Siz uluslararası bir markanın tedarikçileri için yürüttüğü sosyal uygunluk çalışmalarını yönetiyorsunuz. Tam olarak göreviniz nedir?
Görevim aslında “Tedarik Zinciri Yönetimi”nin bir parçası ve görünen o ki, günden güne önemi daha da artan bir parçası. Uluslararası markaların önemli bir çoğunluğu, neredeyse tüm dünyaya yayılan bir tedarik zincirine sahip. Örneğin tekstil sektöründe; üzerinize giydiğiniz montun kumaşı Türkiye’de, düğmeleri Hindistan’da, etiketi İtalya’da üretilmiş, montun kendisi ise Bosna-Hersek’te dikilmiş olabilir. Tabii ki uluslararası firmalar kalite, lojistik ve benzeri birçok konuda bu tedarikçileri kontrol ediyorlar. 15 yıl öncesinden başlayarak söz konusu kontrolün kapsamı yaygın tabiriyle “sosyal uygunluk” olarak ifade ettiğimiz bir seri konuyu da kapsayacak şekilde genişlemeye başladı.
Ne yazık ki “sosyal uygunluk” çalışmalarının öyküsünün olumsuz bir tarihçesi var. Zira konu ilk olarak 1996 yılında uluslararası bir spor giyim markasının Endonezya’da çocuk işçilerin çalıştığı bir fabrikada üretim yaptığı haberinin uluslararası medyaya yansımasıyla gündeme geldi. Bu tarihten itibaren başta Avrupa ve Amerika olmak üzere birçok ülkede tüketiciler, giydikleri kıyafetlerin “insanca çalışma koşullarında” üretildiğine emin olmak istediklerini haykırmaya başladılar. Kampanyaların yürütüldüğü ülkelerde söz konusu spor markasının satışları bir süreliğine büyük oranda düştü. Bunun üzerine markalar, tedarik zinciri yönetimine “sosyal unsurları”, diğer bir deyişle “insan” unsurunu katma gereğini fark etmeye başladılar. En basit tabirle, kendileri için çalışan işçilerin “hak”ları, tüketicilerin ise “vicdan”ları olduğunu fark ettiler diyebiliriz. Dolayısıyla insanlara karşı kaliteli ve şık ürünler üretmekten daha fazla sorumlulukları olduğunu.
Ben kendi bölgemde Esprit için üretim yapan işçilerin işverenleriyle yasalara uygun bir çalışma ilişkilerinin ve iş sözleşmelerinin olduğunu, 15 yaş altındaki çocukların bizim için üretim yapan fabrikalarda çalışmadığını ve okulda olduklarını, işçilerin en az asgari ücret kadar maaş aldığını ve sosyal sigorta, yıllık izin gibi özlük haklarına sahip olduklarını, fazla mesai ücretlerinin yasaların belirlediği şekilde ödendiğini, yasal çalışma süresi sınırlarına uygun olarak çalıştıklarını ve haftada en az bir gün dinlenme süresine sahip olduklarını güvence altına almakla sorumluyum. Esprit’in işyerinde ayrımcılık yasağı ve “her türlü kötü muamelenin önlenmesi” politikasının tüm tedarikçilerimizde de aynı şekilde uygulandığını garanti etmekle sorumluyum. Görev tanımım özetle, tüm bu Esprit Davranış Kuralları’nın Avrupa ve Ortadoğu Asya’da bulunan tüm tedarikçilerimizde uygulanmasını sağlamak.
Türkiye’de bu konuda öncelikli sorunlar neler?
Yukarıda belirttiğim tüm davranış kurallarının bütün tedarik zincirinde uygulandığını güvence altına alabilmek için öncelikle tüm tedarikçilerinizi biliyor olmanız gerekir. Ne yazık ki Türkiye’de temel sorun, onaylanmamış taşeron ve fason kullanımı. Türkiye’de fason kullanımı son derece yaygın. Markalar siparişlerini bazen fabrikalara, bazen de acentelere veriyorlar. Söz konusu siparişler ana fabrikadan ya da acenteden başka bir taşeron firmaya, oradan bir başkasına gidebiliyor kolaylıkla. Diğer yandan her ne kadar çabalasak da, firma ve fabrikalar çoğu zaman bunu ya takip edemiyorlar ya da takip edebilseler bile bize bildirmek istemiyorlar. Tabii ki bunun belli nedenleri var. Aracı firma ya çok yoğun bir sipariş döneminde olduğundan ya da maliyetleri düşürmek için siparişleri başka firmalara kaydırıyor. Söz konusu firma bazen yine aynı nedenlerle siparişi birkaç farklı tedarikçiye dağıtıp, kendisi yapmış gibi gösteriyor. Zincirin en sonunda yer alan tedarikçiler ise çoğunlukla “merdiven altı atölye” diye tabir ettiğimiz; işçilerin sigortasız çalıştığı, iş sağlığı güvenliği kurallarından habersiz, asgari ücretin altında maaş alan işçilerin (bazı durumlarda çocukların) çalıştırıldığı atölyeler. Şu anda Türkiye’deki en büyük çabamız, “habersiz taşeron / fason kullanımının önlenmesi” çabası. Biz her düzeydeki tedarikçilerimizde sorunlarla, diğer bir deyişle “davranış kurallarımız ya da yerel yasalar çerçevesindeki ihlallerle” karşılaşmaktan endişe duymuyoruz, zira karşılaştığımız takdirde bunları nasıl düzelteceğimizi biliyoruz. Bizim endişemiz, ihlalin olduğu yerden ve ihlalin ne olduğundan haberdar olmamak.
* Evre Kaynak, Esprit Kıdemli Sosyal Uygunluk Sorumlusu – Avrupa ve Ortadoğu Asya
Barış Doğru – EKOIQ Genel Yayın Yönetmeni