Evlilik Bahane, Sürdürülebilirlik Şahane

Kendilerini “Ayrı ayrı anılmayı artık yersiz bulan bir hamamın iki çıplağı, bir koltuğun iki karpuzu, bir sokağın iki delisiyiz” diye tanımlıyorlar. Eşofmanlarla oturdukları nikah masasında, imza atmakla kalmamış; bir çatı altında hayata geçirebilecekleri bir “sürdürülebilir evlilik” için de “evet” demişler. Şimdilerde ise “sezgisel ebeveynlik”i deneyimliyorlar. Onlar için sürdürülebilirlik; “evlilik”te değil “ev’lilik”te aslında…
Yazı: Fevziye SALAŞ
Fotoğraflar: Özgür GÜVENÇ

Her ne kadar bir gün gitmeyi düşünseler de onların yolu İstanbul’da kesişmiş, hikayeleri yine bu şehir­de başlamış. Eskişehirli olan Yasemin Aksoy artık kurumsal hayata geri dönmeyi düşünmeyen eski bir sağlık emekçisi -“sağlık satan” anlamına geldiği için “sağlıkçı” ifa­desinden hoşlanmıyor-, bir hemşire, konuşurken gözlerinin içi gülüyor şimdilerde “kahkaha terapistliği” yapıyor. Soner Aksoy ise aslen Adanalı ve İstanbul’da özel bir şirkette inşaat mühendisi olarak çalışıyor. Onlarla tanışmamıza sosyal payla­şım platformu Facebook’taki “Sürdürülebilir Evlilik” isimli sayfa vesile oldu. Yasemin ve Soner, kendilerini daha yakın­dan tanımak için organize ettiğimiz buluşmaya Luna ile bir­likte geldiler. Luna, haşin bakışlı küçük bir kız, kendisi bu “Sürdürülebilir Evlilik”in meyvesi… Henüz 4 aylık, o nedenle sohbetimize pek katılamadı, tabii bizim anlamadığımız ama illa ki bir manası olan “agu-gugu” seslerini dikkate almaz, emmek istediği zaman ağlamalarını saymazsak.
Onlar alışılagelmiş metropol insanından/ailesinden çok farklılar; fast-food’u yaşamlarından tamamen çıkartmışlar, dışarıda ye­mek yemiyorlar. Belki daha da şa­şırtıcı olanı televizyon izlemiyorlar, zaten evlerinde de televizyonları yok. Diş macunlarını, şampuanları­nı tamamen doğal ürünlerden ken­dileri yapıyorlar. Teraslarında sebze yetiştiriyor, arıcılıkla uğraşıyorlar. Olabilir mi? Dünyanın en büyük kentlerinden olan İstanbul’da böyle bir yaşam mümkün mü? Onlar ba­şarmışlar…
Yasemin ve Soner’in artık Luna’nın da dahil olduğu hikayesini, çimenlere oturarak, deniz havası eşliğinde Moda Sahil Parkı’nda ke­yifle dinledik…

Sizleri biraz daha yakından tanıya­bilir miyiz?
Yasemin: Eskişehirliyim. Daha çok hayvan hakları, çocuk hakları ve ka­dın hakları üzerine çeşitli sivil top­lum kuruluşlarında çalıştım. Profes­yonel anlamda, uzun yıllar kurumsal firmalarda yeni doğan yoğun bakım hemşireliği yaptım. Zorunlu olma­dıkça bir daha asla kurumsal hayata dönmeyi düşünmüyorum. Şu anda kahkaha terapistliği yapıyorum.
Soner: Ben Adanalıyım. Özel bir sektörde inşaat mühendisi olarak çalışıyorum. Geçmişimiz, hassasiyet­lerimiz Yasemin ile hemen hemen aynı; insan hakları, hayvan hakları… Hatta tanışmamıza da hayvanlar ve­sile oldu. 7 yıl öncesine dayanan bir ilişkimiz var.
Yasemin, bu kadar mutsuz insanın olduğu bir şehirde kahkaha tera­pistliği zor bir uğraş değil mi?
Gülmek en ucuz ve en etkili ilaç, hatta hiçbir bedeli yok. Şifanın kaynağı insan vücudunda, kahkaha atmak her şeye şifa. Bu bilimsel ola­rak kanıtlanan bir gerçek, bir yalan­cı tebessüm bile kasları çalıştırıyor ve bu gülme eyleminden insanın mutlu olduğu sonucunu çıkartan beyin mutluluk hormonu salgılıyor. İnsanlarla çalışmaya başlamadan önce zorlamak gerekiyor, ikna olup başarı da sağlayınca benim açımdan zorluk ortadan kalkmış oluyor. Ve bu süreci deneyimlemiş bir kişi gi­diyor, üç kişinin gelmesine neden oluyor.
Hani siz, “Ayrı ayrı anılmayı artık yersiz bulan bir hamamın iki çıp­lağı, bir koltuğun iki karpuzu, bir sokağın iki delisiyiz” diye tanımlı­yorsunuz ya kendinizi, bu nedenle sorularım her ikinize… Evlilik, si­zin yaşamınızda bireysel özgürlük­lere ne kadar saygılı? Sürdürülebi­lir olması ne anlama geliyor?
İkimiz de özgürlüğümüze düşkün insanlar olduğumuz için sorun ya­şamıyoruz. Hayattan keyif aldığımız şeyler, tutkularımız da ortaklaşınca daha keyifli süreçler yaşıyoruz. İki­miz de gezmeyi seviyoruz; motosik­lete binmek, kamp yapmak ikimize de keyif veriyor. Bizim yaşamımızın merkezinde sevgi var. İnsana, hay­vana, doğaya karşı sevgi… Sevgi olunca zaten saygı beraberinde ge­liyor, karşıdaki insana, o insanın özgürlüğüne saygı. Bu nedenle bu evlilik bizleri kısıtlamıyor. Sürdürü­lebilirlik boyutuna gelince… Bizim için sürdürülebilirlikte esas olan “sürdürülebilir ev’lilik”. Bunu başarmak için de temel kriterimiz imza atmış olmak değil, aynı çatının altını paylaşıyor olmak. Birlikte ya­şadığımız çatının altında, sevgi ve saygı çerçevesinde her şeyi sürdü­rülebilir hale getirmeye çalışıyoruz. Doğayı tüketirken insanların aynı zamanda mutlu olacaklarına inan­mıyoruz. Çocuklarla olduğumuz ka­dar hayvanlarla, ağaçlarla, bitkilerle de iç içeyiz.
Biz ayrıyken de hepsini çok sevi­yorduk, birlikteyken de seviyoruz. Birlikte bir yaşam kurunca bu çalış­maları aynı çatı altında yürütmeye başladık.

Proje ile neyi amaçladınız?
Bu projede baz aldığımız şey hayat­larımız. Fikir olarak 3 yıldır olsa da 1,5 yıl öncesinde hayata geçirdik. Proje olarak hayata geçmesinin nedeni de; biz yapıyoruz mutlu olu­yoruz, başka insanlar da yaparlarsa mutlu olurlar düşüncesi oldu. Haya­tımızda yaptığımız küçücük değişik­likler çok farklılık yaratabiliyor. Bu nedenle paylaşmak istedik. İnsan­lara fikir verdik, insanların verdiği fikirler bizim fikirlerimizi yükseltti. Her şey karşılıklı ilerliyor ve çok gü­zel gidiyor. Mesela, bitki bakımları deneyimlerimizi insanlarla paylaşı yoruz. Sonuçta bir gerçek var hepi­miz kırsala dönemeyeceğiz. Her ne kadar istesek de bunu yapamayaca­ğız, her şeyden önce dönecek yer kalmıyor artık. Ohalde mevcuttaki yaşamlarımızı o hale getirmeye ça­lışmalıyız diye düşünüyoruz.
Sürdürülebilirlik, en genel anla­mı ile kesintisizlik içeriyor. Ama siz projenizi bu argüman üzerine oturtmuyorsunuz…
Evet kesinlikle öyle. Bu nihayetinde duygusal bir birliktelik. Biz de bir­çok insan gibi evliliğimizi bitirme kararı alabiliriz ama şu ana kadar yaşadıklarımızın önemli olduğunu düşünüyoruz. Şu an bizim içimizde kötü bir duygu yok, bunu önemsi­yoruz. Kesintisizlikten daha ziyade, evlilik cüzdanından bağımsız “her şeyi ile birlikte sürdürülebilir bir yaşam” olmalı diyoruz.

Bu proje yaşamın rutini içerisinde, pratikte karşılığını nasıl buluyor? “Sürdürülebilir Evlilik” sadece bir Facebook sayfası oluşumundan mı ibaret?
En basitinden AVM’lere gitmiyoruz, ihtiyaçlarımızı daha çok yerel kay­naklardan sağlamayı, pazarlardan alışveriş yapmayı tercih ediyoruz. Et tüketimimizi %80 oranında azalttık. Paketli gıdadan uzak durmaya ça­lışıyoruz. Mesela bir dergi okuyor­sak bunun sürdürülebilir bir dergi olmasına özen gösteriyoruz. Ya da tamamıyla doğaya saygı duyduğu­nu kanıtlayabilen, açıklayabilen bir dergi olmasını dikkate alıyoruz.
Bir şeye ihtiyaç duyduğumuz za­man alışveriş yapmadan önce bunu farklı kaynaklardan edinebilir mi­yiz, bunun yollarını araştırıyoruz. freecycle’ye değer veriyoruz. Sosyal platformlarda bunu gündeme getiri­yor ve atıl olarak bir köşede duran bir şeyi kullanım döngüsü içine da­hil etmeyi tercih ediyoruz. Oeşya orada kullanılmıyor ve de mutsuz, ben kullanırsam daha mutlu olacak, benden sonra da bir başkası kulla­nacak; bu döngü de devam edecek.
Luna’nın aramıza katılması bu noktada önemli bir dönüm nokta­sı oldu. Çocuk eşyası alsanız bile kesinlikle eskitemediğiniz şeyler, çocuk bir yere kadar giyiyor ama çabuk büyüdüğü için eskitemiyor. Bize hiç tanımadığımız insanlardan, bebek eşyası geldi. Sonrasında biz de onları başkalarına aktardık.
Freecycle ve Armağan Ekonomi­si gibi oluşumları bu nedenle çok önemsiyoruz. Mesela ben de kah­kaha yogasını aynı şekilde armağan ekonomisi çerçevesinde yapıyorum. Birisi bana gelip; “Elimde üç kilo yoğurdum var ve kahkaha atmak istiyorum” diyebiliyor. Ben de ona o zaman; “Tamam, üç kilo yoğur­dunun bir kilosu sende kalsın, iki kilosunu bana ver, birlikte kahka­ha atalım” diyebiliyorum. Alışveriş noktasında buraya evrildik. Değişe­bilecek hayatın tamamıyla kendisi galiba, biz sadece dönüşüyoruz.
Tüketime dayalı bir ekonomi anla­yışının her geçen gün yaşamımıza biraz daha sirayet ettiğini görüyo­ruz. Bu koşullarda takas alışkanlı­ğını geliştirmenin ne kadar şansı olabilir? Daha ütopik bir şey sora­yım; parayı tamamen hayatımızdan çıkarabilir miyiz sizce?
Şu noktadan sonra para bitmez. Ama şöyle bakmak lazım iki kilo yo­ğurdu olmayan da parasını verebi­lir. Mesela kahkaha atacağız bugün, insanlar bana şunu söyleyebilir, sen gönül payını -biz buna arkadaşlar arasında gönül bedeli diyoruz- 50 lira olarak belirlemişsin bu etkinlik için ama benim 20 liram var, bunu armağan olarak kabul eder misin? Bunu söyledikten sonra o an sizin yapabileceğiniz bir durum varsa yapmamanız söz konusu bile olmaz. Yaşam bu kadar basit aslında.
Mesela evde reçel yapsak bunu in­sanlarla takas edebilir miyiz acaba, diye düşünüyoruz. Biz buna takas diyoruz; bir kavanoz reçel verip bir konserve almakla, bir reçel verip 10 lira almak arasında bizim açımızdan artık bir fark yok. Bunu kaldırabil­diğimiz kendi adımıza mutlu­yuz. Mümkün mü mümkün, neden mümkün olmasın; insan istedikten sonra her şey mümkün. Yeter ki çok sayıda insan istesin. Ne kadar çok insan bunu isterse, o kadar kolay olacak aslında.

Bir de kullandığımız kimyasallar var, siz bu duruma nasıl bir çözüm geliştirdiniz?
Mümkün olduğu kadar deterjan ve yüzey temizleyicilerimizi kendimiz yapmaya çalışıyoruz. Sirke, kar­bonat, arapsabunu ve limon bizim evimizin vazgeçilmezlerinden. Şam­puanımızı ve diş macunumuzu ken­dimiz yapıyoruz. Mesela çilek ve karbonat çok güzel bir diş temizle­yicisi. Hem ferah, hem çok güzel bir tadı var; bu mevsimin de meyvesi. Bunları kullanmak bile bize kendi­mizi iyi hissettiriyor.
Ama tamamen kurtulduk mu, ne yazık ki kurtulamadık. Ancak eli­mizden geleni de yapmaya çalışıyo­ruz. Mesela ev içindeyken Luna’nın yıkanabilir bezlerini kullanıyoruz. Ama dışarıya çıktığımızda onun konforu için hala hazır bez kullan­mak zorunda kalıyoruz. Ama daha yolumuz var, yavaş yavaş dönüşü­yoruz. Yaptığımız ve yapmadığımız, yapamadığımız şeylerin farkındayız.
Yoğurdumuzu kendimiz yapalım de­dik, bugün ısırgan otundan yoğurt mayası yapıp yoğurdumuzu onun­la mayalayacak noktaya geldik. Bu seneye kadar kantaron yağlarımızı yerel üreticilerden temin ediyorduk ama bu yıl kendimiz yapmaya başla­dık. Ve bu bize çok mutluluk verdi.
Ot topluyoruz, kendi topladığımız otu pişirip yiyoruz. İstanbul’da mümkün mü, mümkün. İnsan istedikten sonra bulabiliyor. Son olarak hayatımıza arıcılık girdi. Bu­nun araştırması bile iki yıl sürdü. Kovanlarımızı dahi kendimiz yaptık.
Onun dışında Kombucha çayı yapı­yoruz, mayalamayı öğrendik; maya­mızı paylaşıyoruz. Çayın içine koy­duğunuz zaman şekeri tamamen tüketirken antibiyotik salgılıyor. Kan basıncından bağırsak sistemine kadar müthiş faydaları var. Rusların ve Çinlilerin alternatif tıp için kul­landıkları bir çay.
Doğal beslenmenin sağlık açısın­dan faydalarını da görmüşsünüz­dür herhalde…
Biz bu yaşama başladıktan sonra grip de dahil olmak üzere hiç hasta­lanmadık. Bunda neyin faydası var neyin yok, çok net görebiliyoruz. Mesela Luna şu ana kadar doktor yüzü görmedi.
Doğum sonrasında aşı yapılması­na izin vermedik. Şu ana kadar da hiçbir aşı yaptırmadık. Hamilelikte vitamin takviyesi ya da şeker yükle­mesi gibi dışarıdan hiçbir müdahale istemedik. Doğana kadar cinsiyetini bilmiyorduk. Boyu kaç cm ya da ağırlığı ne kadar hala bilmiyoruz.
Aslında genel yaklaşımımız doğada yoksa bizde de yok, şeklinde oluyor. Bakıyoruz doğada hayvanlar yapı­yor mu; yapmıyor, o zaman biz de yapmıyoruz. Beslenme konusunda da, sağlık konusunda da bu böyle; baz aldığımız nokta doğa. Luna’nın sağlık düzenlemesi de öyle devam ediyor. Biz Osağlıklı mı, mutlu mu, ona bakıyoruz. Hastalıkların kol gezdiği hastaneye sağlıklı çocuğu götürmek çok saçma. Bizim kısta­sımız, sağlıklı olanı sağlıklı tutmak.
Evlerinde kedi, köpek, kuş ve balıkların olduğunu belirten Ya­semin ve Soner, yaşadıkları evin terasını da neredeyse bir çiftliğe dönüştürdüklerini söylüyorlar: “Te­rasımız resmen bir çiftlik oldu. Bir çiftlikle uğraşır gibi de zamanımızı alıyor. Hayvanlarla oynamak, bitki­lerle uğraşmak insanın bütün yor­gunluğunu alıyor.”
Sürdürülebilirlik yaşamın her alanın­da olsun istiyoruz; insanı, hayvanı, ağacı, ormanı ile; köyünde kentinde, kırsalında metropolünde… Dünya işte o zaman olması gerektiği gibi bir yer olacak. Yasemin ve Soner, bu mantıkla adına “Sürdürülebilir Evlilik” dedikleri bir projeyi hayata geçiriyorlar; deneyimlerini başkaları ile de paylaştıkları, aynı çatı altında sürdürülebilir bir yaşam inşası aslın­da onların ki…
Aslında tek olsa da çift olsa da her­kesin yapması gereken bu değil mi? Yaşamın merkezine insanı koyma­dan, insanı bu dünyanın sadece bir bileşeni görerek yaşamak…

Nasıl Bir Dünya…
Ben “Bu dünyaya çocuk getirilmez” diye düşünenlerdendim ve de umutsuzdum, ta ki Gezi olana kadar. Ne zaman ki Gezi oldu, ben o parkta Şirinler Köyü’nü buldum. Bir şeylerin olabileceğine inandım. “İnsanların bir yere gitmesine ya da bir şeyler yapmasına gerek yokmuş, insanlar olduğu yeri güzel bir yer haline getirebiliyormuş, bu ellerindeymiş” dedim… İnsan kendisinin olmasını istediği dünyayı yaratabiliyor. Oradan sonra aslında olduğum dünyanın en güzel dünya olduğuna inanmaya başladım.
Artık dünyayı başka bir dünyaya çevirme şansımız yok. Dünya bugün olduğu gibi, yarın da olması gerektiği gibi olacak. O yüzden herkes kendi inandığı dünyayı kendi içinde yaratmalı, başka bir şansımız yok. Dünya gerçekten güzel ve yaşanılası bir yer…

“Bunu İstiyor muyum?”
Soner: İnsanlar öncelikle kendilerini tanımalılar, bizim için sürdürülebilirlik noktasında önemli olan bu; önce kendi sevdikleri şeyi tespit edip onun üzerine bir hayat kurmaya başlamak… Hayatı böyle yaşamak gerektiğini düşünüyoruz. Biz spontane bir hayat yaşıyoruz. Aslında önemli olan yazılan rollerin dışına çıkabilmek; -meli, -malı’yı atıp “bunu istiyor muyum? – evet istiyorum; mutlu olacak mıyım? – evet olacağım” sorularına bu yanıtları veriyorsa, evet insan onu yapmalı.

Önerilen makaleler