Evet, 21. yüzyılda nerede oturacağız? Daha da ötesinde bu evler, kentler, sokaklar bizi mutlu edecek mi? Huzursuzluğumuza huzursuzluk mu katacak; bize sağlık ve huzur mu verecek, hastalık ve kasvet mi? Dünyanın kaynaklarını yiyip yutan devanaları ve mirasyediler mi inşa edeceğiz, kendi kendine yeterli, enerji nötr yaşama ve çalışma alanları mı? Nihayetinde sürdürülebilir mi olacaklar, yoksa hem yapılırken, hem kullanılırken hem de miadını doldurduktan sonra saldıkları karbon emisyonlarıyla, iklim değişikliğinin önemli müsebbiplerini mi dikmiş olacağız hep beraber?
Bunlar bir takım teknik ve ideolojik sorgulamaların ötesinde gerçek sorular. Bu soruları gözden kaçıran her mimari ve kentsel yaklaşım, başta yola çıkılması gereken saikleri ıskalamış sayılır.
Ve bütün bu dosya boyunca bu varoluşsal soruların yanıtlarını bulmada, onbinlerce yıla dayanan geleneksel mimarinin, üretim ve yaşam pratiklerinin bir yardımı olup olmayacağıyla ilgilendik. Bu konuda çok farklı yanıtlara hazır olabilirsiniz. Her zaman olduğu gibi, çok boyutlu soruların, çok boyutlu yanıtları olur ve her yanıt, yeni sorular doğurur…
Berkan ÖZYER
Okuyacağınız, bir “Eski evler ne güzeldi, aslımızı unuttuk” yazısı değildir. Apartmanlardan çıkıp, kent merkezinde inşa edilen dar sokaklı iki katlı ahşap evlerde oturmak bu yazıda önerilmeyecek. Ortaya atılan soru bu görüşten çok uzakta yer alıyor. Burada, konut tarihi ve yerleşik hayat açısından binlerce yıllık geçmişe sahip bu topraklardaki geleneksel mimarinin, günümüz ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde nasıl uyarlanabileceği; uzun yüzyıllardır uygulanan teknikleriyle enerji tasarrufu algısı çerçevesinde bir sentez yaratılıp yaratılamayacağını ele almaya, görmeye çalışıyoruz.
Belki öncelikle, geleneksel mimarinin ne olduğu sorusuna cevap aramak gerekiyor. Geleneksel mimarinin araştırılması ve uygulanması konusunda bu toprakların kuşkusuz en önemli ismi Sedad Hakkı Eldem’di (öl. 1988). Mimar Eldem, araştırma, tasarım ve uygulamalarının yanı sıra bu konuda pek çok kitaba da imza atmıştı. Bu konuda bir diğer önemli isimse hiç kuşkusuz Cengiz Bektaş’tır. Türk Evi başlıklı kitabı (2013), bu konuda bir başucu eseri olarak değerlendirilebilir. Yapılan incelemelerin nihai sonucu, farklı iklimlere ev sahipliği yapan günümüz Türkiye coğrafyasında, bu farklı iklimlerin oluşturduğu farklı ihtiyaçlara göre yapı malzemeleri tercih edildiği şeklinde. Temel motivasyon, gereksinimleri yerel malzemelerle karşılamak olduğu için temelde toprak, ahşap ve taş kullanılır, mecburiyetten kaynaklanan yaklaşımlarla topografya çok doğru değerlendirilirdi. Yağış alan ve dolayısıyla ormanlık olan ya da ormana yakın bölgelerde öncelikle ahşap; yağış almayan bölgelerde varsa taş, yoksa toprak, yani kerpiç, yapı malzemesi olarak kullanılırdı. Bu evler yağış, sıcaklık ve rüzgâr gibi şartlara göre konumlanır, özellikle ısınma konusunda var olan imkanlar çerçevesinde azami verim hedeflenirdi. Örneğin ahşap evlerde ortak alan olarak kullanılan sofa bölgesi yazlık ve kışlık olarak farklı katlarda konumlanırdı. Binanın orta katında yer alan kışlık bölüm, kolay ısınması için yaklaşık iki metre yüksekliğinde ve alçak pencerelere sahipken, yazlık olan üst katta hava dolaşımı için pencereler daha büyük olurdu. Ahşap konutlarda bu mantık Makedonya’dan Safranbolu’ya kadar Osmanlı coğrafyasının pek çok yerinde uygulanırdı.
Ahşap Bir Gökdelen Ne Kadar Olası?
Dünya geneline olduğu gibi son yüzyılda hızlı şehirleşme ve artan ucuz konut ihtiyacı karşısında çimento ve çelik ana yapı malzemeleri oldu. Ancak bu malzemelerin ekoloji açısından önemli sorunları olduğu her geçen gün daha iyi anlaşılıyor. Bu malzemeler nakliye ve inşaat süreci için önemli miktarda enerji kullanımı gerektirirken, çeşitli gerekçelerle yıkıldıklarında geridönüşüm ve ayrıştırma için yine enerjiye ihtiyaç duyuyor ve karbon salımına neden oluyor.
Ancak yapı malzemelerine yönelik son yıllarda yapılan bilimsel araştırmalar, özellikle ahşap ve kerpiç kullanımını çığır atlatacak noktaya getirdi gibi gözüküyor. İç mekan ve ortamların insan sağlığına olan etkilerini inceleyen yapı biyolojisine yönelik çalışmalar da yine ahşap ve kerpice yönelik gereksinimi ka nıtlar nitelikte. İnovatif ahşap uygulamaları, düşünüldüğünde hayal edilemeyecek yükseklikte binalar inşa etmeyi mümkün hale getirdi. Örnek mi? Londra’da inşa edilen dokuz katlı ve 29,75 metre yüksekliğindeki Stadthaus adlı bina, dünyanın en yüksek ahşap binalarından biri olma özelliğini taşıyor. Yeni bir malzeme teknolojisiyle inşa edilen binada büyük ahşap paneller kullanıldı. Malzemelerin daha hafif olması nedeniyle çok daha az emek harcandı. Stadthaus’un ilk sekiz katlı yapısı dört kişilik bir ekip tarafından sadece 27 günde inşa edildi; bütün binaysa bir yıldan kısa sürede tamamlandı. Bu binanın daha yükseği ise Avustralya’da inşa edilen 11 katlı ahşap apartman. Daha aşırı örnekler de inşa edilmek için sıralarını bekliyor. Bunlardan biri olan, Norveç’teki 30 katlı ahşap gökdelen dünyanın en yüksek ahşap binası olmaya hazırlanıyor. Önümüzdeki yıl Viyana’da inşasına başlanacak HoHo adlı ahşap bina ise, 84 metre yüksekliğinde ve 24 katlı olacak. 60 milyon dolar maliyetli ve %76’sı tamamen ahşap olacak binanın eş büyüklükteki bir gökdelene kıyasla 2800 ton karbondioksit tasarrufu yapması bekleniyor. Bu miktar, 1300 yıl boyunca her gün 40 km araba kullanılması sonucu ortaya çıkan CO2 miktarına eşit.
Ahşap gökdelenlerin öncülerinden ve kendi ülkesinde 29,5 metrelik Ahşap İnovasyon ve Tasarım Merkezi’ni inşa eden Kanadalı mimar Michael Green, internetten Türkçe altyazıyla da izlenebilen TED konuşmasında konuya dair pek çok şüpheyi gideriyor. Green, “Bugün yarımız şehirlerde yaşıyor ve bu sayı önümüzdeki süreçte %75’e yükselecek. Şehirler ve yoğunluk, binalarımızın büyük olmaya devam edeceği anlamına geliyor ve bence şehirlerde ahşabın da oynayacağı bir rol bulunuyor. Çünkü bugün dünyada üç milyar insan önümüzdeki 20 yıl içinde yeni bir eve ihtiyaç duyacak. Şu anda şehirlerde yaşayan her üç insandan biri aslında bir gecekonduda yaşıyor. Bu, bir milyar insan anlamına gelir. Dünyada yüz milyon insan evsiz. İnşa etme konusunda mimarlar ve toplum için çözüm bekleyen sorun, bu insanları ev sahibi yapacak bir çözümün bulunmasıdır” sözleriyle yeni bir tekniğe ihtiyacı vurguluyor. ABD Tarım Bakanlığı’nın geçtiğimiz sene başlattığı ve 1 milyon dolar ödüllü “yüksek binalarda ahşap kullanımı” yarışmasını da bu bağlamda değerlendirmek gerekebilir.
Dahası “Ahşaptan başka, güneş tarafından yetiştirilen bir yapı malzemesi yok” diyen Green “Şehirler çelik ve beton malzemeden inşa ediliyor. Bunlar harika ama geçen yüzyılın malzemeleri. Aynı zamanda işlenmeleri sırasında oldukça yüksek enerji ve seragazı salımı ortaya çıkarıyorlar. İnsanoğlunun seragazı salımının %3’ünü çelik oluşturuyor ve betonun oranı %5’in üzerinde. Yani bugün seragazlarına katkımızın %8’i yalnızca bu iki malzemeden geliyor” vurgusunu yapıyor. Ahşap konusunda yangın ve çölleşme şeklinde iki temel kaygının oluştuğunu söyleyen Green, kütüğün çok geç ve önceden tahmin edilebilir bir hızda yandığını, bu binaların en az beton ve çelik kadar güvenli hale getirilebileceğinin altını çizerken, sürdürülebilir ormancılık teknikleriyle de ağaç ihtiyacının çölleşmeye neden olmadan karşılanabileceğini belirtiyor.
Kerpiç Kullanımı Artıyor
Ahşabın yanında kerpiç binalarda da dayanıklılık konusunda ilerlemeler sağlanıyor. Kerpiç, temelde doğal yöntemlerle güneşte kurutulan kil, toprak ve sudan elde edilir; üretim enerjisi de oldukça düşüktür. Ayrıca atık bırakmadan toprağa dönüştüğü için geridönüşüm açısından da benzersiz kabul edilir. Anadolu’da kerpiç kullanımının, Çatalhöyük’ten yakın geçmişe kadar binlerce yıl boyunca aynı yöntemle devam ettiğini biliyoruz. Günümüzde çimento, alçı, kireç ve saman gibi maddeler katılarak yapılan iyileştirmelerle malzemenin dayanıklılığını artırmak, su ve rutubete duyarlılığını azaltmak, toz ve kir üretmesini engellemek, kuruma sırasında çatlamaların önüne geçmek mümkün. Türkiye’de bu alanda çalışan MSGSÜ Mimarlık Fakültesi Yapı Fiziği ve Malzeme Bilim Dalı öğretim görevlisi Ümit Arpacıoğlu’na göre “Özellikle kaynaklardaki yetersizlik, kerpiç gibi az kaynak gerektiren, ulaşım ve üretim enerjisi düşük malzemelerin önemini artırıyor. Kerpiç malzemenin tekdüze olmaması, kolay işlenebilmesi özellikle iç mekanda estetik anlayışını destekliyor”. Arpacıoğlu dünyanın pek çok yerinde artan oranda kerpiç malzeme kullanıldığının da altını çiziyor.
Öte yandan iş malzemeyle sınırlı değil. Yapının iskeletinin geleneksel malzemelerle inşa edilmesinin ötesinde geleneksel mimariden faydalanılacak daha temel inşa yöntem ve anlayışları da bulunuyor. Somut bir örnek için AVCIARCHITECTS’in kurucusu Selçuk Avcı’nın tasarladığı Ankara’daki Türkiye Müteahitler Birliği (TMB) binası gösterilebilir. Projede, Harran evlerinde, kerpiç duvarın gece soğuyup gün içindeki sıcaklığın evin içine geçmesini engellemesine benzer bir biçimde TMB binasının altına da duvardan bir labirent inşa edilmiş; gece soğuk havayla soğutulan duvarlar, gündüz içeri verilen sıcak havayı soğutarak klima kullanım ihtiyacını minimuma indiriyor.
Şehirleşme ve İnşaat Trendi Değişiyor mu?
Fakat akla gelen ilk sorular: Bu yapı malzemeleri, günümüz kent hayatına, özellikle Türkiye’nin içinden geçtiği kentsel dönüşüm ve binaların yükselmesi sürecinde ne denli kullanışlı olabilir? Ve henüz yaygınlaşmayan ahşap gökdelenler, devasa bir büyüme yaşayan inşaat sektörünün ihtiyacını ne denli karşılayabilir? Bu malzemelerin günümüz çok katlı bina ihtiyacına yanıt verip veremeyeceği konusu, ilerleyen sayfalardaki röportajlarda özellikle tekrar tekrar soruldu. Ve verilen cevapların ortak noktası binaların çok katlı olup olmayacağının ötesinde çok daha temel bir noktaya işaret ediyor: Mevcut şehirleşme ve inşaat trendinin değişmesi. Kentsel dönüşümden önce kırsal kalkınmayla nüfus yoğunluğunun azalması, az alana çok katlı binanın yapılmasından vazgeçilmesi, arsa rantının belirli bölgelerde sıkışmasının engellenmesi, çekim alanlarının artırılması, öneriler arasında. Arsaların bu denli rant endeksli olduğu bir dönemde, mimar And Akman’ın dediği gibi “Nüfus yoğunluğuyla, kat yüksekliğiyle ilgili konuyu, İstanbul ölçeğinde çözmeye çalışmak; ölmekte olan bir hastaya aspirin vermeye çalışmak gibi. Halbuki çözülmesi gereken başka şeyler var. Şişli’nin göbeğinde bir bina kerpiçten yapılsa ne yazar, yapılmasa ne yazar.”
Bu konuda çok değişik çevrelerden de farklı sesler çıkıyor aslında. Mevcut kalkınma modeline gelen eleştirilerin önemli bir kısmının, inşaat, kentsel yerleşim ve rant üzerine yoğunlaşması da son derece normal. Bu konuda hemen bütün eleştirilerin odağında yer alan ve konut ihtiyacını karşılamak için en kısa sürede inşa edilmek üzere Türkiye’nin pek çok yerine çok benzer projeler uygulayan Toplu Konut İdaresi’nin (TOKİ) dahi, geleneksel mimariye dönük adımlar atmaya başladığı konuşuluyor. Geçtiğimiz sene TOKİ tarafından düzenlenen “7 İklim 7 Bölge Gelenekten Geleceğe Ulusal Mimari Proje Yarışması” ile “kent kimliğinin varlığının ve devamının bilincinde olarak günümüz koşullarına uygun yeni yapılaşmanın geleneksel mimariden ilham alarak oluşmasını teşvik etmek” amaçlanmıştı.
Ancak böylesi girişimlerin oluşturduğu temel tehlike, geleneksel mimariyi sadece dış cephe kaplamasıyla sınırlamak, neye tekabül ettiği dahi pek bilinmeyen “Selçuklu-Osmanlı mimarisiyle” yeterli görmek gibi görünüyor. Mimari açıdan Selçuk Avcı’nın sözleri bu bakımdan anlamlı: “Sentez üretmiş olmak uğruna üretmek yanlış. Sadece görselliğe kaçmanın önüne geçmek gerekiyor. Bizim yaklaşımımızda; geleneksel mimaride olan, işin mühendisliğine yön veren unsurları modern mimariye taşımak önemli. Ve o da görsellikten çok uzak bir şey. Daha çok binanın yapısal özellikleriyle alakalı.”
Evet, 21. yüzyılda nerede oturacağız? Daha da ötesinde bu evler, kentler, sokaklar bizi mutlu edecek mi? Huzursuzluğumuza huzursuzluk mu katacak; bize sağlık ve huzur mu verecek, hastalık ve kasvet mi? Dünyanın kaynaklarını yiyip yutan devanaları ve mirasyediler mi inşa edeceğiz, kendi kendine yeterli, enerji nötr yaşama ve çalışma alanları mı? Nihayetinde sürdürülebilir mi olacaklar, yoksa hem yapılırken, hem kullanılırken hem de miadını doldurduktan sonra saldıkları karbon emisyonlarıyla, iklim değişikliğinin önemli müsebbiplerini mi dikmiş olacağız hep beraber?
Bunlar bir takım teknik ve ideolojik sorgulamaların ötesinde gerçek sorular. Bu soruları gözden kaçıran her mimari ve kentsel yaklaşım, başta yola çıkılması gereken saikleri ıskalamış sayılır.
Ve bütün bu dosya boyunca bu varoluşsal soruların yanıtlarını bulmada, onbinlerce yıla dayanan geleneksel mimarinin, üretim ve yaşam pratiklerinin bir yardımı olup olmayacağıyla ilgilendik. Bu konuda çok farklı yanıtlara hazır olabilirsiniz. Her zaman olduğu gibi, çok boyutlu soruların, çok boyutlu yanıtları olur ve her yanıt, yeni sorular doğurur…
“Geleneğe Ancak Çağdaşlıkla Bağlanılabilir”
Yüksek Mimar Cengiz Bektaş, Anadolu ve Türk mimarisi konusunda kaleme aldığı onlarca kitapla bu konunun en önemli isimlerinden. Ağa Han olmak üzere pek çok mimarlık ödülünün de sahibi olan Bektaş, “Gelenek sözcüğü ‘gelmek’ sözcüğünden gelir. Geleneğe ancak çağdaşlıkla bağlanılabilir. Geleneğin ne olduğunu, çağdaş olmadan geleneğe bağlanılamayacağını bilmemiz gerekir” diyor.
Bir konutun inşa sürecinde yapı malzemesi dışında hangi konularda yerel unsurlar dikkate alınır veya alınırdı?
Her şeyden önce yönlendirme… Anadolu’da ev, gün doğuşuna bakar. Bunun, dünü bugünü yoktur. Çünkü güneş bugün de eskisi gibi doğudan doğar. Konut, apartmanda da olsa gökdelende de olsa, oturma (yaşama) odası gün doğuşuna bakmalıdır. Yatak odası doğuya, mutfak batıya bakmalıdır. Oysa bugünkü kitleler, binlerce yıllık bu kurallara uymamaktadır. Bu oylumların değinilen biçimde yönlendirilmediği konutlarda sağlıklı yaşam olmaz. Bunun böyle olmadığı uygulamalardan besbelli… İkinci önemli konu yalıtım… Yapıları 19 cm’lik tuğlayla yapmıyorlar mı? Bu, yalıtım için yeterli değildir. Örneğin İstanbul’un bulunduğu iklim kuşağında en azından 35 cm tuğla gerekir. Neden doğrusunun yapılmadığını siz benden iyi bilirsiniz. Satın alanlar da çözüm sandıkları “mantolama” yaptırıyorlar. Mantolama da doğru yapılmıyor. İnsanları termosun içinde yaşamaya zorunlu kılıyorlar. Mantolama doğru yapılmazsa içindeki insanı da çürütür. Bundan yüz yıl önce bile doğru yapılar yapılıyordu ülkemizde. Batılılar, bizim bağdadi dediğimiz yöntemimizi, alçıpan olarak çağdaşlaştırdılar. Çünkü hem tüm yapı daha yeğni oluyordu bağdadi yöntemiyle, hem de yalıtım çok iyi oluyordu. Ayrıca 15 cm duvar kalınlığıyla 40 cm’lik tuğla duvarın yalıtım değerine ulaşılabilir.
Eski mimarlığımızda konutlarla sosyo-kültürel merkezler arasında bir denge vardı. Sosyo- kültürel donanımsız konut bölgeleri yapılmazdı. Şimdi yapılanlar tüm kentin dengesini bozuyorlar.
Isı yalıtımı, güneş ışığı, yağmur suyu konularında Anadolu’daki geleneksel mimariden neler öğrenebiliriz? Farklı bölgelerden ne gibi örnekler verilebilir?
Bu konuları oldukça ayrıntılı olarak, “Doğaya Uyumlu Mimarlık” (Arkeoloji- Sanat Yayınları) adlı yapıtımda örnekleriyle işledim. Bu denli geniş, önemli konuyu birkaç satırla aktarmak olası değil. Ayrıca gereç (malzeme) tüm konunun ayrılmaz parçasıdır. Su da çok önemli konu… Bir damlasını boşa harcamak “günah”- tır, bizim inanışımıza göre… Hele yağmur suyundan yararlanmamak düşünülemez. Örneğin Antalya’da yağmur iniş borusunun bir metresinden sonrası Amerikan bezinden hortumdu. Yağmur suyu ile katlardaki depolar doldurulduktan sonra, hortum kuyuya sallandırılırdı. Bodrum’da, dama düşen yağmur suyu, duvardaki bir oluk ile sarnıca yönlendirilirdi.
Enerji verimliliği açısından, örneğin güneş gibi olanaklardan azami ölçüde nasıl faydalanılabilir?
Birinci yanıtımda sanırım bunun yanıtını da bulacaksınız. İzmir evlerini doğru dürüst inceleyenler, orada neden, nasıl, ısıtma düzeneği olmadan da yılda bir ay mangal yakarak kışın geçirilebildiğini öğrenirler. Evlerin cumbaları hem ısıtmayı sağlıyorlardı hem de yazın serinlemeyi. Ben onların yöntemini, çağdaş bir yapımda uyguladım (Bu örnek de sözünü ettiğim yapıtımda var).
Geleneksel evleri “doğanın kan dolaşımının içinde” sözleriyle nitelendiriyorsunuz. Yerel kültürün planlamaya etkisi nasıl gelişir?
Önce yerel kültürü tanımakla… Ne yazık ki bu kültürü genç kuşaklara aktaramıyoruz. Onlar eski yapılarımıza biçimsel açıdan bakıyorlar. Bir de coğrafyamızı iyi bilerek… Selçuklular özellikle Anadolu coğrafyasını iyi tanıdılar. Tasarlamalarını buna göre yaptılar. Bugün Selçuklu mimarlığı yapıyoruz diyenler, bir bakıma gülünç oluyorlar. Çünkü Selçuklu’yu, mimarlığını hiç tanımadıkları yaptıklarıyla belli oluyor.
Günümüzde geleneksel mimari uygulamalarında dış cephe yeterli gibi anlaşılıyor. Estetik anlamında bu standart oldu. Bu durum geleneğin sürekliliğini ne derece yansıtır? Sağlıklı bir süreklilik için atılması gereken adımlar nelerdir?
Özellikle bugün yaptıkları cephelerle bu konuda hiç bilgileri olmadığı kanıtlanıyor. Selçuklu’yu, Osmanlı’yı hiç anlamadan, biçimlerle böyle gülünçlüklere kalkışıyorlar. Anlayabilselerdi önce çağdaş olmaları gerektiğini bilirlerdi. “Gelenek” sözcüğü “gelmek” sözcüğünden gelir. Geleneğe ancak çağdaşlıkla bağlanılabilir. Bugüne dek gelebilen bir şey ancak gelenek olabilir.
Başbakanlık Toplu Konut İdaresi Başkanlığı (TOKİ), “7 İklim 7 Bölge” gibi projelerle son dönemde geleneksel mimariye atıfta bulunan projeler, yarışmalar üretiyor. Son on yıldaki TOKİ binalarını da göz önüne alarak bu yarışmaları nasıl değerlendiriyorsunuz?
İsterseniz TOKİ’den hiç söz etmeyelim. Kültürümüzü yaralayan uygulamaları, hepimizi yaralıyor. Hele Bursa’daki işlerini gördükten sonra…
Mimari süreçte gelenekseli çağdaşla birleştirmek için somut olarak bugün göz önünde bulundurulması gereken faktörler nedir?
Her şeyden önce “yaşama kültürümüz” üzerine düşünmek gerekir. Geleneğin ne olduğunu, çağdaş olmadan geleneğe bağlanılamayacağını bilmemiz gerekir.
Yerelden esinlenip günümüz algısında geleceğe kalacak bir bina inşa edilebilir mi?
Elbette! Ancak işinin ustası doğru yolda esinlenmeyi bilebilir. Bu işler ön tanımla olmaz…
Geleneksel mimarinin günümüze uyarlanması konusunda en temel sorun, kentlerdeki nüfus yoğunluğu olarak gösterilir. Buna katılır mısınız? Geçmişteki müstakil ev mantığını, geleneksel algıları günümüz apartman-kent hayatına nasıl uyarlayabiliriz? Bu mümkün müdür?
Gelenekselin günümüze uyarlanması (?) biçimsel yönden olursa, buna temeli anlayamamak denilir ancak. Önceki yanıtlarımda buna az da olsa değinmiş oldum. Kentlerimizdeki yığılım, Türkiye ölçeğinde tasarlama ile sağlanacak, yurt yüzeyinde eşit kalkınma olmadığındandır. Bu tür soruların ilk yanıtı eşit ekonomik kalkınmadır. Apartman, hele konut gökdeleni, yanlış, insanlık dışı bir uygulamadır.
“Oluşturulacak Sentez Görsellikten Çok Mühendislikle İlgili’
Ankara’da Harran evlerinden ilham alınarak bodrumunda hava tünelleriyle inşa edilen TMB binasının mimarı AVCIARCHITECTS’in kurucusu Selçuk Avcı, geleneksel mimariyle günümüzde oluşturulacak sentezin, binaların dış görüşünü ve görselliğinden ziyade yapısal özelliklerle ilgili olacağının altını çiziyor.
Gelenekselle modern arasında yapı malzemeleri açısından bir sentez üretmek mümkün müdür sizce?
Sentez üretmiş olmak uğruna üretmek yanlış. Görselliğe kaçıp, eskiyi unutmamış olalım diyen çok var. Onun önüne geçmek gerekiyor. Biz geleneksel mimaride olan ve işin mühendisliğine yön veren unsurları modern mimariye taşımaya önem veriyoruz. Ve o da görsellikten çok uzakta ve daha çok binanın yapısal özellikleriyle ilgili. Mesela Harran evlerinden hareketle bir örnek verelim. Şanlıurfa’daki Harran evlerinin belli bir formu var, kütle üzerine kubbe var. Bu binalar yüzyıllarca evvel oranın iklimine göre üretilmiş bir şekil. İklimi de kurak, gündüzleri çok sıcak olabilen, geceleri soğuyan bir iklim. Binanın yapısal formu, duvarların kalınlıkları, kubbenin yapısının kalınlığı öyle uygulanmış ki, hava şartlarını kullanıp binanın içinde doğal soğutma-ısıtma üretmek mümkün olmuş. Bunu da şöyle yapıyor, bir kütle ısıyı aldığı zaman içinde uzun bir dönem barındırıyor, yoğunluğuna bağlı olarak ısınma süresi değişiyor. Harran evleri de bunun üstüne kurgulanmış. Daha yakın yerlerde mesela İzmir ya da Akdeniz bölgelerinde geleneksel formlar kalın duvarlar ve küçük pencereler üstüne kurgulanır. Neden? Çok fazla güneş içeriye alınırsa o yapı ısınır ve geceleyin de o sıcaklığı yayar. Dolayısıyla pencereleri daha küçük tutup, camı da içeri takıp güneşin etkisini minimize etmek gerekir, gündüzleri de panjurlar kapanır. Yüzyıllar boyunca insanlar ısının nasıl işlediğini hazmederek bu bina formlarını oluşturmuş. Ama o formları direkt olarak tekrar etmek zorunda değiliz, tekrar etmek zorunda olduğumuz şeyler onun teknik tarafı. Bunu da bizim Ankara’da tasarladığımız Türkiye Müteahhitler Birliği (TMB) binası yansıtıyor. Bu binada Harran evlerindeki oluşumu bir labirent oluşturarak yaptık. Harran evindeki ısıyı tutan ağır kütleyi, metrekare kazanmak için Ankara’daki binanın bodrumuna koyduk ve bir labirent kurguladık. O labirentin yoğunluğu da ağır kütlenin orantısına karar veriyor. Yani ne kadar çok duvar koyarsan kütle o kadar artıyor ve o kadar çok ısı ya da soğukluk barındırabiliyorsunuz. Dolayısıyla gece soğukluğunun havasını labirentten geçirip labirentin taşlarını kasten soğutuyoruz. Gündüz de havanın sıcaklığı yükseldiği zaman sıcak havayı doğal olarak soğutulmuş labirentten geçiriyoruz, o labirentin soğuk taşları içeri giren sıcak havayı soğutuyor. Yani form olarak hiçbir alakası yok ama gelenekselle moderni sentezleyen bir tasarım bu.
Peki, geleneksel mimarinin günümüzde kullanılabilecek başka özellikleri var mı sizce?
Geleneksel yapısal teknolojileri büyük ölçekli binalarda kullanmak zor. Fakat onun iklimle ilişkisini modern malzemeler kullanarak kurgulamak kolay. Dolayısıyla o formu geleneksel mimariye veren malzemeleri tekrarlamadığımız için formlar farklı olmak zorunda. Ege ve Akdeniz’de pencerelerin boyutlarından bahsettik. İstanbul, Bağcılar’da Şölen Çikolata için bir bina yapıyoruz. Cama ısının dokunmasını azaltmak, klima ihtiyacının artmasını engellemek istiyoruz. Dolayısıyla binanın cephelerine gölgelendirme elemanları koyuyoruz, cephesine ikinci bir cidar koyup güneşi kontrol ediyoruz. Binanın enerji yükünü azaltmak için üstüne düşen ısıtma-soğutma yükünü minimize etmek gerekiyor. Soğutma yükünü azaltmak için güneşi minimize etmek, makinelerden, insanlardan gelen ısı gibi içeriden alınan kazanımları çabuk tahliye etmek gerekiyor. Kışın da tam aksi…
Geleneksel mimarinin bu konuda söyleyecek bir şeyi var mı?
Bir defa ısı kaynakları değişti, kömür, odun gibi şeyler kullanılıyordu, binanın sıkı fıkı giydirilmesi müsait değildi, binanın ısı geçirgenliğini önleyici yöntemler çok azdı. O yüzden duvarlar yapısal ihtiyaçtan dolayı, diğer taraftan da izolasyonu maksimize etmek için kalındı. Dolayısıyla bu konuda modern teknolojilerle yapabileceğimiz şeylerle, geleneksel mimari arasında çok farklar var. Elimizde olan materyal çok farklı. Enerji verimliliğini günümüzde daha ekstrem bir noktaya götürebiliyoruz. Bu, geleneksel formların modern mimariye tercüme edilememesinin nedenlerinden bir başkası.
Kanadalı mimar Michael Green, ahşap gökdelen projeleri tasarlayıp uyguluyor. Ahşabın bu tarz kullanımına dair ne düşünüyorsunuz?
Ahşabın sürdürülebilirlik açısından özellikleri betonla, çelikle kıyaslarsan çok daha olumlu. Öncelikle geri dönüşebilen bir malzeme. Çünkü yeniden ekip büyütebiliyorsun, sürdürülebilir ormanlar yapıp ahşabı üretebiliyorsun. Karbon salımı hemen hemen hiç yok. 10 katlı bir binayı ahşapla yapabilmek çok iyi bir fikir. Ancak ne yazık ki Türkiye’de bunu yapabilecek mimar ve mühendisler yok, çünkü araştırma kaynakları verilmiyor, işverenler desteklemiyor. Beton olmayan çok katlı binadan tedirgin oluyorlar. Az katlı binada bile alıcılar, binanın yapısı beton değilse tedirgin oluyorlar. Ama bilim sayesinde bu tedirginliğin gereksiz olduğunu ispatlayabilirsiniz. Türkiye’de mühendisler istisnalar dışında araştırma yapmaya fırsat bulamıyorlar. Ne işverenler buna izin veriyor, ne onlara yeterli ücret veriliyor, ne de üniversitelerde böyle bir atılım var, çünkü piyasada öyle bir talep yok. Dolayısıyla Türkiye’de böyle bir ilerleme yok. Ama Norveç’te, ABD’de, İngiltere’de Almanya’da, buna daha müsait bir durum var. Onun için bu gibi yöntemleri Türkiye’de önermek çok zor. Dolayısıyla aslında bu malzemelerin kent hayatına uygun olduğu söylenebilir…
Tabii ki, ama çok bilinçli yapılması gerekiyor. Mimardan ziyade mühendisin neyi nasıl kullanacağını bilmesi gerekiyor. Mesela ahşap yanar, yangına dayanıklılığı daha az diye ahşaptan kaçınılır. Ama ahşap çelikten daha tutarlı bir malzeme. Çelik ısındığı zaman bükülmeye başlıyor. Dünya Ticaret Merkezi’ni ve 11 Eylül’ü hatırlayın. Orada olan olay da o. Bina çelikten yapılıyor ve aşırı ısıdan dolayı kırılıyor. Ama ahşabı doğru boyutlandırırsak bunun önüne geçilebilir. Ahşaba bir yanma payı verilince insanların kaçışı için daha fazla vakit tanıyor. Çelikten daha uzun sürebilir. Çeliği iyice kaplamanız lazım ya betonla, ya da yangın önleyici malzemelerle. Ahşapta aşırı kalın yaparak kendi dayanıklılığını güvenli kaçış için kurgulayabiliyorsunuz.
Ama bu da alan verimliliğinde sorunlar yaratıyor.
Tabii, boyutlar büyüyor. Ama emsalin zorunlu olmadığı belirli yerlerde mümkün. Avrupa ülkelerinde, Avusturya’da, eski Yugoslavya coğrafyasında ahşap malzemeler bugün çok yoğun olarak kullanılıyor. Deprem bölgelerinde bilhassa çok kullanılır, çünkü esnek bir malzeme, depremde hareket edebilen bir yapı olduğu için, sallantıda esniyor ve duruyor. Ama betonun ayakta durabilmesi, kırılmaması için aşırı boyutlanması lazım. Dolayısıyla burada çok büyük strüktürler ortaya çıkıyor. Ama piyasanın bir tutuculuğu var. Bilgisizlikten dolayı insanlar itimat edemiyorlar. Bir de daireler arası sesten korkuyorlar. Yine detaylarla onlar da önlenebilir.
Günümüzde mimarların yerel ve geleneksel mimariyi uygulamak için bir topografya araştırma süreci oluyor mu?
Çok katı bir şey söyleyeceğim: Türkiye’de mimarların %95’i bunu yapmıyor, çünkü eğitim seviyemiz düşük. Hem onları motive eden konular farklı, hem de kendi bilgi oranları farklı olduğu için bu araştırmayı yapacak mimar çok az. Yurtdışında bu oranın tam tersi geçerli…
Ama eğitim seviyesi yüksek mimarlarda bile yerel araştırma yapmadan, gidip görmeden proje üretme durumu var.
Öyle bir şey var. İşverenler ücret rekabeti üretiyor ama maalesef mimarlar da biraz hatalı davranarak bunu kabul edip, ücretleri çok düşük seviyeye çekiyor. Dolayısıyla harcayacakları zaman minimize oluyor. Mimarın sattığı şey taş kapı pencere değil, fikir. O fikir sürecini ne kadar minimize edersek kendimize ve aslında müşteriye o kadar kötülük yapıyoruz. Bir işi almak için, rekabet için olmayacak fiyatlar veriyor mimarlar. Kendi mesleğimizin niteliğini düşürüyoruz. Mimarlar araştırmayınca meslek gelişmiyor. İngiltere’yle karşılaştıralım. Orada bir ücret hesabı yapıldığı zaman maliyet, giderler ve kârın yanına araştırma payı koyuluyor. Mimarın kitap okuyup araştırma yapabilmesi, seminerlere gitmesi için. Böyle bir kısır döngü var Türkiye’de. Düşünmeye vaktimiz yok. Yerel mimarlar yaratıcı olamıyor, deniyor. Çünkü kendilerini eğitemiyorlar, çünkü zamana sahip değiller. Kısır döngüden çıkmanın eğitimden başka yolu yok.