif bir sanayi politikası ve doğrudan kamu yatırımları aracılığıyla kamunun ekonominin dönüşümüne öncülük etmesidir. Kamunun burada­ki öncülüğü sadece sürdürülebilirliğin ekolojik ayağı ile ilgili değildir; kamu, yeşil sektörlerde istihdam yaratılması aracılığıyla işsizlik sorununun hafifletil­mesi, yeşil sosyal konutlarla ve altyapı­da yapılacak iyileştirmeler ile aşırı hava olaylarına karşı dezavantajlı toplumsal kesimlerin korunması gibi neoliberal dönemde unutulan sosyal sorumlu­luklarını da yeniden üstlenmelidir. İlaveten kamu hem yeşil sektörlerde inovasyonu (örneğin üniversitelerde bu alanda yapılan araştırmaları des­tekleyerek) teşvik etmeli, kaçınılmaz olarak daralma yaşayacak sektörlerdeki işgücüne yeni kapasite kazandırılması ve yeşil sektörlerde ihtiyaç duyulacak olan işgücünün eğitimi için de aktif rol üstlenmelidir. Bu tür müdahalelerin maliyetinin büyük ölçüde çevre vergi­leri ile karşılanması öngörülür. Ancak, bu yaklaşımı savunanlar, liberallere göre maliyetler konusunda biraz daha açık olsalar da öngörülen kamu müda­halelerinin petrokimya, savunma sana­yi gibi sermaye güçlerinin çıkarlarını önemli derecede tehdit ettiğini ve bu grupların siyasi karar alıcılar üzerinde etkilerinin bu müdahalelerin hayata geçirilmesinin önünde engel oluştur­duğunu aynı açıklıkta konuşmuyorlar. Özetle sürdürülebilir ekonomiye geçiş bu yaklaşımın tahayyül ettiği kadar dü­zenli ve toplumsal çatışmaların yöneti­lebildiği bir süreç olmayabilir.

Yerel ve merkezi kamu kurumlarına, ekonomi ve sosyal politikaların rolüne yapılan vurgunun yanı sıra bu yakla­şımın uluslararası düzenlemeleri de önemsediğini söyleyebiliriz. Bu tür düzenlemelere çevre korumada norm­ları belirleyen anlaşmalar (örneğin Bi­yolojik Çeşitliliğin Korunması ya da Ramsar Sözleşmesi), kurumlar arası bilgi ve kaynak paylaşımı ve işbirliğini destekleyen düzenlemeler, gelişmekte olan ülkelere temiz teknoloji transferi­ni teşvik eden düzenlemeler ve gerek yerelde ve ulusal düzeyde gerek ulus­lararası bağlamda kamu, özel sektör ve sivil toplum girişimlerinin daha iyi koordine edilmesi için planlama araçla­rının (örneğin arazi kullanımı planları, katılımcı bütçe yönetimi) kullanılması gibi örnekler verebiliriz. Farklı pay­daşların katılımı ve işbirliğine önem veren bir yönetişim anlayışı olarak da tarif edebiliriz bunu. Ancak, burada da var olan toplumsal eşitsizlikler ve çatışmaların bu tür yönetişim mekaniz­malarının işleyişini önemli ölçüde zor­laştırmayacağı ya da engellemeyeceği varsayılmaktadır.

Radikal-toplumsal dönüşümcü olarak adlandırdığımız üçüncü yaklaşım ise çevre sorunlarının ekonomik ve top­lumsal yapılardan ayrı düşünülemeye­ceğini vurgular. Aslında iklim değişik­liği, çevre kirliliği, biyolojik çeşitliliğin kaybı gibi çevre sorunlarının ve yoksul­luk, eşitsizlik, eğitim ve sağlık hizmet­lerine erişim gibi toplumsal meselele­rin birbirleriyle ilişkili olduğu gerçeği, Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri ile birlikte ulus­lararası düzlemde de kabul görmüştür. Bu yaklaşımın farkı ise bu kabulün öte­sinde bu sorunların yapısal nedenlerini sorgulamasıdır. Bu bağlamda yapılan çözümlemeler arasında belli farklar olsa da temel nedenin egemen siste­min işleyişi -çok özetle söylersek büyü­me ve kâr hırsının toplumsal, ahlaki ve çevreye ilişkin kaygıların ve değerlerin üzerinde ve ötesinde tutulması- ve bu işleyişe içkin ve/veya eklemlenmiş (ör­neğin toplumsal cinsiyet ya da etnik kö­ken temelli) toplumsal güç eşitsizlikleri olduğu savunulur.

Bu güç eşitsizlikleri bir dizi çevresel adaletsizlik doğurur ki bunun üç ayrı fakat birbiriyle bağlantılı boyutu var­dır: (i) Çevrenin kullanımından sağla­nan faydaların ve çevreye verilen za­rarların adaletsiz dağılımı (ii) Çevreye ilişkin kullanım değeri dışındaki farklı değerlerin veya doğal çevre ile farklı ilişkilenme biçimlerinin (örneğin doğal çevrenin bazı unsurlarının kutsal kabul edilmesi ya da diğer canlıların yaşam hakları) tanınmaması (iii) Çevreye iliş­kin kararlardan etkilenen kimi toplum­sal kesimlerin bu kararların alınması süreçlerinden dışlanması.

Bu yaklaşımın asıl vurucu noktası, çev­re meselesini bir adalet meselesi olarak görmesidir ki bu sadece çevre sorun­larının gerisinde toplumsal adaletsiz­liklerin olmasıyla ilgili değildir. Aynı zamanda, çevre tahribatının etkilerinin adaletsiz şekilde dağılmasıyla (örneğin iklim değişikliğinin bundan en az so­rumlu olan yoksul kesimler ve ülkeler üzerinde daha büyük etkilerinin olma­sıyla veya olmasının beklenmesiyle) ve çevre tahribatını azaltmanın ve etki­lerini hafifletmenin bedelinin bunun sorumluları tarafından ödenmesi ge­rektiği ile ilgilidir. Bu halde, yeşil dönü­şümün vizyonu çevre adaleti olmalıdır. Adalet meselesini merkeze almayan çözüm önerileri sorunun köküne in­mediği gibi bu adaletsizliklerin devam etmesine ve hatta kimi durumlarda daha da derinleşmesine neden olabilir. Ekolojik sürdürülebilirlik ancak çevre adaletinin sağlanması, yani adil, eşitlik­çi ve demokratik bir toplumun kurul­ması ile mümkündür. Çevre adaletinin sağlanması yolundaki toplumsal dönü­şümün kilit aktörleri günümüzde top­lumsal örgütlenmeler ve hareketlerdir. Bu aktörlerin rolü hem çevre adalet­sizlikleri karşısında direnmek hem de çevre adaleti ilkesini hayata geçirecek alternatif toplumsal-ekonomik yapıları ve yaşam biçimlerini kurmaktır. Be­lirtmekte fayda var ki, her ne kadar bu yaklaşımın savunucuları genel olarak sermaye kadar sermayenin çıkarlarına hizmet eden ve demokratik olmayan devletleri de çevresel adaletsizliklerin sorumlusu olarak görse de, birçoğu toplumsal dönüşümde devletin rolünü tamamen reddetmez. Devleti içeriden dönüştürmeyi hedefleyen ve serma­yenin gücüne ket vurulabilmesi için bunun gerekli olduğunu savunan yeşil siyasi hareketler böyledir denilebilir.

Elbette burada yaptığımız epeyce ka­baca bir ayrım. Bu üç yaklaşımın her birinin içerisinde belli konularda görüş ayrılıkları ve tartışmalar, birbirlerine görece yaklaştıkları ya da taban taba­na zıtlaştıkları noktalar var. Bu tartış­maları tüm zenginlikleri ile ele almak mümkün değil ama basitçe de olsa yaptığımız bu ayrımın sürdürülebilir ya da yeşil bir toplum için neler yapılması gerektiği konusunda duyduğumuz pek çok farklı fikri ve çözüm önerisini ka­famızda bir yere oturtmaya yardımcı olabileceğini düşünüyoruz. Burada ayrı bir başlık altında ele almak istediğimiz, bu yaklaşımlar arasındaki tartışmaların merkezinde yer alan bir konu olarak sürdürülebilir ya da yeşil ekonomiye geçişte teknolojinin rolü ve bununla bağlantılı olarak ekonomik büyümenin sınırlandırılmasının gerekli olup olma­dığı hususudur.

Teknoloji Çözüm mü, Müsebbip mi?

Bu noktada hem yukarıdaki kategori­lendirmeyi somutlamak hem de ekolo­jik krizde izlenecek ana politikalardan birini değerlendirmek adına teknolo­jinin önemi ve rolü üzerinde durmak istiyoruz. Liberal-piyasacı ve müdaha­leci-kurumsal yaklaşımların teknoloji konusunda iyimser olduklarını belir­terek başlayalım. İyimser derken, bah­settiğimiz teknoloji sayesinde ekolojik krizin çözülebileceğine, yani “ekolojik modernizasyon”un mümkün olduğu­na dair bir inanış. Bahsettiğimiz her iki yaklaşım da bu inanışı paylaşırken şu noktada ayrılıyorlar: Birinci yakla­şım piyasaların iyi işlediği durumda bunun zaten kendiliğinden olacağına inanırken, ikinci yaklaşım kamunun (en başta devletlerin) yönlendirme ve teşvikine ihtiyaç olduğunu vurguluyor. Bu iki yaklaşımın sorunsallaştırmadığı konu ise sınırsız ekonomik büyümenin vazgeçilmez ve mümkün olduğu. Yani hem büyümenin yoksulluk gibi top­lumsal ve iklim değişikliği gibi ekolojik sorunların çözülmesi için vazgeçilmez olduğu, hem de sınırsız büyümeye devam etmenin teknolojiyi kullanarak mümkün de olduğu iddiası. Bir “yeşil büyüme” düşüncesi.

Radikal-toplumsal dönüşümcü yakla­şım ise teknolojik değişimin, teknolojik çözümlerin rolünü reddetmiyor. An­cak, salt teknolojiye güvenerek sürdü­rülebilirliğin sağlanamayacağını söylü­yor. Günümüzdeki üretim ve tüketim süreçleri geri dönüşü olmayan ekolojik ayakizleri bırakıyor ve büyüme sürdük­çe teknolojik dönüşüm gerçekleşse bile sürdürülebilir bir ekonomi kurulamaz diyor. Bunun birbiriyle ilintili gerekçe­lerinin arasında şunlar var: (i) Tekno­lojik gelişimin kendisi ekolojik ayakizi üretir, yenilenebilir enerji üretmek için de enerji ve materyal gerekir. (ii) Literatürde “Jevons Paradoksu” olarak bilinen durum: Teknolojik gelişme ile üretimde birim başına ekolojik ayakizi düşürülen mal ve hizmetlerin toplam kullanımları artabilir. Örneğin, tüke­ticiler “elektrik enerjim nasılsa yeni­lenebilir kaynaktan” deyip eskiye göre daha fazla elektrik tüketebilirler ki bu da toplamda daha büyük bir ayakizi demektir. (iii) Teknolojik gelişmeler kimi noktada belirsizlikler ve riskler ta­şır. Sıfır karbon salımı olan ama yıkıcı riskler taşıyan nükleer enerjide ya da kuraklığa dayanıklı olarak geliştirilen GDO’nun genelde doğaya ve özelde insanlığa olası etkilerinin tam olarak kestirilememesinde olduğu gibi. (iv) Son olarak da teknolojiye olan güvenin daha yapısal, daha derin dönüşümle­rin tartışılmasını çoğu zaman engelle­mekte olduğu görüşü var. Bu yaklaşım, teknoloji ve büyüme sorunlarımızı çö­zer diye beklerken, asıl bu sorunların gerisinde yatan, toplumsal yapıyı nasıl değiştirmeliyiz konusunu konuşamadı­ğımızı öne sürüyor. Ekolojik sürdürü­lebilirliğin sınırsız büyüme ile mümkün olup olmadığını tartışamadığımızın al­tını çiziyor. Bu yaklaşımın vurguladığı, kesinlikle yeni teknolojiler olmasın de­ğil ama bunlar büyümeye değil doğal ekosistemlerin korunmasına hizmet etsinler. Büyük şirketlerin kontrolün­de değil, insanı merkeze alan, yerel toplulukların doğrudan yönetebildiği, yoksulların ve geçimi için hâlâ büyük ölçüde doğaya bağlı olan toplulukların artan çevresel baskılar altında hayatla­rını idame ettirmelerine destek olacak teknolojiler olsunlar.

 Toparlamak Adına

Biz kendimizi bu haritanın radikal-top­lumsal dönüşümcü yaklaşım tarafında konumlandırıyoruz. Söylemek istedi­ğimiz şu: Büyümeye devam ettiğimiz sürece, ne kadar döngüsel bir ekonomi kuracağız desek de, teknoloji yardı­mıyla “eko” ürünler kullansak ve geri­dönüşüm konusunda aşırı titizlensek de, ekolojik ayakizimiz artıyor. Adaleti merkezimize almadığımızda, toplum­sal zenginliğin nasıl bölüşüldüğünü, kimin çevre tahribatından daha çok etkilendiğini, hayatımızla ilgili karar­ları kimin aldığını konuşmadığımızda, yaşadığımız ekolojik kriz de giderek derinleşiyor. Son IPCC raporu çok daha ciddi sonuçlardan sakınmak için az zamanımız kaldığını hatırlatmış­ken, yapısal değişiklikler için zamanı­mız olmadığını, teknolojiye güvenmek dışında bir seçeneğimiz kalmadığını söyleyenler olabilir. Zamanımız varken de, büyüme ve teknolojinin sorunları­mızı çözmeye yeteceğine olan inancı­mızdan dolayı bekleyip durmadık mı? Çevre konusu 1972, iklim değişikliği 1992’den beri uluslararası alanda ko­nuşuluyor, ama biz neredeyse 50 yıl sonra başımıza daha kötüsünün gel­memesi için sadece 12 yılımız kaldığını öğreniyoruz. Belki artık başka şeylere inanma vaktimiz gelmiştir. Belki şimdi, durduğumuz yeri, yürüdüğümüz yönü yeniden düşünme zamanıdır. Belki şimdi, büyüme ve teknolojiye bel bağ­lamaktansa yaşadığımız toplumu değiş­tirmeye odaklanma zamanıdır.

EkoIQ Editör