#ekoIQ | Sürdürülebilirlik Hakkında Her Şey

Evrimsel Psikolojiyi Yok Etmek mi Gerekiyor?

Evrimsel psikologların kanguru farelerini inceledikleri kadar insan toplumlarını incelemediklerini dile getiren McKinnon, kültürel antropolojinin, evrimsel psikolojideki her iddiayı çürütebilecek karşı bir örnek bulacak zenginlikte olduğunu savunuyor.

Ömer MIZRAK

İnsanın bir doğasının olup olmadığı ve varsa bu doğanın tarihsel-kültürel değişkenler karşısında ne derece baskın olduğu bir çözüme kavuşmamış, kadim tartışmalardan biridir. Yakın zamana göz attığımızda tartışmanın, biyolojinin öncülük ettiği evrimsel psikoloji, etoloji, sosyobiyoloji gibi temelde genler ve adaptasyonun baskın olduğunu savunan alanlar ile kültürel antropoloji, sosyoloji gibi kültürün genlere galip geldiğini savunan sosyal bilimler arasında cereyan ettiğini görüyoruz. Özellikle sosyal bilimlerin hali hazırdaki durumunun pozitivist paradigmayı (kesin, deneysel, evrensel) tatmin etmemesinden kaynaklanıyor olacak, doğa bilimcilerin kültürel olguları da açıklayabileceğini düşünmesi ve doğa biliminin yöntemleriyle “tin bilimlerini” ele almaya kalkışmaları, hem çokça ilgi topladı hem de epey eleştiri aldı. Tartışma epey geniş bir alana yayılmış olsa da, bu yazıda tartışmayı en popüler kutuplar üzerinden sürdürecek ve evrimsel psikolojiye yönelik kültürel antropoloji eleştirilerini Neo-Liberal Genetik kitabı üzerinden inceleyeceğim.

Son yıllarda gittikçe popüler bir alan haline gelen evrimsel psikoloji, özelde insan davranışları, buna bağlı olarak da kültür, töre, gelenek gibi insanın tüm sosyal yönlerini evrimsel mekanizmalar üzerinden açıklamaya çalışan bir disiplin. Evrimsel psikologlar kültürel çeşitliliği kabul etseler de, tüm çeşitliliğin doğal ya da seksüel seçilim sonucu var kaldığını; temelde aynı amaca hizmet eden genetik belirleyiciler göz önünde bulundurulduğunda bu çeşitliliğin basit süslerden ibaret olduğunu ve yaldızı kazıdığımızda her seferinde seçilim süresinde avantaj sağlayan genlerle karşılaşacağımızı varsayarlar. Dolayısıyla kültürel düşünceler, değerler ve inançlar gerçek “genetik” belirleyicilerin birer yan ürünüdür ve aslolan doğamızı oluşturan bu belirleyicileri saptamaktır.

Evrimsel psikolojinin varsayımları, Charles Darwin’in çalışmalarından köken alsa da akademik bir disiplin olarak evrimsel psikoloji, etolojiden (hayvan davranışları bilimi) türemiştir. Konrad Lorenz ve Karl von Frisch gibi biyologların hayvan davranışları gözlemlerinden hareketle vardıkları sonuçları insan davranışlarını açıklamak için de kullanmaları, zihnin işleme biçiminden toplumsal örüntülere kadar birçok fenomenin bu metotla incelenebileceğini düşündürmüştür. DNA’nın keşfedilmesinden sonra gözlemsel verilerin yanında genetik benzerlikleri de temel alan evrimsel psikoloji, günümüzde David M. Buss, Robert Winston ve Steven Pinker gibi bilimsel camiada saygın ve oldukça üretken birçok bilim insanı tarafından temsil ediliyor. Ancak tüm bu saygınlık ve popülaritesine rağmen Susan McKinnon’ın alana karşı güçlü eleştirileri var, şimdi onlara bakalım.

İlk eleştiri, evrimsel psikolojinin insan eylemlerini Hegel’in “aklın hilesi” deyişine benzer biçimde “doğanın hilesi” üzerinden değerlendirmesi ve davranışlarımıza yön veren zihnimizi, doğanın bir oyuncağına dönüştürmesine yöneliktir. McKinnon, evrimsel psikologların doğaya düşünme, hesaplama, amaçlama, problem çözme gibi birçok özellik atfettiğini ancak bunların hiçbirinde tekil bireylerin katkısına başvurmadıklarını dile getirir. Örneğin Robert Trivers’in “ebeveyn yatırımı” varsayımına göre bireyler, eş seçiminde farkında olmadan türün devamlılığı amacını güttükleri için kadınlar yavrularına bakabilecek güçlü, zengin ve yardımcı bir baba; erkekler ise sağlıklı çocuklar doğurup besleyebilecek fiziksel özelliklere sahip bir anne arayışındadır. Dolayısıyla tercih, bireyin değil doğanın tercihidir; bireyler genlerin kuklasıdır ve doğa, onlar yerine neyin doğru ve yanlış olduğuna ya da hangi ödüller için neleri riske edeceklerine karar verir. Yani -Karl Marx’ın Kapital’inden ödünç alacak olursak- doğa, ilkin iyi bir İngiliz gibi muhasebe kayıtları tutmaya başlar. Açıkça bir kişileştirme safsatası olan bu durum McKinnon’a göre bir yandan da bütün davranışların akılcı bir temeli olduğunu iddia ettiği için sorunludur.

Yaptığı başarılı çalışmalardan dolayı “Gri Kazların Babası” olarak isimlendirilen Konrad Lorenz

Evrimsel psikolojiye yönelik ikinci eleştiri metodoloji temellidir. McKinnon, her davranışı belirleyen belirli bir gen olmadığını, genlerle davranışlar arasındaki etkileşimin oldukça karmaşık süreçlerle ilerlediğini evrimsel psikologların da kabul ettiğini dile getirir. Ancak bu durumda evrimsel psikologların kanıt olarak öne sürdüğü veriler, biyoloji ya da genetik gibi doğrudan doğa bilimi çalışmalarına değil deneysel çalışma, anket, bireysel görüşme gibi daha ziyade sosyal bilimlerin kullandığı yöntemlerle ilerler. Elbette tek başına burada bir sorun yoktur. Fakat McKinnon, evrimsel psikoloji alanındaki araştırmalarda özellikle Avrupa ve Amerika’dan nispeten kolay ulaşılabilir genç lisans öğrencilerinin seçildiğini göstererek örneklemin araştırma evrenini yansıtmadığını ortaya koyar. McKinnon’a göre son tahlilde, evrimsel psikologların insan doğası diye tanıttığı şey, aslında 21. yy Batı dünyasında yaşayan bir grup insanın eğilimlerinden ibarettir. Dolayısıyla burada norm haline gelmiş bireycilik, ataerki, faydacılık gibi birçok eğilim ters bir mantıkla insan doğası biçiminde okunmakta ve diğer toplumları değerlendirirken bir referans haline gelmektedir.

Son eleştiri zemini ise evrimsel psikolojinin tekçi açıklama hattına karşılık doğanın ve kültürün çeşitliliğine yaslanarak gerçekleşir. Bu bağlamda evrimsel psikolojiye yönelik böylesi güçlü bir eleştirinin insan çeşitliliğine odaklanmış kültürel antropolojiden gelmesi tesadüf değildir. Evrimsel psikologların kanguru farelerini inceledikleri kadar insan toplumlarını incelemediklerini dile getiren McKinnon, kültürel antropolojinin, evrimsel psikolojideki her iddiayı çürütebilecek karşı bir örnek bulacak zenginlikte olduğunu savunuyor. Sözgelimi, babası olduğundan emin olmadığı bir çocuğu büyütmenin dezavantajından dolayı erkeklerin daha kıskanç ve sahiplenici olduğuna dair evrimsel psikoloji savı, kadınların çok eşli olduğu birçok kabile örnek gösterilerek çürütülebilir. Ayrıca bu sav, neden kıskançlığın norm olduğu toplumlarda kıskanç olmayan erkekler bulunduğunu veya tam tersi toplumlarda kıskanç erkeklere rastladığımızı da açıklamaz. Ancak görüleceği üzere bu iddia, ataerkil toplumların dayattığı ve onlarca kadının ölümüne sebep olan mülkiyetçi ve sahiplenici bir duyguyu oldukça makul göstermeye hizmet eder. İşte McKinnon’ın savaş açtığı şey de, bilinçli olsun olmasın, evrimsel psikolojinin mevcut kapitalist, ataerkil ve bireyci-bencil toplumu bir norm haline getirerek meşrulaştıran doğasıdır.

Hindu destanı Mahabharata’nın ana kadın kahramanı Draupadi ve onun eşleri olan Pandava kardeşler – Raja Ravi Varma (1910)

Şu durumda, tüm bu eleştiri hattına rağmen evrimsel psikolojinin neden giderek güçlenen bir biçimde varlığını sürdürdüğünü sorabiliriz. Muhtemel cevap, alanın McKinnon’ın eleştirdiği yönlerden ibaret olmamasıdır.  Gerçekten de hem evrimsel psikologların birçok alanda bariz bir yetkinliği ve başarısı vardır hem de evrimsel psikolojinin etolojiye dayanarak keşfettiği kimi benzerlikler ve bunun üzerinden geliştirdiği açıklamalar tatmin edici görünmektedir. Ayrıca bazı evrimsel psikologlar, eleştirilerin farkında olarak işe soyunmuşlardır. Sözgelimi Robert Winston, kitabına “insan davranışlarının oldukça kompleks olduğunu” ve onları “tek bir parametreye indirgeyerek açıklamanın” makul olmadığını kabul ederek başlar. Dolayısıyla McKinnon’ın argümanları ne kadar sağlam olsa da, yalnızca bunlardan hareketle evrimsel psikolojiyi tümden çöpe atmak toptancı bir yaklaşım olur.

Her bilimin başlangıç dönemi onun emekleme aşamasıdır ve bilimlerin bu toy çağlarında toplumsal artalandan veya kimi mistik ve metafizik eğilimlerden etkilenmesi de oldukça doğaldır. Bir zamanlar fizik, her şeyi belirli bir amaç ekseninde açıklamaya çalışırken biyoloji, mekanist bir zemine kayarak yok olmanın eşiğine gelmişti. Bu bağlamda McKinnon’ın eleştirilerini de yok edici bir darbe olarak ele almak yerine gelişmekte olan bir bilim alanına, başka bir bilim alanından yöneltilmiş düzeltici eleştiriler olarak değerlendirmek gerekir. Nihayetinde bilimsel bilgi, zıt alanlar arasındaki cereyanlarla büyüyen ve olgunlaştıkça stabilize olan izahlarla ilerlemektedir.

Ömer Mızrak