#ekoIQ | Sürdürülebilirlik Hakkında Her Şey

“Gelişmiş Ülkeler ‘Borç’ Kelimesinin Telaffuz Edilmesini Bile İstemiyorlar”

2018/19 Mercator-İPM Araştırmacısı Cem İskender Aydın, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin kabulünden bu yana müzakerelerin en çok tıkandığı noktaların yoksul ve zengin ülke ayrımı konuşulduğunda yaşandığını, COP24’te de iklim finansmanı, kayıp ve zararların tazmini ve emisyon azaltımındaki yük dağılımı konularında yeterli ilerlemenin sağlanamadığını söylüyor.

COP24’ü iklim adaleti üzerinden değerlendirir misiniz? Önümüzde nasıl bir süreç var?

Atmosferde şu anda dünyamızın ol­ması gerekenden daha fazla ısınma­sına yol açan seragazı emisyonlarının asıl kaynağının, “küresel kuzey” ya da kabaca “Batı ülkeleri” olarak tanımla­dığımız sanayi toplumuna geçişlerini erken tamamlayan, gelişmiş, zengin ülkeler olduğunu biliyoruz. Hatta bu durum BMİDÇS’de (Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi) “Ortak Fakat Farklılaş­tırılmış Sorumluluklar” (Common But Differentiated Responsibilities) ilkesi ile de iklim rejiminde kayıt al­tına alınıyor. Bu konuda gelişmekte olan ülkeler bir “iklim borcu”ndan bahsederken, gelişmiş ülkeler özel­likle “borç” kelimesinin telaffuz edil­mesini bile istemiyorlar ve diplomatik metinlere bu mesele en fazla “tarihsel sorumluluk” terimi ile giriyor.

BMİDÇS’nin kabulünden bu yana müzakerelerin en çok tıkandığı nok­talar da işte bu yoksul ve zengin ülke ayrımı konuşulduğunda yaşanıyor. Sonuç olarak ülkeler arasındaki bu adaletsizliği çözmek, yani iklim ada­letini tesis etmek için çözümler ko­nuşulmak istendiğinde müzakereler kızışıyor. Bu iklim adaletsizliğini çöz­mek için de en azından şu üç konuda kapsamlı çözümlere ihtiyaç var:

1- İklim finansmanı: Gelişmiş ülke­ler yoksul ülkelere (iklim borcunun karşılığında) hibe ve/veya düşük fa­izli kredi yoluyla finansman sağlama­lı. Böylece yoksul ülkeler emisyon azaltımı ve iklim değişikliğine uyum konularında çeşitli projeler geliştire­bilecekler.

2- Kayıp ve zararların tazmini: Özellikle kırılgan konumlarda ve coğrafyalarda bulunan ülkelerin (başta Pasifik ve Karayipler’de bulunan ada ülkeleri olmak üzere, okyanus ve de­niz kıyısında bulunan yoksul ülkeler) iklim değişikliği nedeniyle meydana gelen felaketler sonucu (aşırı kuraklık, fırtına, kasırga sel vb.) oluşan zararları­nın gelişmiş ülkelerce tazmin edilmesi gerekiyor. Zira iklim değişikliğinin so­rumlusu gelişmiş ülkeler.

3- Emisyon azaltımındaki yük dağılımı: Karbonsuz veya düşük kar­bonlu bir gelecek için hangi ülkenin ne kadar emisyon azaltımı yapacağı da tartışmalı meseleler içinde. Geliş­miş ülkelerin daha fazla emisyon azal­tımı yapması ve daha erken karbon­suzlaşması, gelişmekte olan ülkelerin de gelişebilmek için nispeten daha yavaş bir karbonsuzlaşma patikasın­dan gitmeleri söz konusu.

Peki bu üç konuda COP24’te neler konuşuldu?

İlk olarak iklim finansmanı konu­sunda rezalet denebilecek bir ka­rar ortaya çıktı. Kabul edilen Kural Kitabı’na göre gelişmiş ülkeler artık düşük faizli olmayan, ticari sayılabi­lecek kredilerini bile, iklim değişikliği ile ilgili bir konuda (örneğin tarımsal sulama, rüzgar santralı vb.) olduğu sürece sağladıkları iklim finansma­nı kapsamında raporlayabilecekler. İklim borcunun ödenmesi bir yana, bu şekilde bir finansman ile yoksul ülkeler gelişmiş ülkelere daha fazla borçlu hale bile gelebilir.

Kayıp ve zararlar konusu ise mü­zakerelerin en yavaş ilerleyen ko­nularından oldu hep. COP24’te de bu konuda kayda değer bir ilerleme sağlanamadı ve kayıp ve zararlar meselesi hâlâ Paris Anlaşması kapsa­mında tartışılmıyor. Çıkan Kurallar Kitabı’nda da yer almadı haliyle. Çı­kan COP kararı içinde bu meseleye değiniliyor olsa bile, meselenin ciddi­yeti düşünüldüğünde bu ilerleme pek de yeterli değil.

Son olarak, emisyon azaltımı konu­sunda sağlanan ilerleme yine olduk­ça yetersiz kaldı. Ülkelerin küresel değerlendirmeye (global stocktake) ne zaman başlayacağı, daha önceden sundukları katkı niyetlerini ne zaman ve hangi aralıklarla güncelleyecekle­ri, bunları nasıl raporlayacakları gibi konularda yine olması gerekenden oldukça yavaş bir ilerleme sağlandı. BM Çevre Programı’nın Emisyon Açığı Raporu ve IPCC’nin 1,5 dere­ce özel raporunda belirtilen “Hemen yarın harekete geçmeliyiz” mesaj­ları ülkeler tarafından pek de ciddi­ye alınmadı maalesef. IPCC raporu karar metnine “Ülkeleri ulusal katkı niyetlerini hazırlarken bu raporu dik­kate almaya davet ediyoruz” şeklinde girdi. Benzer şekilde emisyon azaltı­mı konusunda ülkeleri daha hırslı ve istekli olmaya teşvik etmek için geçen sene boyunca uygulanan Talanoa Di­yalogu konusunda da ülkelere yine bu diyalogda konuşulanları dikkate alma çağrısı yapıldı.

İklim adaletini sadece bu üç konuya indirgemek tabii ki doğru değil. Enerji adaleti, toplumsal cinsi­yet, gıda egemenliği gibi başka çok önemli meseleler de mevcut. Fakat bu meseleler de ne yazık ki henüz ik­lim müzakerelerinin gündemine çok da güçlü girebilmiş değil. Bu durum bile müzakerelerin iklim adaletini te­sis etmekte ne kadar etkisiz kaldığını gözler önüne seriyor.

Peki önümüzdeki dönemde iklim adaleti konusunda müzakereleri ne­ler bekliyor? Gelecek sene özellikle emisyon azaltımı konusuna odaklana­cağı mesajı hem COP başkanlığı hem de değişik ülkeler tarafından dile geti­rildi. Bu kapsamda Eylül 2019’da BM Genel Sekreteri Antonio Guterres’in çağrısı ile ülke liderlerinin katılacağı bir zirve düzenlenecek. Bu zirvenin asıl amacı ise ülkelerin şimdiye kadar sundukları taahhütleri daha iddialı hale getirmelerini sağlamak. Şili’de düzenlenecek COP25’in ise “İddia” (Ambition) COP’u olacağı konuşul­makta. Ama finansman konusunda veya kayıp ve zararlar meselesinde bizleri şimdiye kadar konuşulanlar­dan farklı olarak neler bekliyor, bek­leyip hep beraber göreceğiz.

Türkiye EK1 konusunda uyguladığı politikaların yerine nasıl bir yol izle­yebilirdi?

Geçtiğimiz yıl Bonn’da Türkiye’nin iklim finansmanına erişimi ile ilgi­li çıkan olumsuz karar sonrasında, ülkemiz biraz da radikal bir ham­le ile COP24 öncesinde BMİDÇS Sekretaryası’na resmi bir yazı ile EK1’den (yani gelişmiş ülkeler lis­tesinden) çıkmak istediğini bildirdi. 1992’de imzalanmış ve artık kuralları ve çerçevesi oturmuş, ülkelerde be­nimsenmiş sözleşmenin ana mesele­leri ile ilgili bir değişiklik yapmak ne yazık ki göründüğü kadar kolay değil. Nitekim Türkiye’nin bu isteği COP gündemine bile giremedi ve geçen senelerde olduğu gibi gayri resmi ka­nallardan, Fransa’nın kolaylaştırıcılığı ile yürüdü. Ve ne yazık ki sonuç alı­namadı.

Belli ki Türkiye’nin sadece “özel ko­şullar” politikası gütmesi artık COP taraf ülkeleri (ve hatta gözlemci sivil toplum, akademi ve iş dünyası tem­silcileri) tarafından pek de hoş kar­şılanmıyor. Özellikle de Türkiye’nin sunmuş olduğu ulusal katkı niyetinin iklim değişikliğini engellemekteki ye­tersizliği göz önünde bulundurulun­ca, iddialı bir iklim eylemi olmadan iklim finansmanına erişim istiyor ol­ması, bazı meşru taleplerinin bile göz ardı edilmesine yol açıyor. Bu nokta­da yapılması gereken ilk işlerden biri daha iddialı bir iklim eylemi planının oluşturulması, müzakerelerde (otu­rumların başlamalarını engellemek yerine) daha yapıcı katkılar sunması, High Ambition Coalition (Yüksek İd­dia Koalisyonu) gibi ülke gruplarına katılması ve kötü imajını bir an önce düzeltmesi gerekiyor. Bunun için de, Paris Anlaşması’nı onaylamak ve planlanan onlarca yeni kömürlü ter­mik santral projesini iptal etmek ile işe başlayabilir.

EkoIQ Editör