İsveç KTH (Kraliyet Teknoloji Enstitüsü) Çevresel Beşeri Bilimler Laboratuvarı’ndan araştırmacı Dr. Ethemcan Turhan, göçün bir kriz olarak değil de bir imkan olarak ele alınması gerektiğini belirtiyor ve ekliyor: “İnsanlık tarihini şekillendiren göç olgusu iklim krizine vereceğimiz yanıtlarla birleşirse yeni bir sosyoekonomik ve siyasi paradigmaya kapı açabilir.”
YAZI: Bulut BAGATIR
İçerisinde bulunduğumuz koşulları ve iklim değişikliğini 21. yüzyılda göç kavramını yeniden düşünmek ve yeniden tanımlamak için bir fırsat olarak değerlendirebileceğimiz tartışılıyor. Nasıl bir fırsattan bahsediyoruz?
Göç son 10 yılda, özellikle Suriye krizinin başlamasından sonra yeniden dünyanın gündemine ana politika başlıklarından biri olarak geldi ama göç dediğimiz şey aslında ne yeni ne de insanlığa yabancı bir olgu. Şöyle diyelim: İnsanlık tarihi aslında insan hareketliliği ve göçleriyle oluşmuş bir tarih. Bu anlamda da mevcut koşullar altında, özellikle Sanayi Devrimi’nden bu yana dünyadaki eşitsiz gelişmenin sonucu olarak oluşan bu insan kaynaklı iklim krizi gibi çevresel faktörler, göç ile etkileştiği zaman bir çeşit korku iklimi yaratabiliyor. Ben bu korku iklimine karşı aslında göçün istisna değil de norm olarak ele alındığı durumda iklim değişikliği, genel kalkınma ve insan güvenliği politikası içerisinde bir fırsat olabileceğini düşünüyorum.
Bu şu anlama geliyor: İklim değişikliği ile birlikte oluşması muhtemel göçlerin ve iklim değişikliğinden etkilenen ve halihazırda gerçekleşmekte olan göçlerin yeni bir perspektif ve vizyonla ele alınması gerekiyor. Bu vizyonun da özellikle kırılganlıkların, etkilenebilirliklerin, eşitsiz coğrafi ve tarihsel gelişmenin sonuçları olarak 500 yıl sürmüş sömürgecilik ve zaman-mekan sıkışması yaratan küresel kapitalizm gibi pek çok farklı tarihsel gelişmenin kesişiminde düşünülmesi gerektiğine inanıyorum. Bunları aşabilmek için de iklim değişikliği ile insan hareketliliği birlikte düşünülmeli ki yeni bir paradigmaya doğru ilerleyebilelim. Bu paradigmada benim yakın zamanda ilgi alanım olan şehirler ve kentsel iklim adaleti de önemli rol oynuyor. Şehirler üzerinden acaba iklim ve göç adaletini düşünebilir miyiz sorusu üzerine eğiliyorum.
Genel anlamda iklim adaleti üzerinden iklim göçlerini nasıl değerlendirebiliriz?
İklim değişikliği ve göç, iklim değişikliği ve mültecilik, iklim değişikliği ve insan hareketliliğini konuştuğumuz zaman özellikle makro politika alanın da şöyle bir doğrusal düşünce tarzı var: İklim değişikliğinin kötü etkileri olacak. Bu etkilerden dolayı yaşamları etkilenen insanlar kaçınılmaz olarak harekete geçecekler. Uydurulmuş çeşitli rakamlar var. 1990’ların başında 500 milyon çevre/iklim göçmeni gibi rakamlar vardı. Buna maksimalist yaklaşım deniyor. Biraz korku da verecek şekilde yayılan argümanlar bunlar. Buradan meseleye bakarsak şunu görüyoruz: Akademik literatürde iklim değişikliği ve göç ilişkisiyle ilgili “sokak lambası etkisi” denen bir mesele var. Sokak lambası etkisi şu anlama geliyor: Sokakta bir gün yürürken anahtarınızı yere düşürürseniz ve daha sonra bir noktada düşürdüğünüzü fark ederseniz, ilk bakacağınız yer karanlık bir sokakta sokak lambasının altıdır. Ama belki de anahtarınızı çok daha geride başka bir noktada düşürdünüz. Işık orada olduğu için önce ışığın olduğu yerde anahtarı aramaya başlarsınız. İklim değişikliği ve göç ilişkisi de benzer bir mesele. Özellikle akademik literatürde iklim ve göç ilişkisine bakan çalışmaları incelediğinizde dünyanın belli başlı bölgelerine odaklanıldığını görüyorsunuz. O belli başlı bölgeler; Sahraaltı Afrika, Bengal Körfezi ve çevresi, Latin Amerika’nın belli başlı kısımları ve özellikle son Suriye iç savaşıyla birlikte Ortadoğu’nun bir kısmı. Buralara odaklanmamızın bir sebebi var. Yakın zamanlarda Nature Climate Change’de yayınlanan bir çalışma sokak lambası etkisi meselesini sorunsallaştırıyor ve diyor ki, “İklim değişikliği, çatışma ve göç ilişkisini iklim değişikliğinden en çok etkilenen yerler üzerinden ele almalıyız, sadece tarihsel olarak sokak lambasının altında kalmış yerler üzerinden değil”.
Adalet meselesi burada ortaya çıkıyor. Bu çalışmada ortaya konan şey iklim değişikliği, çatışma ve göç ilişkisinin en fazla çalışıldığı yerlerin eski İngiliz kolonileri olduğu. Akademik literatürde de bir tarafgirlik var. Belli başlı coğrafi bölgeler daha fazla çalışılıyor. O yüzden buralarda sanki gerçekten çok çok büyük bir mesele var gibi oluyor. Bunlar iklim göçlerine yol açacak bir korku nesnesi gibi ele alınıyor. Halbuki biz iklim değişikliği ve göç meselesini uzaklarda değil, daha yakınlarda ararsak ben adalet mefhumunun daha da görülebilir olacağını düşünüyorum. İklim değişikliği hakkında konuşmaya başlandığında, özellikle makro politika alanında politikacılar büyük laflar etmeyi çok seviyorlar, bazı büyük akademisyenler de politikacılara yaranmak için bu lafları etmeyi çok seviyor. “İklim değişikliği olacak ve milyonlarca insan yerinden olacak” demek yerine halihazırda gerçekleşmekte olan göçler, iklim değişikliği ile nasıl etkileşiyorlar, özellikle göçmenler vardıkları yerlerde ve yolları üzerinde ne gibi sosyal, ekonomik, iklimsel zorluklarla karşılaşıyorlar, ne gibi uyum faaliyetleri gösteriyorlar gibi sorulara odaklanırsak aslında iklim adaleti kavramını daha iyi ele alabiliriz diye düşünüyorum. “Gitmesek de görmesek de o köy bizim köyümüzdür” demek yerine yakınımızda halihazırda olan biten hikayelere odaklanırsak adalet mefhumu daha net ortaya çıkabilir diye düşünüyorum.
Şehirler konusuna gelince, tarihte genellikle şehirlerin, ulus devletlerin oluşması gibi olgular hep bir statik duruş, yani yerleşme ile ilgili. Özellikle son zamanlardaki göç ve sınır çalışmaları ve sadece sosyal bilimlerde değil, felsefe gibi beşeri bilimlerdeki çalışmalar bize şunu gösteriyor ki bu aynı zamanda sosyal olarak inşa ettiğimiz bir gerçeklik. Eğer biz insan hareketliliğini kurucu koşul olarak ele alırsak, sınırların ve ulus devlet gibi yapıların küresel iklim krizi altındaki anlamsızlığı daha net ortaya çıkar. Ben şehirleri önemsiyorum, çünkü insanların doğal olarak bir araya gelip yoğun bir coğrafi alanda birbirileriyle etkileşmelerine imkan tanıyan yapılar bunlar. Hem uzamsal olarak dinamik somut fiziksel yapılar, hem de insan iradesine açık biçimde sürekli dönüşüm halinde olan sosyal yapılar. Mevcut küresel iktisadi siyasi düzende, iklim rejimi içerisinde ve göç çalışmalarında şöyle bir dönüşümü gözlemleyebiliriz: İklim krizine yanıt üretmek ve mevcut göçlere yanıt vermek konusundaki sorumluluğun ulus devletlerden, daha makro ulus aşırı yapılardan şehirler düzeyine ilerlediğini görüyoruz. Bunu, Paris Anlaşması altındaki devlet dışı aktörlerin rollerinin gitgide artması ve şehirler ölçeğinde iklim eyleminin önceliklendirilmesi olarak örneklendirebiliriz. Keza BM’deki küresel göç paktının (Global Compact for Migration) şehirlere, oradan şehirlerdeki göç, göçmenlik, mültecilik meselesine ve bununla ilgili finansal mekanizmalar üretmeye odaklanması bu kesişimi gösteriyor. Bu yüzden de şehirler mevcut konjonktürde önemli yapılar. Ben bunlar üzerinden yurttaşlık teriminin belki yeniden üretilebileceğini düşünüyorum.
Bununla ilgili yakın zamanda Mobilities dergisinde yayımladığımız bir çalışma var. Buradaki esas argümanımız da şu: İklim değişikliği ve göçün kesiştiği yer olan şehirlerde eğer kentsel yurttaşlık tanımı bir müşterek olarak tanımlanırsa ulus devlet ötesine geçecek şekilde eşit hak ve özgürlükler tanımlanabilir. Bununla birlikte iklim değişikliğine karşı farklı toplumsal kesimlerin farklı kırılganlıkları daha da ön plana çıkarılır ki böylece kentsel yurttaşlık üzerinden kadınların, farklı göç statüsünde olan insanların, çocukların, engellilerin veya farklı sosyoekonomik kesimlerin kırılganlıkları şehirde daha net olarak tanımlanabilir. Ben daha önceki ça lışmalarımda Türkiye’deki mevsimlik tarım işçiliğinin iklim değişikliğine uyumla nasıl etkileşimli olduğunu çalıştım. Bu da oldukça önemli bir olgu. Mesela Bangladeş’ten milyonlarca insan gelecek diyoruz. Aslında verilere baktığımızda dünyadaki iklim kaynaklı afetlerden dolayı yerinden edilen insanların büyük çoğunun kısa mesafeli, ülke içerisinde hareket ettiği görülüyor. Milyonlarca insanın oradan buraya geleceğini söyleyen korku senaryoları bilimsel olarak kanıtlanmış senaryolar değil. Onun yerine biz kendi çevremizdeki göçlere bakarsak -ki mevsimlik tarım göçü onlardan birisidir- o zaman bunlara dair hem emek göçünü hem de çevresel koşullarla da etkilenmiş göçleri görürüz ki bunlar birbirinden bağımsız değil çoğu zaman. Sosyal, kültürel, ekonomik faktörlerle iklimsel faktörler her zaman iç içe geçmiş durumda, bunları birbirinden ayırmak pek mümkün değil. Bunları birlikte ele alarak mevcut kırılganlıklara daha rahat çözümler bulabiliriz diye düşünüyorum. Hem kır hem kent ölçeğinde.
Mevsimlik işçi çalışmasından elde ettiğiniz bulgular neler? Kısaca olsa da bahsedebilir misiniz?
2014’te Barselona Otonom Üniver-sitesi’nde tamamladığım doktora çalışmam, Türkiye’de Seyhan havzasında mevsimlik tarım işçiliğinin iklim değişikliği uyum önlemleriyle nasıl etkileştiğine odaklanıyordu. Bu anlamda Türkiye’de 1 milyon kişinin aileleriyle birlikte her yıl sekiz aylık döngüsel bir göç içerisinde olduğunu biliyoruz. Bu göçü daha net olarak tanımlayabilmek adına Kalkınma Atölyesi ve Hayata Destek Derneği gibi birkaç kurum detaylı çalışmalar yaptı, çok önemli raporlar yayımladı. Bu sekiz ay boyunca bahsettiğim 1 milyona yakın kişi, ekseriyetle Güney Doğu Anadolu’daki evlerinden çıkıp tarımsal ürünlerin peşinde tabiri caizse ülkeyi tavaf ediyorlar. Benim çalışma alanım Adana, aşağı Seyhan Havzası’ydı. Burada özellikle emek yoğun tarımda çalışan mevsimlik tarım işçilerinin o bölgede gittikçe şiddeti ve sıklığı artan iklim etkileri ile nasıl başa çıkmaya çalıştıkları üzerine odaklandım. O bölgeye odaklanmamın sebeplerinden biri de şuydu: Türkiye’de iklim değişikliğine uyum politikası oluşturulurken Seyhan Havzası öncelikli pilot bölgelerden bir tanesiydi.
Çok kısaca söylemek gerekirse benim araştırma bulgularım şunu gösterdi ki mevsimlik tarım işçileri İş Kanunu’nda ve pek çok farklı alanda olduğu gibi ne yazık ki iklim değişikliğine uyum alanında da görünmez durumdalar. Dahası, Suriye’deki savaştan ve kitlesel göçlerden beri Türkiye’deki bu mevsimlik tarım işçiliği bir dönüşüm geçiriyor. Kalkınma Atölyesi’nin raporlarının tahminlerinden biri, şu anda bu mevsimlik tarım işgücünün yaklaşık beşte birini yani 200 binini Suriyelilerin oluşturduğunu ortaya koyuyor. Bu kesimler daha da kırılgan, çünkü özellikle daha kötü şartlar altında çalışmak, yaşamak ve göç etmek durumunda kalıyorlar. İklim felaketlerinden de onlar etkileniyorlar. Örneğin hatırlarsınız 2014’te Malatya’da yoğun bir dolu yağışı sonunda yıllık üretimin %90’a yakını zayi olmuştu. Bu tarz durumlarda güvencesiz işgücünün hiçbir “B planı” kalmıyor. Bu durum daha da fazla ikincil insan hareketine yol açıyor, çünkü artık oradan ekmeğini kazanamayan insanlar başka yerlere gitmek zorunda kalıyorlar. Başka yerlerde daha da kırılgan hale geliyorlar.
İklim değişikliği ile mevsimlik tarım göçünün, Türkiye gibi iklim değişikliğinin olumsuz etkilerine çok açık, bu yüzden de acilen somut uyum politikaları geliştirmesi gereken bir ülkede öncelikli bir politika alanı olması gerekir diye düşünüyorum.
Belli başlı bu sorunu sadece etik bir yaklaşıma indirgemek ve bu şekilde depolitize etmek veya Suriyeli mültecilerde gördüğümüz ve sizin de bahsettiğiniz gibi iktisadi bir sorun haline getirmek ve o insanların iradesini hiçe saymak gibi bir durum çıkıyor karşımıza…
Bu meseleyi etik veya vicdan meselesi olarak ele alıp depolitize edersek, o zaman işin arkasındaki mekanizmaları da gözden kaçırmış oluruz. İklim krizi en başından en sonuna kadar iktisadi-politik bir krizdir. Göçün de insan hareketliliğinin de bir kriz olarak tanımlanması politik bir yaklaşımdır. Biraz önce belirttiğim gibi insan hareketliliği insanlık tarihi boyunca, insanlık tarihini tanımlamış bir olgudur. Mülteci krizi gibi tanımlamalar belirli bir siyasi görüşün çerçevelemesidir. Bu anlamda göçün bir kriz olarak değil de bir imkan olarak ele alınması gerektiğini düşünüyorum. İnsanlık tarihini şekillendiren göç olgusu iklim krizine vereceğimiz siyasi yanıtlarla birleşirse yeni bir sosyoekonomik ve siyasi paradigmaya kapı açabilir. Bu ne demek? İklim krizlerinin sebeplerini biliyoruz. Sanayi Devrimi’nden bu yana yoğun bir şekilde fosil yakıt kullanarak kalkınma adı verilen, aslında GSYH’yi artırmaya dönük yaklaşımlar belli başlı yan etkiler bıraktı. Bunlar pek çok politikacı için göz ardı edilebilir etkilerdi ancak şu an öyle bir noktaya geldi ki dünyanın önümüzdeki 100 yıl sonuna kadar ne koşulda olacağına dair pek de fazla bir fikrimiz yok. Teknik olarak öngörüler tabii ki var. En iyi ihtimalle şu anda ortalama 3-4 derece daha sıcak bir dünyaya doğru ilerliyoruz. Böyle bir durumda mevcut gidişatı sadece etik ve vicdani sözlerle değiştirmemiz mümkün değil bana göre. Mevcut olumsuz atmosferi değiştirmek için hem göç meselesini kriz olmaktan çıkarmak hem de iklim krizine gerçekten dönüştürücü yanıtlar vermek ve bunlar için de daha somut politik dönüşümler düşünmek zorundayız. Ulus devletler ve şehirler arasındaki ilişkilerin nasıl olacağından tutun da iklim değişikliğinden kaynaklı kayıp ve zararları kimin tazmin edeceğine kadar gidiyor. Bu kayıp ve zararlar hem ülkeler arasında olabilir hem de farklı toplumsal kesimler arasında. Türkiye’deki tarımsal üretim sistemindeki en fazla kayıp ve zarara uğrayan mevsimlik tarım işçilerinin kayıplarını kim tazmin edecek? Bu aslında benim için iklim adaleti tartışmalarının en temelinde yatan meselelerden bir tanesi. İşin içerisinde göç, iklim krizi, uyum, kayıp ve zararlar ve tarihsel coğrafi adaletsizlikler var.
Toplumları korkutma amaçlı da konuşuluyor bu konu. Devletlerin şu kadar mülteci bekliyoruz, bu kadar insan ile nasıl başa çıkarız gibi söylemleri oluyor. Konu üzerine çevresel güvenlik doktrinleri bulunuyor. İklim krizinin sorumluları da aynı devletler, kurum lar, isimler. Sorumluluğu alması gerekenlerin bu sorumluluğu alması nasıl sağlanabilir?
Bu çok uzun bir tartışma. Sorumluluk alması gereken kişilerin ve kurumların öncelikle mevcut adaletsizliklere karşı açık ve net bir şekilde mücadele etmesi ve herhangi bir kimliğin arkasına saklanmaması gerekir diye düşünüyorum. Örneğin şöyle diyelim; Türkiye son dönemde yoğun olarak göç almış ve bununla bir şekilde başa çıkmaya çalışan ülkelerden bir tanesi. Burada önemli bir mesele AB ülkelerinin bu göç dalgası ile ilgili sorumluluğunu tanıması veya sorumluluğunu başkasının üzerine yıkması. Benzer bir şey iklim krizinde de var. Yaşam biçimlerimizi ve toplumsal örgütlenmemizi mi değiştireceğiz, yoksa karbon offset’leri, çeşitli iklim finans mekanizmaları yoluyla aslında iklim krizini çözmek için üzerimize düşen sorumluluğu başkalarına mı ihale edeceğiz; bence asıl politik odak noktası burası. Sorumluluğu kim, nasıl üstlenecek noktasında çözümün şu şekilde olması gerektiğini düşünüyorum: Tarihsel sorumluluklar zaten UNFCCC’nin en başından beri önemli bir olgusu. Eşit fakat farklılaştırılmış sorumluluklar diyoruz. Ancak bunun altının iyi doldurulması gerekiyor. Açıkçası 1992’den bugüne geçen bu 27 yılda bunun altının ulus-devletlerin ötesinde yeterince iyi doldurulamadığını düşünüyorum. Eşit fakat farklılaştırılmış sorumluluklar, özellikle erken dönemde sanayileşmiş ülkelerin, fosil yakıt şirketlerinin, büyük kirleticilerin sorumluluklarını acilen üstlenip hızla karbonsuzlaşmaya gidip bunu da başkalarına ihale etmeden yapmaları anlamına gelir.
Benzer bir yaklaşım göç için de geçerli. Bu ülkeler göç dalgalarını başka yerlere yönlendirip “Parası neyse verip göçmenleri tutarız” diyeceklerine çok somut olarak hızlı entegrasyon politikaları uygulamalı. Politikacılar göçmenlerin hayatları üzerinden siyaset yapmaktan vazgeçmeli. Türkiye’de de sıklıkla görüyoruz bunu. Bence asıl siyasi dönüşüm bunun üzerinden olacaktır. Çünkü insanlar, üzerlerinden pazarlık yapılabilecek nesneler değildir. İklim krizi altında ilk ve öncelikli olarak etkilenecek olan kırılgan kesimlerin hayatları kesinlikle pazarlık konusu olamaz.
Paris Anlaşması’nın giriş kısmı ile göçmenler ilk kez uluslararası çevre sözleşmesinde tanınmışlardı. 2015’ten bu yana nasıl gelişmeler yaşandı?
Bu konunun küresel siyasi gündemde daha fazla öne çıkması oldukça önemli. Göç konusunda biliyorsunuz New York Deklarasyonu yayımlandı 2016’da. Deklarasyonun içerisinde ilk kez resmi olarak çevresel ve iklimsel kaynaklı ve ilişkili göçlerin tanınması ve bunlara önlem alınmasına dair bir yaklaşım vardı. Belki şunu söylemek mümkün: İklim rejimi ile küresel insani yardım ve göç rejimleri birbirini yakınsıyor. Bu önemli bir gelişme. Ancak bunun arkasındaki siyasetin ne olduğunu iyi okumalıyız. Bunun nasıl daha ilerici, daha eşit ve daha özgür bir yöne çekilebileceği konusunda çaba göstermeliyiz. Bir taraftan bununla ilgili angaje bilimsel araştırma yapmak gerekir. Retorik konuşmaktan, “Nobel ödüllü powerpoint” sunumları yapmaya çalışmaktan uzaklaşıp bilim temelli, sahadaki veriye dayanan, dönüşümlere odaklanan, somut çözüm odaklı yaklaşımları takip etmeliyiz. Hem iklim politikası hem göç politikası bundan çok olumlu etkilenecektir diye düşünüyorum.