Bugünlerde hangi kapıyı açsam, aynı kişiyle karşılaşıyorum gibi geliyor bana. Bunun, seçtiğim kapılarla bir ilgisi olabilir ama hayatın önümüze çıkardığı kapılar da, sadece tesadüflerden ibaret olamaz. İnsanların sezgilerinin önemli olduğunu düşünüyorum; burada, Max Planck İnsan Gelişimi Enstitüsü yöneticisi olan Dr. Gerd Gigerenzer’in benzersiz çalışması “Sezgilerin Gücü” kitabını anmamak haksızlık olur. Sürdürülebilirlik odaklı bir yayın hazırladığımız için, insanoğlu ve kızının doğa üzerindeki etkilerini izlemek gibi bir misyonumuz var ama bu düşünsel çabanın sonucunda ortaya dökülenler bir hayli ilginç. Doğa ve insan ilişkisinde, teorik düzeyde çok farklı ideolojilerin ve bakış açılarının ortak noktasının, insanı merkeze koyan tutum ve alışkanlıkları olduğunu biliyoruz. Bu durum, kimi zaman insanı, “eşref-i mahlukat” yani “yaratıkların şerefli olanı” kabul eden ifadede kendisini buluyor. Daha açık bir ifadeyle, hayvanlar ve bitkiler, cansız kabul ettiğimiz toprak, su ve atmosfer, yani tüm bir doğa, canlıların en şereflisi insana hizmet etmek için yaratılmış kabul ediliyor çoğu zaman kolektif bilinçaltında. Bunun doğal sonucu da, insanlık tarihi boyunca doğaya çektirdiklerimizin bilançosundan başka bir şey değil…
Ama benim bugünlerde açtığım kapılardan karşıma çıktığını söylediklerim bunlar değil. İşin garip tarafı tam tersine bir olgu her kapının arkasından sırıtıp duruyor bana: Buralarda insan yok. Dergiyi hazırlarken, bir gazete haberi okurken, dostlarımızla hasbihal ederken, hangi konu açılırsa açılsın, ben orada eşref-i mahlukatı değil, bir boşluğu görüyorum. Sağlıktan konuşuyoruz ama ortada insan yok. Hasta denilen genelleştirilmiş bir kavram çerçevesinde, onun ruhsal ve bedensel biricikliğini, iradesini ve zayıflıklarını, yaşama arzusunu ve ölüm korkusunu hiçe sayan bir sağlık sistemi. Evet, kocaman bir sistem ama o sistemin kuruluş nedeni olan “özne” hiçe sayılıyor. Toplu ulaşımdan konuşuyoruz ama derginin bu sayısındaki yazısında Sibel Bülay’ın da vurguladığı gibi ortada, “yolcu” yok. Kimdir, ihtiyaçları nedir, nereden gelir, nereye gider? Bülay, saatlerce süren bir ulaşım toplantısında, hiç “yolcu” lafı etmeden sürüp giden tartışmaları şaşkınlıkla izlediğini anlatıyor. Aynı şey şehirleşme tartışmaları için de geçerli. Büyük bir kentsel dönüşüm sürecinin eşiğindeyiz ama ortalarda “kent sakinleri” görünmüyor. Belirsiz bir “müşteri”, “bölgede oturanlar/oturacaklar” başlığı altında geçiştirilen insanları görmeyen bir yaklaşım, ne kadar yaşanır alanlar yaratabilir? Arabaları sonsuz bir hızla hareket ettirmeye, “yaya” başlığı altındaki gerçek insanları ise, altgeçitlerde üstgeçitlerde, dar kaldırımlarda ve sokak aralarında görünmez kılmaya çalışan bu sistemi, sanki insanlar değil de, makinelerin ele geçirdiği bir yapay zekâ kuruyor, yönetiyor. Sonuçta, insanların kurduğu sistemler, insanı yok sayıyor. Öznelerin yok sayıldığı sistemler. Siyaset felsefesinde kimi zaman, öznesiz yapılar denen şeye gelip gelip tosluyoruz. Bu kadar çok insan merkezli olduğunu düşündüğümüz ideolojilerin, düşünsel sistemlerin, siyasi yapıların, en son bağlamda insanı bu kadar dışlayan süreçler inşa etmesi, insanı ister istemez şaşırtıyor. Eşref-i mahlukat, bunun neresinde? Ama en baştan beri söylediğim, o açıp açıp şaşırdığım kapılar meselesi var ya! İşte o kapılarda karşıma çıkanların aslında, geçmişin hayaletleriyle boğuşan geleceğin ta kendisi olduğunu fark ediyorum birden. Anlatmaya çalıştığım tüm sorunlar, aslında bugünün değil, uzun bir tarihsel geçmişin sonuçları; bugün yeni olansa, bu öznesiz yapıların içinde hareket etmeye başlayan yeni özneler ve onların yeni bakış açıları. Yani, hasta merkezli sağlık sistemleri, yaya ve insan merkezli kentleşme, yolcu merkezli ulaşım planları ve diğerleri… Bastırılan, yok sayılan, unutulan geri dönüyor ve inanın insan kendisini yeniden kurmaya çalışıyor. Kendi kurduğu sistemlerin nesnesi, kölesi haline gelen insanlığın bu yeni bilincinin, farklı bir varoluş yaratma şansı da var. Kendisini kuran, kendisini bilir; kendisini bilense, “diğerlerinin”, yani farklı toplumsal, etnik ve dini kesimlerin de birer özne olarak var olduğunu bilincinde ve yüreğinde duyacaktır. Yeni insanın, bu “ötekilerin” içinde yalnız insanların değil, taşıyla toprağıyla, kurduyla, kuşuyla, börtü böceğiyle tüm bir doğanın olduğunu da fark etmemesi sanırım artık mümkün değil…
Barış Doğru
Genel Yayın Yönetmeni
EKOIQ Dergisi Mayıs 2013 Sayı: 29