Ocak ayında Almanya’da dünyanın en büyük kimya şirketlerinden BASF’in iklim koruma ve karbon yönetimi alanındaki çalışma ve inovasyonlarının aktarıldığı bir basın konferansı düzenlendi. Dört önemli ve etkileyici sunumun ortak özelliği, karbondioksit emisyonlarını azaltırken, karbonu bir materyal olarak kullanabilmek üzerine olmalarıydı. Toplantının açılış konuşmasını yapan BASF SE İcra Kurulu Başkanı ve Teknolojiden Sorumlu Başkanı Dr. Martin Brudermüller, karbon yönetimi çalışmalarını anlatırken, CO2’yi doğru bir şekilde fiyatlandırmanın öneminin altını da dikkatle çiziyordu.
Dünyanın en büyük kimya şirketlerinden biri olan BASF’in yine dünyanın en büyük kimya tesislerinden bir olan Ludwigshafen’deki, Karbon Yönetim Programı ve bu konudaki çalışma ve inovasyonlarını anlattığı basın konferansında, bu söz çeşitli yöneticiler tarafından kaç kere tekrarlandı bilmiyorum: “Eğer karbondioksit emisyonlarının gerçek bir fiyatı olursa.” Bu önerme, endüstri devlerinin bile, karbon düşük bir ekonomiye geçmek için temel motivasyonlarını göstermesi açısından son derece önemli. Nedeni belli. Kâr amaçlı bir özel kuruluş, inovasyonlarını, kamunun yaptırımları ve/ veya piyasanın fiyatlandırmalarına göre yönetir. Yani düşük karbonlu bir yere doğru gitmeleri için, karbon emisyonu salmanın gerçek bir cezası/fiyatı olmalıdır ki, milyonlarca dolar tutan Ar-Ge yatırımlarını, bu maliyetleri düşürmek için oraya yöneltsinler.
Gerçekten oldukça ilginç ve zorlayıcı bir toplantı. Hele benim gibi teknik süreçlere ve özelde de kimyaya bir hayli uzak bir iletişimci-sosyal bilimci için. Belki liseden beri duymadığım elementler havada uçuşuyor ama temel hedef iklim değişikliğinin birincil sebebi olan karbondioksit emisyonlarını sınırlayacak, giderek üretim dışına atacak çözümler geliştirmek. Hedefler büyük, bu devasa tesisi (ve tabii dünyanın çeşitli yerlerindeki diğer tesislerini) 2030 yılına kadar karbon nötr bir büyüme sürecine sokabilmek. BASF, bu iddiaların bir kısmını zaten başarmış durumda: 1990 yılından bu yana seragazı emisyonlarını %50 azaltırken, aynı dönemde üretim hacmini iki katına çıkarmış. Ülkeler özelinde “decoupling”, yani iktisadi büyüme ve karbon emisyonu artışlarını birbirinden ayrıştırma dediğimiz süreci bir şekilde gerçekleştirmiş durumdalar. Bu tabii, Alman hükümetinin de desteklediği milyonlarca liralık Ar-Ge yatırımlarının sonucu…
Dünyanın İlk Elektrikli Buhar Parçalayıcısının İzinde…
Dört çarpıcı çalışmanın anlatıldığı sunumlar şeklindeki toplantıyı takip edenler, Avrupa’nın dört bir yanından gelmiş sıkı bir gazeteci topluluğu ve her araştırmayı zorlayıcı sorularla iyice anlamaya çalışıyorlar. Sunumlardan biri, kimyasal ürünleri ortaya çıkaran ana işlemi gerçekleştiren buhar parçalayıcılarının (Steam Cracker) doğalgaz yerine elektrikle çalışması üzerine. Bu süreçte ihtiyaç duyulan sıcaklık 850 derece olduğu için burada harcanan enerji, önemli bir karbon emisyonu kaynağı. Buhar parçalayıcılar için dünyanın ilk elektrikli ısıtma konseptini gerçekleştirmeyi amaçlayan çalışmalar sonucunda, tabii elektrik de yenilenebilir enerjiden gelirse CO2 emisyonlarını %90 oranında düşürebileceklerini tahmin ediyorlar. Ama bu elbette ki ciddi bir Ar-Ge konusu, hangi materyallerin böylesine yüksek bir ısıyı sağlayacak yüksek elektrik akımlarına dayanabileceğini saptamak gerekiyor.
Bir başka çalışma ise hidrojen üretimi üzerine. Enerji depolama açısından son derece önemli olan hidrojeni elde etmek için yine yüksek enerjiye ihtiyaç duyuyor, dolayısıyla yine yüksek CO2 emisyonlarına yol açıyorsunuz. Bu açmazı açar hale getirebilecek formül ise, yine bir kimya sentezlemesinden ve inovasyonundan geçiyor. Çok daha az enerji ihtiyacı gerektiren metan pirolizi yöntemiyle doğalgazı, hidrojen ve karbon bileşenlerine ayırmak mümkün. Dolayısıyla eğer elektrik yenilenebilir enerji kaynaklarından gelirse, hiç CO2 emisyonu olmadan hidrojen üretilebilir ve elde edilen yan çıktı olan katı karbon ise çelik ve alüminyum üretiminde kullanılabilir.
Düşman, Karbon Değil!
BASF’in bu konudaki diğer bir projesi ise, buhar parçalayıcıda mevcut üretim yöntemleri neticesinde ortaya çıkan yüksek miktardaki CO2 emisyonlarını metanın “kuru düzeltimi” aracılığıyla önemli ölçüde azaltmak. Sunumu yapılan son proje ise, bir kimyasal hammadde olarak CO2’nin kullanılmasına yönelik yeni bir yaklaşım: Yani atmosfere salınmayan CO2’den sodyum akrilat üretimi. Sodyum akrilat, bebek bezlerinde ve diğer hijyen ürünlerinde geniş çapta kullanılan süper emici maddeler için önemli bir başlangıç materyali olarak kabul ediliyor. Bundan birkaç yıl önce, Heidelberg Üniversitesi’nde BASF tarafından desteklenen Kataliz Araştırma Laboratuvarı’nda (CaRLa) araştırmacılar, bu reaksiyonun kataliz döngüsünü ilk kez başarılı bir şekilde kapatabilmişler. Bu arada BASF uzmanları, bu süreci endüstriyel ölçeğe taşıma konusunda önemli bir ilerleme kaydetmişler ve bir mini tesiste bunun laboratuvar ölçeğinde başarılı bir şekilde uygulanabileceğini kanıtlamışlar. Süper emici maddelere yönelik mevcut propilen bazlı üretim yöntemi ile karşılaştırıldığında; yeni süreçte CO2, fosil yakıtların yaklaşık %30’unun yerini alabiliyor.
Bazıları benim sınırlı teknik ve kimya bilgimi aşan bütün bu Ar-Ge araştırmalarının arkasındaki, BASF SE İcra Kurulu Başkanı ve Teknolojiden Sorumlu Başkanı Dr. Martin Brudermüller, “İklim koruma hedeflerini başarabilmek için CO2 emisyonlarında büyük ölçekte bir azalma gerekiyor. Ancak bir kimya şirketi olarak diğer birçok sektörün aksine bizim karbonsuzlaştırmadan bahsetmemiz anlamsız. İklimin düşmanı olan atmosfere yayılan karbondioksit. Ancak karbon bizim için üretim süreçlerimizde kimyasal bir bileşen. Dolayısıyla biz karbonsuzlaşmadan değil, akıllı ve temiz bir karbon yönetiminden bahsediyoruz” diyor.
Evet, sürdürülebilirlik bizim için teknik süreçlerden ibaret değil, tüketimden üretime, doğaya yönelik alternatif bakış açılarına ve toplumsal katılıma kadar uzanan, belki bir uygarlık değişimi. Ancak bugünkü uygarlığımızı ayakta tutan devasa bir endüstriyel ve teknolojik tesisler ve süreçler bütününü göz ardı etmek de imkansız. Dolayısıyla eğer gezegendeki insan varlığını, içine düştüğü büyük riskten kurtaracaksak, bu devasa aygıtın dönüşümü üzerine de kafa patlatmak gerekiyor. Ludwigshafen’daki toplantıda buna kafa patlatan çok parlak zihinler olduğunu gözlerimle gördüm. Ama asıl düğüm yine de o aklın ve aparatın dışında bir yerlerde: Karbondioksiti ve diğer kirleticileri fiyatlandırmakta. Dünya yurttaşlarına düşen yerel, ulusal ve uluslararası yönetim mekanizmalarının bu fiyatlandırmayı doğru bir şekilde yapması için ayağa kalkmak. Eğer bunu becerebilirsek, teknik ve endüstri bu yeni normalin peşinden gidecektir.