#ekoIQ | Sürdürülebilirlik Hakkında Her Şey

Enerji, Çevre, Sürdürülebilirlik ve Diyalog Çerçevesinde Rüzgarın Getirdikleri

En sonda söyleyeceğimizi başta söyleyelim. Türkiye’deki rüzgar enerjisi santralı (RES) mevzuatında yerleşim yerlerine yakınlık konusundaki sınırlar ve uygulamalar hayli yetersiz. Santrallar köylerin 150 metre kadar yakınına yaklaşmış durumda. Yerel pek çok inisiyatif, özellikle Ege’de bu mesafenin artırılması yönünde ciddi bir mücadele veriyor.
Rüzgar enerjisi yatırımları sürdürülebilir bir şekilde ve bütün tarafların yararına gerçekleşecekse bu konuda acil adımlar atılmalı. Konunun farklı taraflarıyla yaptığımız görüşmelere göre sivil toplum da, özel sektör de, çeşitli belediyeler de bu ihtiyacın farkında. Mesafe dahil, mevzuattan teşviklere, sanayi ihtiyacına kadar her türlü soruna yönelik net bir farkındalık varken, geriye sadece uygulamaya geçmek kalıyor. Aşağıda okuyacağınız rüzgar enerjisinin genel panoramasında bu ihtiyacın nedenlerini bulacaksınız.
Berkan ÖZYER

Dünyadaki toplam rüzgar enerjisi kapasitesinin 2015 sonu itibarıyla 432,42GW’a ulaşarak 382,55GW olan nükleer enerji kapasitesini tarihte ilk defa geçtiğini biliyor musunuz? Ya da AB ülkelerinin toplam talebinin %11’inin rüzgar ile karşılandığı­nı? Hatta 9 Temmuz 2015 günü Danimarka’nın sıra dışı rüzgarlı bir günde ulusal elektrik ihtiyacının %140’ını üretecek noktaya ulaştığı­nı, bütün talebi karşıladıktan sonra artan miktarı Norveç, Almanya ve İsveç’e ihraç ettiğini?
Rüzgar enerjisinin son 10 yılda yaptığı atılımı düşündüğümüzde esasında bu veriler çok da şaşırtıcı değil. Fosil yakıtın miadını tamam­layacağı, sonu belli bir yolda ilerli­yoruz, kimileri ise bu yürüyüşe çok daha erken başlamıştı.
Avrupa Ye­nilenebilir Enerji Birliği (EUROSO­LAR) Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Tanay Sıdkı Uyar, tarihsel süreci “Maliyetleri ve yaşattığı geri dö­nülmez çevre sorunları nedeniyle, 1978’de nükleer enerji, 1990’dan itibaren de fosil yakıtları terk et­meye başlayan endüstrileşmiş ül­kelerin, 1973 Petrol Krizi’nden iti­baren enerjinin etkin kullanımını,
1978’den itibaren de yenilenebilir enerjiye geçişi gündemine aldığı­nı” hatırlatarak özetliyor. Prof. Dr. Uyar, bu devletlerin “1993 tarihin­de toplumsal maliyetleri de hesap­lamaya başladıktan sonra yeni do­ğan ve gelecek için ümit vaat eden ama henüz kendi ayakları üstünde duramayan güneş ve rüzgardan elektrik üretim teknolojilerini süb­vansiyonlarla desteklediğinin” altı­nı çiziyor.

Teknolojik gelişmeler, üretim ma­liyetlerindeki düşüş rüzgar için de ciddi bir tetikleyici oldu.
Bloomberg New Energy Finance (BNEF) verilerine göre 2015 yılın­da türbin kurulumu bir önceki yıla göre %25 oranında arttı. Bugün geldiğimiz noktada son yıllardaki ciddi yatırımlarıyla Çin, kapasite sıralamasında liderliğe çıktı. Türki­ye Rüzgar Enerjisi Birliği’nin (TÜ­REB) verilerine göre Çin sadece ge­çen sene 30 GW’lık kurulum yaptı ve toplamda 145 GW’a çıktı. ABD 74 GW ile ikinci olurken onu 45 GW ile Almanya; 25 GW ile Hindis­tan; 23 GW ile İspanya ve yaklaşık 14 GW ile İngiltere izliyor. Özellikle Avrupa ülkeleri arasında Danimar­ka, enerji çeşitliliği, üretim sanayisi açısından öne çıkıyor.
Danimarka’nın bu biricik konumu­nun önemli temellerinden biriyse türbin üreticisi Vestas oldu. Uzun yıllar sektör liderliği yapan Vestas, 2015 yılında aldığı 7,3 GW’lık yeni siparişle küresel sıralamada ikinci sırada yer buldu. Liderliği 7,8 GW ile Çin Urumçi merkezli Goldwind firması elde etti (bu arada ilk 10’da Çin’den dört firma daha yer alıyor). Üçüncüyse 5,9 GW ile GE oldu. Son günlerde yaşanan bir gelişme ise önümüzdeki yıl bu sıralamayı bozacak gibi duruyor. 3,1 GW’lık kapasite ile 2015’te dördüncülüğü paylaşan Alman Siemens ile İspan­yol Gamesa firması birleşme kararı açıkladı.

Teknolojik Beklentiler

Öncelikle şunu belirtmek gerekir, RES’lerin verimi anlamında fizik kurallarının net bir limiti var. Adını Alman fizikçi Albert Betz’den alan Betz Kanunu’na göre türbinler rüz­gardan azami %59 oranında verim alabiliyor. Rüzgar türbini teknoloji­sinin öncülerinden Beltz’in 1919’da tanımladığı bu kanun, pervane tek­nolojisinin bu oranın üstüne geçme­sinin imkansız olduğunu, pervane­lerin ancak rüzgardan %59’luk bir verim elde edebileceğini söylüyor. Bunun önüne geçmek için de fark­lı tasarımlar ön plana çıkıyor. Dik türbinler buna ciddi bir örnek. İnternette zaman zaman “%59’u aşan verimde türbin tasarlandı” gibi haberler görülse de, henüz büyük ölçekte bir teknoloji ortaya çıkmış değil.
Günümüzdeki genelde 2,5-3 WT ci­varında türbinler kuruluyor. Ancak çeşitli firmalar bunun çok üzerine çıkabiliyor. Dünyanın en büyük türbin üreticilerinden Vestas’ın 8 MW’lık V164 modeli, 80 metrelik türbin kanatlarına sahip. Bir diğer konu da depolama konusu. Zaten halihazırda enerji alanındaki ça­lışmaların en sıcak konusu, enerji depolama sistemleri. Güneşten rüz­gara ve jeotermale kadar, ev tipi bataryalar ve sanayi tipi bataryalar için Tesla, Google, Apple gibi dünya devlerinin de aralarında bulunduğu çok büyük bir yarış yaşanıyor. Rüz­gar enerjisindeki dalgalanmalar da yüksek verim zamanlarında olası depolama sistemlerini ciddi bir ak­tör olarak öne çıkarıyor.

Yenilenebilir Enerjiyi “Özgürleştirecek” Dört Adım

Prof. Dr. Tanay Sıdkı Uyar
Çözümden yana olan karar vericilerden beklenen, geçmişin sorunlu teknolojilerini terk edip, onlara dayalı anlaşmaların iptalini sağlamaları ve geleceğin temiz teknolojilerine köstek olmayıp gelişmelerine izin vermeleridir. Esas olarak, miadını doldurmuş, artık ayakta duramayan çöp teknolojilerin ticaretini sağlayan alım anlaşmaları, enerjinin etkin kullanımını da önleyen zararlı sübvansiyon işlevi görmektedir.
Çözüm, öncelikle enerjinin etkin kullanımı ve küçülen problemin nihai çözümü ise %100 yenilenebilir enerjidir. Yenilenebilir enerji kullanımını kösteklemek değil, desteklemek gerekir. Sorunu ve çözümü doğru tanımlayıp, yüzünü çözüme dönmeyen ülkelerde çözüm, yani yenilenebilir enerji özgür değildir.
Yenilenebilir enerjiyi ve enerjinin etkin kullanımı uygulamalarını özgürleştirmek için:
– Ulaşım, konut, sanayi ve tarımda birim hizmet veya ürün başına enerji tüketimini AB standartlarına çekmek,
– Tüm enerji türlerinin üretimden tüketime kadar neden olduğu toplumsal maliyetleri hesaplayıp fizibilite çalışmalarında dikkate almak,
– Geleceğin yerel ve ülke enerji sistemini, geleceğin temiz ve verimli en yeni teknolojileri ile planlamak ve yenilenebilir enerji uygulamalarına üvey evlat muamelesi yapmamak,
– Serbest piyasada pahalı olan ve kirletici olan fosil ve nükleer atık ısıdan enerji üretimine yüz vermemek gerekli.

Peki Türkiye Nerede?
Türkiye de bu koşuda son yıllardaki atılımla kendine yer bulsa da ciddi bir gecikme yaşadı.
Prof. Dr. Uyar bu gecikmenin altya­pısını şöyle özetliyor: “Türkiye’de hiçbir zaman yenilenebilir enerji projeleri için serbest piyasadaki elektrik fiyatının üstünde bir öde­me yapılmadı, yani kamu tarafın­dan sübvanse edilmedi. YEKDEM (Yenilenebilir Enerji Kaynakları Destekleme Mekanizması) kapsa­mında rüzgardan elde edilen elek-trik için yaklaşık 20 kuruş/kWh ve güneşten üretilen elektrik için yaklaşık 30 kuruş/kWh ödeme ön­görüldü. Öngörülen bu fiyatlar, ye­nilenebilir enerjinin desteklenme­mesi anlamına geliyordu. Böylece, fosil yakıt hakimiyeti devam etti.” Uyar ayrıca “Toplumsal maliyetle­rin (ormanların asit yağmurları ile tahribatı, tarım ürünleri kaybı ve insan sağlığına yapılan tahribatlar) fosil yakıtlardan elde edilen elek-trik üretim maliyetlerine eklenme­diğini ve böylece rüzgar, güneş ‘bebeği’nin Türkiye’de gelişemedi­ğini ve dolayısıyla serbest piyasada özgürleşemeyip büyüyemediğini” kaydediyor.
Ancak zaman içinde gelişen tek­nolojiyle üretim maliyetinin 10 ku­ruş/kWh civarına düşmesiyle yatı­rımcıların arttığını belirten Uyar, yatırımcıların kamunun belirlediği fiyattan kamuya sattıklarını ancak üretim maliyetlerindeki bu ciddi düşüş nedeniyle ilgili kamu ku­ruluşlarının YEKDEM uygulama­sından vazgeçerek ihale sistemine geçilmesini planladığını aktarıyor. Ayrıca bir diğer engeli de “uzun vadeli doğalgaz”, “ya satın al ya öde” anlaşmaları ve yapımı planla­nan Akkuyu Nükleer Santralı için öngörülen yaklaşık 40 kuruş/kWh (12,35 $ sent/kWh) “alım garanti­si” olarak gösteriyor.

Off-shore Türkiye için Mümkün mü?
TÜREB Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Serdar Ataseven:
Tabii ki mümkün. Ama bu aşamada bizim için çok erken. Karasal rüzgar potansiyelimizin %13’ünü kurulu güce dönüştürebildik. Denizüstü teknolojiler karaya göre daha pahalı. Ayrıca ülkemizin deniz derinliklerinin Avrupa’ya göre daha fazla olduğunu da düşündüğümüzde, bugün için off-shore cazip bir yatırım değil. Avrupa karasal rüzgar pazarı azaldığı için off-shore kullanmaya başladı. Bizim önümüzde gidecek daha çok yolumuz var.

Son 10 Yıldaki Değişim

Fakat bir yandan da kurulu güç ko­nusunda 2005’ten bu yana ciddi bir atılım gerçekleşti. TÜREB Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Serdar Ataseven, 2005’le karşılaştırarak mevcut rakamları ortaya koyuyor: “O tarihlerde 50 MW olan rüzgar kurulu gücü bugün itibarıyla 5 GW’ın üze­rine çıktı. İnşa halindeki RES’lerin oranı bize gösteriyor ki 2016 yılında kurulu gücümüz 800-1000 MW’lık bir artışla bizi sene sonunda neredey­se 6 GW’a ulaştıracak.”
Önümüzdeki Ekim ayında yeni baş­vuruların alınacağını da belirten Ataseven, Türkiye’nin potansiyelini değerlendirmek ve 2023 hedefle­rine ulaşmak için daha gidilecek yolun olduğunun da altını çiziyor: “Yenilenebilir Enerji Genel Müdür­lüğü tarafından, 10 GW deniz üs­tünde, 38 GW karada olmak üzere toplam 48 GW’lık tekno-ekonomik rüzgar potansiyelimiz olduğu be­lirtiliyor. 20 GW’lık 2023 hedefi­nin sadece %25’ini gerçekleştirmiş durumdayız. Yapılan hesaplamalar gösteriyor ki mevcut şartlar altında 2023’te ancak 10-11 GW seviyeleri­ne ulaşabiliyoruz.”

Mevzuat Beklentisi
Özel sektör ve kamu arasında ciddi bir köprü görevi gören TÜREB’in YK Başkanı Ataseven belirlenen hedeflere ulaşmak için mevzuatta çeşitli değişikliklerin yapılması ge­rektiğini belirtiyor: “29 Nisan’da Resmi Gazete’de yayımlanıp 1 Mayıs’ta uygulamaya geçen YEK­DEM düzenlemesi yatırımcıların hazırlanmasını sağlayacak yeterli süre içermiyordu. Bu kadar kısa süre içinde doğru tahmin yapmayı öğrenmek mümkün değil. Üstelik yeni gelen düzenlemeye göre sade­ce %2’lik sapmaya imkan tanınıyor. Oysaki santralların ilk yıl içinde sapma oranları %10’a kadar çıkıyor.
Bir rüzgar santralının kendi bulun­duğu rejime alışması ve sapmaların minimum seviyeye gelmesi ancak üç yıl sonra olabiliyor. Bu nedenle bu düzenlemenin santralın yaşına göre kademeli olarak yapılmasının doğru olacağını düşünüyoruz.” Yatırımcı­ların sürdürülebilir bir sektör gör­meyi arzuladığını ve “oyun içinde oyunun kurallarının değiştirildiği bir piyasada yatırım yapmak isteme­diklerini” belirten Ataseven, “Özel­likle genç santrallarda tahminlerde büyük sapmalar olacak. Dengesizlik maliyeti yenilenebilir enerji üzeri­ne özellikle de rüzgarın üzerine eklenecek. Gelir kaybı olacak. Eski düzenlemeye göre fizibilite oluş­turulmuş, finansmanı yapılmış ve ona göre çalışmaları sürdürülmüş yatırımlar kayba uğrayacak. Bu da sektöre yeni girecek yerli ve yaban­cı yatırımcılar için tedirgin edici bir durum” diyor.
Ataseven YEKDEM mekanizması ile ilgili düzenlemelerin yanında yerli katkı ile ilgili olarak yayımla­nan taslak yönetmeliğin de sektörü tedirgin ettiğini belirtiyor. Buna göre kurulumlarda bir “yerli üre­tim” oranı belirlenerek kurulum izinlerine ancak bu sınıra uyan giri­şimler uygun görülecek. “Endüstri anlamında yatırım yapmak isteyen birçok sanayici, yönetmelik netlik kazanana kadar kararlarını askıya almayı tercih etti. Sektör hız kay­betti” diyen Ataseven, bir yandan da yerli sanayicilerin konuya ilgisi­nin arttığını, 2012’de bir kule üre­ticisi varken bugün yediye ulaşıldı­ğını, kanat fabrikasında sadece bir türbinin kanadı üretilirken bugün dört farklı türbin kanadının üreti­lebildiğini hatırlatıyor. Devlet ger­çekten de bu “yerlilik” konusunun takipçisi olacağının ve yerli üretime yönelik ciddi bir teşvik vermeye ha­zır olunduğunun sinyalini vermiş, Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekçi Haziran ayında “%100 yerli rüzgar türbini imalatı için her tür desteği veririz” demişti.

Madalyonun Diğer Yüzü
Tam bu noktada bir es vermek ge­rekiyor. Son yıllardaki gelişmelerin, hedeflerin yıldan yıla yaşanan artış trendinin bir de diğer yüzü var; RES’lere yönelik eleştirel hareket­lerin hızla arttığı, özellikle Ege’de sıklıkla protestoların yapıldığı, çeşit­li sağlık ve psikolojik sorunları da bünyesinde barındıran bir yüz bu.
Zaman içerisinde özellikle Ege Bölgesi’nde rüzgar enerjisi yatırım­larına yönelik ciddi bir muhalefet oluştu. Sıklıkla düzenledikleri gös­teriler, kampanyalar, ulusal basına nadiren yansısa da, sosyal medya üzerinden ciddi bir karşılık buluyor. Peki, nedir sorun olan? Yenilenebi­lir enerjiye neden karşı çıkıyor bu insanlar? Yoksa gerçekten çevreci değiller mi?
Doğru sorular tabii ki bunlar değil. Tek cümlede özetlemek gerekirse şikayet konusu kontrolsüz ve dene­ timsiz yatırımlar ve yerleşim yerle­rine yakınlık gözetmeden kurulan rüzgar türbinleri. Çevre hareketleri­nin yakından tanıdığı National Ge­ographic Türkiye eski editörü Oya Ayman’ın yaşadıkları, sorunlara gerçek bir örnek:
“İki yıl önce İzmir’in doğusundaki Marmariç’e yerleştik. Burada ekolo­jik ve şebekeden bağımsız bir yaşam sürüyoruz. Mümkün olduğunca do­ğayla uyumlu şekilde ve zarar ver­meden yaşamaya çalışıyoruz, evde enerjimizi yenilenebilir kaynaklar­dan karşılıyoruz. Yaşadığımız yerin dibine bir rüzgar türbini koydular. Ve bize verdikleri ÇED raporunda köyümüzü yok saydılar. Evim da­hil olmak üzere bütün köyümüzü santral sahasının içine aldılar. Bu, istedikleri zaman evimin 10 metre dibine türbin dikebilirler demek… Bilgilendirme toplantısı için şirket­ler geldiklerinde bize ‘Siz orada yaşıyor muydunuz, bilmiyorduk’ dediler. ÇED raporu tamamlanmış, haritalar hazırlanmış, paragraflarca yazı yazılmış, bize böyle bir soru so­ruyorlar.”

ODTÜ’de Rüzgar Merkezi
Türkiye’de araştırmaların akademik tarafında Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) ön plana çıkıyor. ODTÜ’de rüzgar enerjisi ile ilgili 1980’lerin sonlarında başlayan araştırmalar, 2010’lardan sonra yoğunluk kazandı. Bu konuda, çoğunlukla rüzgardan enerji üretiminin mekanik ve mühendislik çözümlemeleri olmak üzere, yenilenebilir enerjiye yönelik piyasa geliştirme ve rüzgar enerji sisteminin yer seçimine odaklı 49 bilimsel araştırma tezi üretildi.
Dahası, önemli bir adımla 2011 yılında ODTÜ bünyesinde Rüzgar Enerjisi Teknolojileri Araştırma ve Uygulama Merkezi (RÜZGEM) rüzgar enerjisine yönelik araştırma ve geliştirme faaliyetlerini yürütmek üzere kuruldu. Merkez, rüzgar türbin aerodinamiği, yapı ve malzemesi ve elektromekaniği ile ilgili çalışmalar yürütürken yakın zamanda rüzgar enerji üretim süreçlerinin sosyo-ekonomik, sağlık ve çevresel etki alanlarına ilişkin toplumun duyarlı olduğu konuların tespitine yönelik çalışmalar da yürütmeye başladı.

Tartışma Konuları
“Ee, diksinler ne olacak ki” derse­niz, dünya çapında çok sıcak bir tartışmaya dahil oluyorsunuz de­mektir. Rüzgar türbininin pek çoğu tartışmalı da olsa, ciddiye alınması ve araştırılması elzem çeşitli zarar­ları öne çıkıyor. Bu zararları şöyle sıralayabiliriz:
Türbin inşası ve nakil yolları için ağaç kesimi: Karaburun Kent Konseyi Başkanı İpar Buğra Dilli, Urla’da sadece altı türbin için 1800 ağaç kesildiğini belirtiyor. Berga­ma’daki sit alanında, Assos’ta, Kaz Dağları’nda, dünyada az sayıda bu­lunan longoz ormanlarından birine ev sahipliği yapan Kırklareli’ndeki RES projeleri doğal yapının korun­masına yönelik endişeleri tırmandı­rıyor.
Kuş ölümü: Rüzgar türbinleri konusunda en sık dile getirilen olumsuz etkilerden kuş ölümleri­nin önüne türbinlerin göç yollarına kurulmamasıyla geçilmeye çalışılı­yor. Bunun için de onay sürecinde güvenilir ve nitelikli araştırmaya ihtiyaç duyuluyor. RES konusunda dünyadaki Ar-Ge çalışmalarının da önemli bir kısmı kuşların türbinlere çarpmasını engelleyecek sinyal ve radar sistemlerinin geliştirilmesine odaklanıyor. Öte yandan ABD’deki “Kuşların Durumu 2014” başlıklı rapora göre rüzgar türbinlerinden ötürü ABD’de her yıl ortalama 234 bin kuş ölürken, kediler (2,4 mil­yar), bina camları (599 milyon), ara­balar (200 milyon) gibi sebeplerin hayli gerisinde kalıyor. Ancak sade­ce bu veriyi kabullenip de kuşlara etkisinin az olduğunu düşünmemek gerekir, zira göç halinde olmayan bölge kuşlarının ölümleri, yarasala­ra etkisi dünya çapında hâlâ bilim­sel araştırmaya ihtiyaç duyulan bir konu.
Canlı sağlığı üzerindeki etkisi: Türbinler canlı sağlığı üzerindeki etkilerini gürültü ve oluşan elek-tromanyetik alan ile gösteriyor. Bu etkilere yönelik mevcut tartış­malarda kulakların duyamayacağı desibeldeki seslerin, yakınlardaki canlılar üzerinde anksiyete, uyku­suzluk, halsizlik, mutsuzluk gibi etkilere neden olabildiği vurgulanı­yor. Ancak bu etkilerde de tartışma ve araştırmaların devam ettiğinin altı çizilmeli. Örneğin insan üzerin­de benzer şekilde etki gösterdiğine inanılan elektromanyetik dalgaların ise gerçekte böyle bir etkisi olma­dığını gösteren pek çok bilimsel araştırma var. Kanada’da rüzgar türbinleri etrafında oluşan elektro­manyetik alanları inceleyen bir araş­tırma (Lindsay C McCallum, 2014), türbinlerin özel bir elektromanyetik etkisinin olmadığını, hatta evde kul­lanılan pek çok cihazın oluşturduğu alandan daha dar bir alan oluştur­duğunu kanıtladı.
Tek Bir Rahatsızlık Bile Gözden Geçirme İçin Yeterli
Bu etkilere tarım ve mera alanları­nın türbin sahaları olarak ayrılma­sı, dolayısıyla yerel ekonomik ve sosyolojik dengenin bozulması gibi sonuçları da eklemeliyiz. Ayrıca örneğin Karaburun’da RES yakın­larında düşük yapan, sütü kesilen hayvanların dahil olduğu pek çok vakayla karşılaşmak mümkün. Bi­limsel çalışmaların azlığı bu konuda bilimsel bir konsensüs olmasının önüne geçiyor. Örneğin Dr. Nina Pierpont’un “Rüzgar Türbini Send­romu” adını verdiği ve RES’lerin za­rarları konusunda sıklıkla atıf yapı­lan araştırmasının, uyguladığı anket yöntemi açısından bilimsel geçerlili­ği sorgulanıyor. Belki bunlar soru işareti yaratabilir ancak bunların ge­çerliliğini tartışmaktansa doğrudan somut şikayetlere yönelmekte fay­da var. Oya Ayman, Karaburun’da yakınlarına rüzgar türbinleri inşa edilen bir çiftçinin geçirdiği psikolo­jik rahatsızlıklardan ötürü evinden taşınma kararı aldığı ve “canınızı verin, dağınızı vermeyin” dediğini aktarıyor. Dolayısıyla bilimsel tartış­malar, olumsuz etkilerin ortaya çık­tığı bağlamla ilişkilerin nedenselliği incelenmekle beraber, tek bir kişi­nin rahatsızlığının dahi gözönünde tutulması gerektiği anlaşılıyor.

Bir Soru İşareti
Ege Üniversitesi Botanik Bahçesi- Herbaryum Uygulama ve Araştır­ma Merkezi’nden Doç. Dr. Serdar Gökhan Şenol da “Biyoçeşitlilik ve Enerji İkilemi” başlıklı raporunda temel sorunu, ÇED süreci ve ra­porların denetlenme mekanizması olarak gösteriyor. ÇED raporlarının nasıl yazıldığı gerçekten tartışma konusu. Ayman, “Raporları hazırla­yan ve uzman titrine sahip kişilerin bir günlük saha ziyaretinin ardın­dan bölge değerlendirilmesi yapıl­dığını, raporlarda şahsi gözlemlerin değil doğrudan geçmiş araştırma­lardan alıntılar kullanıldığını” iddia ediyor. Ayman bu konuda somut bir örnek vererek Şubat ayında yapılan araştırmaların ardından hazırlanan bir raporda “su yılanının görüldü­ğünün” belirtildiğini ancak o ayda kış uykusundaki yılanın görülmesi­nin imkansız olduğunu kaydediyor.

Esasında Alıştığımız Bir Sorun
Gelinen nokta bugün için çok ta­nıdık. Eylül 2015 tarihli jeotermal konulu kapak dosyamızda da gö­rebileceğiniz gibi jeotermal uygu­lamalarına yönelik muhalefetin de temel bir rahatsızlığı vardı: Kendi­lerine danışılmaması ve yaşam alan­larının proje sahalarına dönüşmesi. Benzer şikayetleri HES’ler için de rahatlıkla söylemek mümkün. Ka­raburun Kent Konseyi Başkanı İpar Buğra Dilli, “RES’lerin doğal, kültürel değerler, tarım, mera ve yaşam alanları; yerelin görüşü hiç dikkate alınmadan çok yaygın şe­kilde kuruluyor olmasıyla mücadele ediyoruz. Tek kriterin izinler veri­lirken rüzgar enerji verimi olması nedeniyle, aslında sosyal, doğal ve kültürel bir yıkım yaşanıyor Ege’de ve Marmara’da. Karşı çıktığımız şey ekosistem tahribatı ve yerelin sosyal ve ekonomik yaşamındaki ağır tah­ribat” diyor.
Buğra Dilli, özellikle İzmir Kara­burun’daki tahribatın altını çizi­yor: “Yarımadanın %71’i rüzgar enerji santral sahası olarak altı fir­maya tahsis edilmiş durumda. Bu rakam şaka değil, gerçek!” diyor. Karaburun’da yerel halkın ciddi bir kısmının kıl keçesi yetiştirdiğini ancak mera alanlarının santrallara ayrılmasıyla hayvancılığın tehlike­ye girdiğini, hazine arazisinde olup çiftçilere kiralanan alanlardaki zey­tinliklerin söküldüğünü, bunun ta­rıma da yansıması olduğunu belir­ten Buğra Dilli, yollar için yapılan ağaç kesimlerinden dolayı, oluşan görüntü sebebiyle Karaburun için her zaman ciddi bir gelir kapısı olan doğa turizminin de ciddi anlamda etkilendiğini kaydediyor. Ayrıca her proje için 30-40 sayfalık olumsuz sonuçlara dair ayrıntılı rapor gön­derdiklerini ancak bu raporların hiç dikkate alınmadığını da sözlerine ekliyor.
Bir de son yıllarda Gaziosmanpaşa’dan Sur’a, HES projelerinden duble yollara pek çok alanda 1983 ta­rihli Kamulaştırma Kanunu’na daya­nılarak alınan “acele kamulaştırma” kararlarının yarattığı etkiler var. Ye­rel uzlaşı olmaksızın acele kamulaş­tırma kararının alınması sonrasında davaların, uzun görüşmelerin, perde arkası pazarlıkların yer aldığı ve her taraf için hayli zarar verici bir sürece giriliyor. Sadece bu yöntem bile sü­recin neden uzlaşı içinde ilerlemesi gerektiğini kanıtlıyor.

Yerleşime Uzaklık En Sıcak Konu
RES karşıtı hareketin temel talebi, uygulamalarda yerleşim yerlerine belirlenen yakınlık limitinin gözden geçirilmesi. Halihazırda 300 metre­lik kriter yeterli olmamakla birlikte pratikte uygulanmadığına dair pek çok örnek de mevcut. Bu konuda gösterilen iyi niyetli çabaların da altını çizmek gerekiyor. Örneğin Muğla Büyükşehir Belediyesi bir ilke imza atarak ODTÜ’den “RES projelerinin yer seçimine ilişkin ilke ve esasları” belirlemesini istedi. Hazırlanan raporda dünya ile karşı­laştırmalar yapılarak, yerel koşullar incelenerek çeşitli sınırlamalar be lirlendi. Bu maddeler, Ocak ayın­dan bu yana çeşitli komisyonlarda, belediye meclisinde görüşüldükten sonra Nisan ayında onaylandı. Buna göre “RES lisans alanı içerisinde her bir türbin noktasının, en yakın yerleşim alanı sınırından en az 1000 metre, köyden, mahalleye dönüşen düşük yoğunluklu alanlar için 500 metre uzakta olması esastır” şartı kabul edildi. Belediyeler bu kriter­leri ön lisans aldıktan sonra imar planı için belediyeye başvuran yatı­rımcılara yönelik hazırlattı.
Raporu hazırlayan ekipten Prof. Dr. Ali Türel, “Doğal çevrenin tahrip ol­maması, çevredeki yerleşimlerin za­rar görmemesi, doğal-arkeolojik sit alanları gibi hassas bölgelerin olum­suz etkilenmemesi” kriterlerini göz önüne aldıklarını belirtirken yoğun başvuru alan diğer belediyelere de benzer çalışmalara katılma çağrısın­da bulunuyor. Ön lisans alan proje­lerin belediyelerden imar planı için olumsuz yanıt aldıktan sonra Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından onay almaları gibi durumların da yaşandığını belirten Türel, “Bakan­lık mümkün olduğu kadar Türkiye ölçeğinde geçerli olacak çalışma yaptırabilirse, alt çalışmaları, spesi­fik konuları belediyeye bırakabilir. Benzer bir kriterler sistemi Türkiye geneli için hazırlanabilir” önerisin­de bulunuyor.
Türkiye’deki en büyük RES uygu­layıcılarından Borusan EnBW’nin Uygulama Direktörü Evren Aktaş da özel sektörün bu sorunun farkın­da olduğunu belirtiyor: “Yapılan her türlü yatırımın çevreye bir etkisi ol­duğunu hepimiz biliyoruz. Özellikle yerleşim yerlerine yakın olan rüzgar enerji projeleri için farklı düzenle­melerin gerektiğini biz de yatırımcı olarak gözlemliyoruz… Yatırımların kümülatif etkilerinin gözetilerek planlanması ve yerel halka olan et­kilerinin asgariye indirilmesine yö­nelik yasal standartlar belirlenmesi ve kamu tarafından düzenlenmesi gerekli başlıca konular.”
Dünyada ise bu konuda farklı kri­terler var, kimi araştırma 1000 metre, kimi 2000 metre öneriyor. Ancak mesafe konusunda dünyada da bir uygulama birliği olmadığının, bu konunun çok sıcak bir tartışma konusu olduğunun altını çizmek gerekiyor. Çevreciler en iyi uygula­ma olarak 2000 metreyi önerirken bunu benimseyen ülke sayısı son de­rece az. İngiltere’de 350 metre limi­ti tartışılırken İrlanda’da 500 metre limiti uygulanıyor. Ancak İrlanda Çevre Bakanlığı mevcut 500 metre olan asgari sınırı 2000 metreye çı­kartmaya çalışırken İletişim, Enerji ve Doğal Kaynaklar Bakanlığı bu artışın ülkedeki rüzgar enerjisi pro­jelerinin sonu anlamına geleceğini belirtiyor. Zira 2000 metrelik sınır­la ülkenin toplam toprak alanının sadece %3’ü yeni projelere uygun halde kalabilecek. Danimarka’da 25 metreden yüksek türbinler için yük­sekliklerinin dört katı mesafe kuralı uygulanırken, altı katı mesafe içeri­sindeki konutların değerinde düşüş yaşanırsa devlet tarafından kompan­se ediliyor.
Almanya’da sınırları eyaletler belir­lerken Bavyera eyaleti 2014’te tür­bin uzunluğunun 10 katı gibi bir mesafe limiti koymuş. Mayıs ayında eyaletin en yüksek yargı organının bu kararı desteklemesiyle birlikte RES karşıtları açısından ciddi bir zafer elde edilmiş oldu. Mahkeme, eyalet hükümetine küçük türbin­lere destek verilmesini de önerdi. Hamburg’da konutlardan 500 met­re; orman, su kaynakları, kuş ve yarasa alanlarından 200-500 metre arası bir uzaklık öngörülüyor. 2014 yılında Almanya Federal Çevre Dairesi’nin (UBA) araştırmasında ülke genelinde 2 km sınırı uygula­nırsa rüzgar potansiyelinin sadece %3’ünün değerlendirilebileceği be­lirtiliyor.

Muhalefet Tek Çatıda Buluştu
Türkiye’de RES’lerin olası olumsuz etkilerinin önüne geçilmesi için g rişilen mücadelede pek çok aktör var. Davaların önemli bir kısmını üstlenen Çevre ve Ekoloji Hareketi Avukatları’ndan (ÇEHAV) Cem Al­tıparmak, enerji sistemine yönelik genel bir değerlendirme getiriyor. “RES’ler külkedisinden prenses yaratan sihirli değnekler değildir” diyen Altıparmak, ÇEHAV’ın çalış­ma mantığını “Ekoloji mücadele­sine destek olmak için yola çıkmış olan ÇEHAV’ın ‘yenilenebilir enerji’ olduğu kabul edilen RES’lere yöne­lik davalara hukuki destek sunması tuhaf görülebilir. Ancak bizim açı­mızdan bir yatırımın kategorik ola­rak yenilenebilir enerjiler sınıfında tanımlanması, o yatırıma kendili­ğinden bir yeşil/temiz enerji payesi vermemektedir” sözleriyle açıklıyor.
Yenilenebilir enerji yatırımlarının çevresine “Türkiye’nin enerji açığı, istihdam yaratma, üretimi artırma iddiaları” ile bir “dokunulmazlık zırhı”nın işlendiğini, doğru bir tar­tışma için önce bu zırhın sökülmesi gerektiğini belirtiyor. Türkiye’nin bir yenilenebilir enerji politikası ol­madığını; yenilenebilirin nükleer ve kömürün yanında sıradan bir enerji üretim enstrümanı olmaktan öteye geçemediğini kaydediyor.
Altıparmak, RES kurulumunda tek kriterin “rüzgar nereden güçlü esi­yorsa oraya kurulması” şeklinde olduğunu hatırlatarak yerleşim ve tarımsal üretim sahalarına, merala­ra, ormanlık alanlara, korunan alan­lara, biyolojik çeşitliliğin zengin ol­duğu alanlara mesafesine dair yasal sınırlama olmadan yatırımların bir “ekolojik yağma”ya dönüştüğünü kaydediyor.
Altıparmak, “Enerji yatırımlarında ekonomik olan aynı zamanda eko­lojik olmak zorundadır” diyor ve bu mantık oturana kadar ÇEHAV ola­rak çalışmaya devam edeceklerini belirtiyor.
Böyle bir tabloda Ege’de RES ya­tırımlarına karşı mücadele veren, süreci mahkemeye taşıyan 17 ayrı oluşum Mart ayında bir araya gele­rek Rüzgar Yaşamdan Yana Essin İnisiyatifi’ni kurdu. Haziran ayında duyurulan bildiriyle Ege’nin işlet­meye alınan ve inşa halinde olan RES’lerin %39’una ev sahipliği yaptığı hatırlatılırken, “RES yatı­rımlarının ‘enerjide dışa bağımlılığı azaltmanın’ bir yolu olduğu algısını yaratmaya çalışanlar, kullanılmayan kapasitenin kurulu güce oranının %21, kayıp-kaçak oranının %17, po­tansiyel enerji tasarruf oranının ise %30 olduğunu gizliyorlar” deniyor. Yukarıda belirtilen olumsuzlukları vurgulayan inisiyatif, “Mevzuatın uygulanması ve ÇED süreçlerine halkın gerçek anlamda katılması­nı, yerel dinamiklerin kendi yaşam alanları üzerinde söz sahibi olması­nı sağlayacak düzenleme ve uygu­lamalar, ilgili meslek odalarının ve bilim insanlarının katılımıyla yeni­den oluşturulmalıdır” önerisinde bulunuyor. Hareket RES’lerin yerel ölçekte olması, bölge insanlarının ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde ya­pılmasını öneriyor.
Avukat Altıparmak daha temel bir konuyu da gündeme taşıyor. Türkiye’nin son beş yıldır enerji üretiminde arz fazlası verdiğini be­lirten Altıparmak “TÜİK verilerine göre son 15 yılda, sanayi, tarım ve hayvancılık alanlarında tüketilen elektriğin oranı dramatik bir şekil­de düşerken, sadece ticaret skala­sında tüketilen elektrik, %9’lardan %19’lara ulaşmıştır. Ticaret skalası içinde süper AVM’lerin, mega to­wer’ların yer aldığını hatırlatırsak, üretilen enerjinin ne şekilde tüketil­diği daha bir netlik kazanmaktadır” diyor. Yapılan raporlarda kayıp/kaçak konusunda yeterli çalışmanın yapılmaması, kayıp yaşanan trafola­rın hangilerinin olduğu, neden iyi­leştirme yapılmadığı soru işaretleri­ni gündeme getiriyor.

Çözüm Hep Aynı: Uzlaşı
Peki çözüm için ne yapılması gere­kir? Öncelikle bütün tarafların iyi niyet dahilinde ve çözüm odaklı, süreci politize etmeden ilerlemesi­ne ihtiyaç var. Bu noktada özellikle üniversitelere, araştırma şirketleri­ne büyük iş düşüyor. Zira sahada yapılacak araştırmalar, konunun taraflarıyla gerçekleştirilecek görüş­melerle RES’lere yönelik objektif bir tahlil yapılmasına ihtiyaç var. Bu çalışmaların her türlü desteklenme­si ve atılacak adımların bu sonuçla­rın ardından tarafların katılımıyla değerlendirilmesi ve politika deği­şikliğine, mevzuat düzenlemesine gidilmesi gerekiyor. Zira karbon sa­lımı olmayan bir enerji türünü canlı sağlığına zararlı bir şekilde kullan­maktan başka çözümler mutlaka olmalı.

Vestas, Yerli Kanat Tedarikine Hazır
Dünyanın en büyük türbin üreticilerinden Vestas’ın Türkiye Genel Müdürü Olcayto Yiğit’e Türkiye rüzgar piyasasını sorduk.
Mevcut Türkiye pazarını, fırsat ve engelleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
2010 yılında revize edilen “Yenilenebilir Enerji Kaynaklarının Elektrik Enerjisi Üretimi Amaçlı Kullanımına İlişkin Kanunda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun” çerçevesinde yeniden düzenlenen yerli katkı ilavesi miktarları ve diğer yatırımı teşvik edici düzenlemeler sayesinde özellikle rüzgar enerjisi alanında önemli ilerlemeler kaydedildi.
2015 yılı sonu itibarıyla ülkemizde 4600 MW’tan fazla RES kurulu gücüne ulaşıldı ve son dört yılda yıllık yaklaşık %25’lik bir kurulu güç artışı gerçekleşti. Böylece Türkiye pazarı, 2015 sonu itibarıyla kurulu güç bakımından Avrupa’nın onuncu büyük pazarı haline gelirken, son bir yılda yapılan santral kurulumları dikkate alındığında Avrupa’da beşinciliğe, dünya sıralamasında onunculuğa yükseldi.
Yapılan teknik çalışmalar sonucunda Türkiye’nin teknik rüzgar enerji potansiyeli 48 GW olarak belirlendi ve 20 GW’lık bir kurulum hedefi de 2023 programına dahil edildi. Ancak, bu hedefe ulaşılması zor görünüyor. İhale sisteminin istenen sonucu vermemesi, uygulamada bürokrasi kaynaklı yaşanan sorunlar ve son dönemde yaşanan yönetmelik ve mevzuat değişiklikleri, sektörün önündeki önemli engelleri teşkil ediyor.
Yerli sanayinin gelişmesi konusunda hangi adımlar atılabilir, siz Vestas olarak ne gibi işbirlikleri geliştirmeyi planlıyorsunuz?
2010 yılında revize edilen “Yenilenebilir Enerji Kaynaklarının Elektrik Enerjisi Üretimi Amaçlı Kullanımına İlişkin Kanunda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun” çerçevesinde yeniden düzenlenen yerli katkı ilavesi miktarları ve diğer yatırımı teşvik edici düzenlemeler sayesinde ülkemizde üç kanat fabrikası ve beş tane de türbin kule fabrikası faaliyete geçti. Vestas, Eylül 2016 ayı itibarıyla yerli kanat tedariki sağlayarak yaklaşık 1000 kişilik bir istihdama imkan yaratacak. Ayrıca mevcut mevzuatın olduğu şekliyle korunması yerlileşme yatırımlarının devamını sağlayacak.
Yasal mevzuat konusunda rüzgar enerjisinin yaygınlaşması için ne gibi adımlar atılabilir?
2016 yılı içerisinde rüzgar enerjisini doğrudan ilgilendiren mevzuat değişiklikleri gerçekleşti veya gerçekleşme safhasında. Bu mevzuatların bazılarının sektör paydaşları ile paylaşılmadan ve etki analizi yapılmadan yayınlanmış olması sektörde bir öngörülebilirlik kaygısı yarattı. Yatırım ortamının iyileştirilmesi için öncelikle bu kaygının bertaraf edilmesi gerekiyor.

EkoIQ Editör