İklim değişikliğiyle mücadelede önemli bir odak olan 350.org organizasyonunun kurucularından, yazar, araştırmacı ve aktivist Bill McKibben de, Müşterekler tartışması ve hareketinin, gezegenin sorunları için önemli olanaklar taşıdığını düşünenlerden. McKibben, Garrett Hardin ünlü makalesi “The Tragedy of the Commons”a (Müştereklerin Trajedisi) karşı, Müştereklerin Mucizesini muştuluyor… Bill MCKIBBEN’ın kaleminden bu yazıyı Başak GÜNDÜZ’ün çevirisi ile yayınlıyoruz.
1970’teki ilk Dünya Günü’nden iki yıl önce, Garrett Hardin, ünlü makalesi “The Tragedy of the Commons” (Müştereklerin Trajedisi) yazısını kaleme aldı. Makale, dönemin kasvetli ve ümitsiz havasına uyuyordu. Paul Ehrlich, çoğalan insan nüfusunun istila ettiği bir dünyayla ilgili olarak Malthus hesaplaması “The Population Bomb” (Nüfus Bombası) kitabını daha yeni yayınlamıştı. Bu kasvet ortamının içinde, Hardin’in teorisi yeni bir kötü haber olarak geldi ve doğal kaynaklara karşı iştahımız üzerinde de hiçbir kontrol umudumuz olmadığını “kanıtladı”. Okyanuslar veya atmosfer kimsenin malı olmadığı için kaçınılmaz olarak tüketene kadar avlanacak ve onları kirletecektik. Hardin birkaç öneri sunuyordu ama başlık her şeyi özetliyordu: Yeniden yazılamayacak bir trajediye şahit oluyorduk.
Garip bir şekilde, on yıl sonra Hardin’in argümanı Reagan döneminin coşkulu özelleştirme ruhuna da kolaylıkla uyuyordu. Gökyüzü veya denizler kimsenin malı değil mi? Öyleyse onları satalım! Balıkçılıktan çocuk parklarına kadar, onları yönetmenin tek yolunun bu olduğu teorisiyle her şey hızla özelleştiriliyordu. Sorun toplumdu; çözüm ise bireydi.
Hardin’in argümanına uymayan tek şey gerçeklerdi, en azından hepsi uymuyordu. Çok uzun zamandır toplumlar, özel mülkiyet olmaksızın her türlü kaynağı korumayı başarmıştı. Amerika’da ve İngiltere’de birkaç yüzyıldır devam eden özel mülke çevirme ve özelleştirme uygulaması, bunu hatırlamayı zorlaştırabilir. Ancak dünyanın dört bir yanında pek çok yeşil alan, orman ve akarsu, derin bir adetler ve kollektif akıl geleneği kullanılarak, çok uzun süreler boyunca toplumlar tarafından kontrol edildi. Birleşik Devletler’de bile klasik örneklere sahibiz; Batı Amerika’nın belki de tek sürdürülebilir su sistemi olan New Mexico’daki sulama kanalı sistemleri veya aşırı avlanmanın yasalardan ziyade eski geleneklerle engellendiği Maine’deki ıstakoz balıkçılığı bunlardan bazıları. Radyo Dalgaları, Gökyüzü ve Parklar “The Tragedy of the Commons” yazısından bu yana geçen yıllarda, manzaraya şöyle bir göz gezdirmek bile Hardin’in kasvetli yorumunun binlerce defa aksinin ispatlandığını ortaya koyacaktır. Örneğin, bu yazıyı okuyan insanların pek çoğunun bu sabah yerel kamu radyo istasyonunu açtığına eminim. Kamu radyoları şöyle çalışır: Hiçbir reklam olmadan ürününüzü bedava verin ve bunu karşılayabilmek için yılda iki defa insanlara bağış yapması için dil dökün. Bunu bir bankaya iş planınız olarak sunsanız size daha kapıda kahkahayla gülerler ama kamu radyoları yıllardır yayın endüstrisinde en hızlı büyüyen sektördür. Artık, düşük güç FM (editörün notu: Low-power FM, ticari olmayan eğitim amaçlı radyo istasyonlarına verilen isimdir) ve topluluk radyolarına sahibiz; internetteki ücretsiz içeriklerden hiç bahsetmiyorum bile…
Hayatımın büyük bir bölümünü yazar olarak geçirdim ve işimin en güzel yanlarından biri de ürettiğim her şeyin sonunda bir kütüphaneye, yani birşeyleri kolaylıkla paylaşabileceğimiz fikrine dayanan bir kuruma gidiyor olması. Başka sayısız örnek var ve hayatımızın genelde en çokönemsediğimiz yönlerini oluşturuyorlar.
Bunları bilanço tablolarında göremezsiniz, çünkü kâr üretmiyorlar ama tatmin yaratıyorlar. Paylaştığımız bu şeylere Müşterekler adı veriliyor ve basitçe, “bunlar hepimize ait” anlamına geliyor. Müşterekler, tatlı su, vahşi doğa ve ses dalgaları gibi doğanın hediyeleri veya internet, parklar, sanatsal gelenekler ve kamu sağlığı hizmetleri gibi sosyal yaratımlar da olabilir. Ama bugün ortak zenginliğimizin büyük bir bölümü, onu yok etmek veya bencil, özel amaçları için kendine mal etmek isteyenlerin tehdidi altında. En önemli müşterekler belki de artık en fazla kuşatma altında olanlar ve bu durum önümüze şöyle bir soru getiriyor: En derin sorunlarımızı çözmek için birlik içinde çalışacak mıyız, yoksa felakete boyun mu eğeceğiz? Atmosferimiz çok uzun zamandır fiili olarak özelleştirildi: Kömür, petrol ve gaz sektörlerinin gökyüzüne sahip olmasına ve onu işlerinin kaçınılmaz yan ürünü olan karbonla doldurmasına izin verdik. Birkaç yüzyıl boyunca bu durum zararsız gibi görünüyordu ve CO2 çok fazla sorun yaratmıyor gibiydi. Ama 20 yıl önce küresel ısınmanın etkilerini anlamaya başladık ve artık her ay önemli bilimsel yayınlarda hasarın ne kadar büyük olduğuna dair yeni kanıtlar ortaya koyuluyor: Kutuplar eriyor, Avustralya yanıyor, okyanusun pH değeri hızla düşüyor. Yaklaşan felaketleri bir şekilde engellemek istiyorsak, atmosfere ilişkin bu müşterekleri geri kazanmamız lazım. İçinde yaşadığımız gezegenin tek önemli özelliğine, yaşamlarımızı mümkün kılan ince atmosfer katmanına, işbirliği içinde sahip olup korumanın bir yolunu bulmamız gerekiyor. Bu büyük ödülü Exxon Mobil ve diğer şirketlerin elinden almak, günümüzün en büyük politik meselelerinden biri ve bununla ilgili çok yaratıcı çözümler ortaya koyuluyor. Aralarında en dikkat çekenlerden biri de müşterekler kuramcısı Peter Barnes ve diğerleri tarafından ortaya koyulan, gökyüzüne ortak şekilde sahip olunması ve onun depolama alanını fosil yakıt endüstrisine kiralayarak elde edilen kazancın paylaşılması fikridir. Bunun işe yaraması için elbette bu depolama alanını hızla ve çok büyük ölçüde küçültmemiz gerekiyor. Barnes’in üst sınır ve kâr payı planı, ekonomik ve politik açıdan uygulönemsediğimiz yönlerini oluşturuyorlar. Bunları bilanço tablolarında göremezsiniz, çünkü kâr üretmiyorlar ama tatmin yaratıyorlar. Paylaştığımız bu şeylere Müşterekler adı veriliyor ve basitçe, “bunlar hepimize ait” anlamına geliyor. Müşterekler, tatlı su, vahşi doğa ve ses dalgaları gibi doğanın hediyeleri veya internet, parklar, sanatsal gelenekler ve kamu sağlığı hizmetleri gibi sosyal yaratımlar da olabilir. Ama bugün ortak zenginliğimizin büyük bir bölümü, onu yok etmek veya bencil, özel amaçları için kendine mal etmek isteyenlerin tehdidi altında. En önemli müşterekler belki de artık en fazla kuşatma altında olanlar ve bu durum önümüze şöyle bir soru getiriyor: En derin sorunlarımızı çözmek için birlik içinde çalışacak mıyız, yoksa felakete boyun mu eğeceğiz? Atmosferimiz çok uzun zamandır fiili olarak özelleştirildi: Kömür, petrol ve gaz sektörlerinin gökyüzüne sahip olmasına ve onu işlerinin kaçınılmaz yan ürünü olan karbonla doldurmasına izin verdik. Birkaç yüzyıl boyunca bu durum zararsız gibi görünüyordu ve CO2 çok fazla sorun yaratmıyor gibiydi. Ama 20 yıl önce küresel ısınmanın etkilerini anlamaya başladık ve artık her ay önemli bilimsel yayınlarda hasarın ne kadar büyük olduğuna dair yeni kanıtlar ortaya koyuluyor: Kutuplar eriyor, Avustralya yanıyor, okyanusun pH değeri hızla düşüyor. Yaklaşan felaketleri bir şekilde engellemek istiyorsak, atmosfere ilişkin bu müşterekleri geri kazanmamız lazım. İçinde yaşadığımız gezegenin tek önemli özelliğine, yaşamlarımızı mümkün kılan ince atmosfer katmanına, işbirliği içinde sahip olup korumanın bir yolunu bulmamız gerekiyor. Bu büyük ödülü Exxon Mobil ve diğer şirketlerin elinden almak, günümüzün en büyük politik meselelerinden biri ve bununla ilgili çok yaratıcı çözümler ortaya koyuluyor. Aralarında en dikkat çekenlerden biri de müşterekler kuramcısı Peter Barnes ve diğerleri tarafından ortaya koyulan, gökyüzüne ortak şekilde sahip olunması ve onun depolama alanını fosil yakıt endüstrisine kiralayarak elde edilen kazancın paylaşılması fikridir. Bunun işe yaraması için elbette bu depolama alanını hızla ve çok büyük ölçüde küçültmemiz gerekiyor. Barnes’in üst sınır ve kâr payı planı, ekonomik ve politik açıdan uygulabilir yollardan birini sunuyor. Ancak bunun ve diğer gerekli projelerin başarılı olması için, önce içinde yaşadığımız entelektüel büyüyü bozmamız gerekiyor. Son birkaç on yıla, tüm ekonomik kaynakların özelleştirilmesinin sınırsız zenginlikler üreteceği fikri hakim oldu. Bu bir anlamda doğruydu, ama bu zenginlikler sadece birkaç kişiye gidiyordu. Süreç içinde ise Kutup bölgesi eridi ve tüm dünyada eşitsizlik büyük ölçüde arttı. Jay Walljasper, “All That We Share: A Field Guide to the Commons” (Paylaştığımız Her Şey: Müşterekler için Bir Saha Rehberi) kitabıyla büyük bir hizmette bulunuyor. Yüze ayıltıcı bir tokat veya büyüyü bozan bir öpücük, benzetmeyi siz seçin. Her iki durumda da kitabı okuduktan sonra, ideologların ve ekonomi profesörlerinin tatlı rüyalarındaki dünyanın değil, gerçek dünyanın çok daha bilincinde olacaksınız. Müşterekler, bugün üzerimize yığılan sorunlarla baş etmek istiyorsak geri kazanmamız gereken, insanlık hikayesinin önemli bir parçasıdır. Bu, hem aydınlatıcı hem cesaretlendirici ve de hepimizin kesinlikle duyması gereken bir hikâyedir…