Bir grup psikolog, yüksek binaların, egzoz dumanlarının, hayatlarımızı kolaylaştıran teknoloji harikalarının ve plaza bip’lemelerinin insanları depresyona soktuğunu, stres kaynaklı rahatsızlıkların doğadan uzaklaşmaktan kaynaklandığını ileri sürüyor. Reçete ise “ekoterapi” denen bir yöntem üzerinden hazırlanıyor: “Sana üç doz doğa yazıyorum. Dışarı çık, doğayla bütünleş!”
Yazı: Duygu YAZICIOĞLU
“Kentin kendisi de itiraf etmek gerekir, çirkindir (…) Örneğin, ne bir kanat çırpışın ne de bir yaprak hışırtısının duyulmadığı, güvercini olmayan, ağaçsız, bahçesiz bir kent, tam anlamıyla yansız bir yer nasıl düşünülür? Mevsimlerin değişimi ancak göğe bakınca anlaşılır. İlkbahar yalnızca havanın niteliğinin değişmesinden ya da sokak satıcılarının banliyölerden getirdikleri çiçek sepetleriyle kendini duyurur; çarşı pazarda satılan bir ilkbahardır bu.”
Albert Camus, Veba adlı romanında, veba hastalığının yayılmasına uygun bir şehri, Oran’ı böyle tasvir ediyor. En dikkat çekici taraf şehrin, baharın güzelliğini yutacak kadar doğadan kopuk olması… Şimdi veba gibi bir tehlike yok elbette ama kafamızı kaldırıp şöyle bir baktığımızda 1947 yılının Oran’ından çok da farklı olmadığını görebileceğimiz “beton şehirler” de modern hastalıkların yayılması için çok uygun görünüyor. Mesela “depresyon”… Dünya Sağlık Örgütü’nün istatistiklerine göre, “bütün dünyada herhangi bir anda 120 milyon kişi depresyonla mücadele ediyor. Global hastalık yükü anlamında dünyada dördüncü sırada yer alan depresyonun tedavisi, ABD’de yılda 30 ila 80 milyar dolara mal oluyor.”
Ama depresyona, klasik ilaç bazlı çözümler dışında alternatif öneren psikologlar da var: Ekoterapi. Geleneksel psikolojiye alternatif bir yaklaşım olan ekopsikoloji ruhsal problemlerin esas nedenini, “hayat şartları” nedeniyle doğadan uzaklaşmak olarak gösteriyor ve tedavinin yine kendimizi doğanın kollarına bırakmak ve onunla bütünleşmek olduğunu iddia ediyor. Bu ruhsal değişimin tarihi çok daha eskiye, Endüstri Devrimi’ne dayansa da kavramı ilk defa 1992’de “Dünyanın Sesi” (The Voice of the Earth) kitabında Theodore Roszak kullanıyor. Fikrin temeli şu: “İnsanoğlu binlerce yıl doğayla iç içe yaşayarak evrimleşti. Modern çağda ise şehirlerin betonlaşması, katı iş hayatı gibi nedenlerle anavatanı olan doğasından kopmak zorunda kaldı ve bu durum iç dünyasında büyük bir hasar yarattı. O nedenle bireyin iç dünyasında yaşadığı bu bocalamadan kurtulmasının tek yolu yine doğayı hatırlamak; onun bir parçası olduğunu tekrar öğrenmek ve onunla bütünleşmek.” Bu öğreti elbette birkaç saatlik telkin ya da kısa bir kır yürüyüşle gerçekleşmiyor, ekoterapistlerin uygulayacağı, uzun bir döneme de yayılabilecek bir tedavi süreci gerektiriyor. Konuyla ilgili yazılmış en önemli kaynaklardan biri olan, Uluslararası Ekoterapi Birliği’nin kurucusu Psikolog Linda Buzzell-Saltzman imzalı “Ekoterapi: Düşüncede Doğayla İyileşme” isimli kitapta konuya şöyle değinilmiş: “Son dönemde depresyon ve strese bağlı diğer rahatsızlıkların artması, doğadan kopuşumuzun neticesi. İnsanoğlunun doğayla iç içe olması gerekiyor. Biz bunu unuttuk ve şimdi bedelini ödüyoruz.”
Bu “doğal” görüşün çıkış noktası, endüstrileşmenin en vahşi şekilde büyüdüğü Kuzey Amerika. Ardından Avustralya, Güney Afrika ve Avrupa’da da konuya ilgisiz kalınmayarak, çeşitli çalışmalar yapılmış, ekoterapi merkezleri kurulmuş. Ekoterapinin en başarılı uygulandığı yerlerden biri İsrail’de bulunan The Nature Therapy Center (Doğa Terapi Merkezi) olarak gösteriliyor. En şöhretli ekoterapistlerse Roger Ulrich, Rachel ve Stephen Kaplan, Frances Kuo…
Evden Arabaya, Arabadan Eve
Gelelim “iyileştirme” yöntemine… Ekoterapistler, genel bir yöntem uygulamak yerine hastaların her birine özel tedavi uyguluyor. Ekoterapi için tedaviye giden ilk adım, hastanın doğada ne kadar vakit geçirdiğini öğrenmek. Araştırmalar, bazı hastaların günde 15 dakikadan daha az bir süre için, -o da genellikle evden arabaya ve arabadan eve giderken- dışarı çıktığını gösteriyor. Bu noktada ekoterapist, hastaya doğada daha fazla vakit geçirmesini, tırmanış veya yürüyüş yapmasını hatta imkanı varsa bahçeyle ilgilenmesini salık veriyor. Bu terapinin alamet-i farikalarından biri de geleneksel terapi seanslarının aksine, isteğe bağlı olarak, açık havada yapılabilmesi. Uzun bir döneme yayılan iyileştirme sürecinde hasta doğayla bütünleşmeyi ve onun bir parçası olmayı öğreniyor. Yöntem kulağa biraz basit gelse de 2007’de Essex Üniversitesi’nde yapılan bir araştırma günlük yürüyüşlerin de en az antidepresan kadar etkili olduğunu gösteriyor. Aynı araştırmaya göre, yürüyüş kapalı bir spor salonunda yapıldığında etkisiz kalıyor. Ekoterapi, tedavi yöntemini tamamen doğaya dayandırması bakımından son derece önemli. Zira satın almak için reçeteye bile ihtiyaç duyulmayan antidepresanların kısa ve orta vadede yan etkileri her zaman tartışma konusu oldu. “İmparatorun Yeni İlaçları: Antidepresan Mitini Çürütmek” kitabının yazarı Prof. Dr. Irving Kirsch 23 Kasım’da Antalya’da düzenlenen 4. Uluslararası Psikofarmakoloji Kongresi’nde, “Antidepresan kullanan kişilerin yüzde 80’inde cinsel fonksiyon bozuklukları görülüyor. Azalan cinsel istek, ereksiyon problemi, orgazm süresinin gereğinden fazla uzun ya da kısa olması, cinsel uyarı eksikliği gibi. Diğer riskler; inme, ölümler… Hatta hamilelikte antidepresan kullanımında bebekte otizm görülme riski üç kat artıyor” diyerek, ekmek satar gibi antidepresan dağıtan meslektaşlarının aksine konunun, önüne geçilmesi gereken vahametini ortaya koyuyor.
Doğa Resimlerine Bakmak Bile Yeterli
“Doğanın Prensibi” ve “Ormandaki Son Çocuk” kitaplarının yazarı Richard Louv son yıllarda artan ruhsal problemlerin bütününü “Doğa Yoksunluğu Sendromu” olarak tanımlıyor. Louv son yıllarda çocukların doğaya daha az çıkmak, sürekli kapalı yerlerde kalmak gibi nedenlerle enerjilerini boşaltamadığını ve dikkat eksikliğinin bu nedenle arttığını savunuyor. Louv’a göre bu sendrom aynı zamanda depresyon ve anksiyeteye de sebep oluyor. Louv, “Hastanedeki odaları bahçeye bakan ameliyat olmuş hastaların, odası koridora bakan hastalardan çok daha hızlı iyileştiklerini” gösteren bir araştırmaya da değiniyor.
Bunun dışında, 1980’lerde psikoterapistler Rachel ve Stephen Kaplan tarafından ortaya atılan Dikkat Restorasyonu Teorisi (Attention Restoration Theory) de ekoterapi yaklaşımıyla oldukça uyumlu bir kuramsal çerçeve olarak kabul edilebilir. Teoriye göre insanlar doğada vakit geçirdikten, hatta sadece doğa resimlerine baktıktan sonra çok daha iyi konsantrasyon sağlayabiliyorlar. Doğal çevrede bulunan hayranlık uyandıracak şeyler, insanın yorulmadan derinlemesine düşünmesini sağlıyor. Mesela gökyüzünde süzülen bulutlar, rüzgârda titreşen, yere düşen yapraklar ya da kayalara çarparak köpüren su… Tom de Marco ve Tim Lister imzalı Peopleware isimli kitapta da “ofiste çalışan birinin konsantrasyonunu ortalama 15 dakikada sağladığına, ancak bu konsantrasyonun en ufak sesle bile dağılabilecek kadar zayıf olduğuna; halbuki insanın dikkatini doğada daha rahat toparlayabildiğine” değinilerek, ekoterapi destekleniyor.
Ekoterapinin tüm dünyada hızla yaygınlaştığı aşikar. Türkiye’de ise insanlar vakitlerinin çoğunu, kelebeklerin uçuştuğu, kuzuların meleştiği kırlarda geçiriyor olsa gerek, çevre kirliliğinin ve doğadan uzaklaşmanın insan psikolojisi üzerindeki olumsuz etkilerine, sistematik olarak değinen olmamış henüz!