İnsanlık olarak uzun zamandır bir tercihin şafağında oyalanıyoruz. Ya ‘Bu aşının patenti kime ait?’ diye soran muhabire ‘Tüm insanlara, Güneş’in patentini alabilir misiniz?’ diye soran Jonas Salk’ı örnek alacağız ya da patent almadığı için 7 milyar dolar kaybettiğini hesaplayan Forbes dergisi yazılarını okuyarak Salk’ın ne kadar saf olduğunu düşüneceğiz.
Yazı: Ömer MIZRAK, mr.mzrk@gmail.com
Tarım devrimi ile beraber yerleşik hayata geçip kalabalık gruplar halinde yaşamaya başladığımızdan beri virüs, bakteri veya parazit kaynaklı hastalıklarla başımız dertte. İnsan topluluklarının hayvanları evcilleştirip onlarla bir arada yaşadığı Neolitik dönem, hayvanlardan insanlara geçen çiçek hastalığı, kızamık, grip ve sıtma gibi hastalıklarla beraber sadece insanlarda görülen ve hızla yayılan çocuk felci gibi başka hastalıkların da bolca görüldüğü bir dönemdi. Bu dönemde tıp bilgimizin gelişmemiş olması ve yetersiz beslenme gibi sebeplerden dolayı insan hayatı ciddi biçimde kısalmış, doğal seçilim sonucu hayatta kalan bireyler dışında büyük oranda insan hayatını kaybetmişti.
Antik dönemlerden beri insanlığın uğraştığı bu hastalıklardan birisi de çocuk felcidir. Virüs kaynaklı bir hastalık olan çocuk felci (poliomyelit), virüsün merkezi sinir sistemimize bulaşması sonucu özellikle bacaklarda görülen zayıflık ile belirgin hale gelir.
Felç geçirenlerin yaklaşık yüzde altısı ise felcin solunum kaslarına etki etmesinden dolayı hayatını kaybeder. Çocuk felci, geçmişte yaygın görülen bir hastalık olmalı ki, M.Ö. 1403-1365 yıllarına tarihlenen bir Antik Mısır stelinde bacağı deforme olmuş çocuk felçli insan tasvirine rastlarız. Öyle ki, Carlsberg Glyptotek Müzesi’nde sergilenen bu stel, çoğunlukla “çocuk felci steli” olarak adlandırılır.
Yıllar boyunca sebebi anlaşılamayan bu hastalığın virüs kaynaklı bulaşıcı bir hastalık olduğu ilk kez 1909 yılında Avusturyalı bilim insanı Karl Landsteiner tarafından ortaya konulmuş ancak hastalığın tedavisi ve bu tedavinin çok kısa sürede hastalığı yok edecek düzeyde başarı göstermesi ancak 1954 yılında Jonas Salk’ın geliştirdiği aşı sayesinde mümkün olmuştur.
Rusya’daki baskılardan dolayı ABD’ye göçen yoksul bir ailenin ilk çocuğu olan Jonas Salk, tıp fakültesinden mezun olduktan sonra grip aşısını geliştirmek üzere Michigan Üniversitesi’nde çalışmalarına başlar ve kısa sürede epidemiyoloji alanında saygın bir bilim insanı haline gelir. 1952 yılında çocuk felci hastalığının sadece ABD’de 58 bin insana bulaşması ve 3145 kişinin ölmesi üzerine dikkatini çocuk felci aşısı geliştirmeye yönelten Salk, öldürülmüş çocuk felci virüsünden aşı elde etmeyi başarır. Buraya kadar başarılı bir bilim insanının biyografisi olarak okunabilecek gelişmeler, Salk’ın aşıyı geliştirip uygulama sürecinde yaptığı tercihlerle bilimsel etik konusunda insanlığa yol gösterecek ders niteliğinde bir hikâyeye bürünür.
Salk öncelikle, geliştirdiği aşıyı masum hayvanlar ya da ekonomik zorluklar nedeniyle denek olmayı kabul eden insanlar değil kendisi ve çocukları üzerinde test ederek işe koyulur. Bu aşılanma anını oldukça net hatırlayan oğlu Peter, babasının bir gün elinde şırıngalar ve iğneler ile eve geldiğini, hepsini kaynar suda sterilize ettikten sonra sırayla çocukları aşıladığını dile getiriyor. Başarılı bir şekilde antikor geliştirdiği görülen bu aşılar, bir sonraki yıl yaşları altı ile dokuz arasında değişen bir milyon çocuğa uygulandı ve aşıların başarısı onaylandı. Ancak aşının asıl etkili olduğu nokta, Salk’ın aşıdan patent almayı reddetmesi ve aşı yöntemini birden fazla firma ile paylaşarak yaygın biçimde üretilip dağıtılmasını sağlamasıdır. Öyle ki, çok düşük maliyetlerle üretilip dağıtılan aşılar, sadece birkaç yıl içerisinde vaka sayısında %80-90 civarında bir düşüş sağlamış ve çocuk felci hastalığı hızla tarihe karışmıştır.
Salk’ın çocuk felci ile mücadele sürecinde başından sonuna dek izlediği yol, yakın dönemde yaşadığımız COVID-19 pandemisinde doğal olarak yeniden gündeme geldi. Bilimin çok daha gelişmiş olduğu bir dönemde mücadele ettiğimiz SARS-CoV-2 virüsüne karşı daha kısa sürede, daha etkin ve çeşitli aşılar üretmeyi başardık. Ancak küreselleşen dünyada hızla yayılmasını beklediğimiz aşıların, gelir eşitsizliği sebebiyle bazı ülkelere ulaşamadığını gördük ve yetersiz erişim sebebiyle yüz binlerce insanın çözümü bulunmuş bir hastalıktan öldüğüne tanık olduk. Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) üyelerinden Hindistan ve Güney Afrika, bu sebeple aşılar üzerindeki patent hakkından -en azından yoksul ve gelişmekte olan ülkelerde- feragat edilmesi gerektiğine dair müzakere çağrısında bulundu. Çünkü aşılamanın ilk yılında uygulanan yaklaşık 1,5 milyar doz aşıdan yalnızca %0.2’si düşük gelirli ülkelerde uygulanmış, Hindistan ve Brezilya gibi aşıya erişemeyen ülkelerde haftalık ölüm sayısı 36 binin üzerine çıkmıştı. Fakat Moderna, Johnson&Johnson, AstraZeneca, Pfizer ile BioNTech gibi firmalar, aşı üretmenin öngörülemez ve maliyetli bir süreç olmasından dolayı bu teklife karşı çıktı. Buna karşılık patent hakkından feragat edilmesi gerektiğini savunan ülkeler, bugüne dek farklı hastalıklara yakalanmış en az 11 milyon Afrikalının patentli ilaçlara erişim eksikliği nedeniyle hayatını kaybettiğine dikkat çekti.
Gerçekten de aşıdaki patentler ve zamanla gerçekleşen tekelleşme sonucu rekabetin azalması ile aşı ücretlerindeki yükselme, özellikle yoksul ülkelerde aşıya erişimi ciddi miktarda kısıtlamakta ve hastalıkların çözümü bulunmuş olmasına rağmen kâr hırsı yüzünden binlerce insan hayatını kaybetmekte. Örneğin bir dönem kadın ölümlerinin en temel sebeplerinden birisi olan Papilloma virüsünün neden olduğu rahim ağzı kanseri, HPV aşısı ile büyük oranda önlenebiliyor. HPV aşılarının, serviks, anal, vajinal ve vulvar kanserlerde %70-80 oranında koruma sağlayabilecek düzeyde etkili olmasına rağmen yalnızca 2020 yılında 342 bin kadının rahim ağzı kanseri nedeniyle hayatını kaybettiğini bilmek sizi şaşırtabilir. Ancak aşının patentli olduğunu, çoğu yoksul ülkede yaşayan milyonlarca kız çocuğunun bu aşıya erişiminin olmadığını, Türkiye’de 3 doz HPV aşısının 10 bin TL civarında satıldığını bilmek, gelir eşitsizliği ve patentlerden kaynaklanan kâr hırsının türümüz üzerinde nasıl yıkıcı etkiler yaratabildiğini göstererek şaşkınlığınızı öfkeye de dönüştürebilir. Hatta kâr hırsının hastalıklarla tek ilişkisinin patentler üzerinden ilerlemediğine, daha fazla para kazanmak için doğanın tahrip edilmesiyle ortaya çıkan küresel iklim değişikliğinin sebep olduğu sıtmanın da yine yoksul ülkelerde milyonlarca insanı öldürdüğüne şahit olmak karmaşık duygu evreninize bir miktar karamsarlık da ekleyebilir.
Neolitik dönemden beri uğraştığımız ve Antik Çin, Mısır, Yunan kaynaklarının çoğunda karşımıza çıkan bir başka hastalık olan sıtma, anofel cinsi dişi sivrisinekler aracılığıyla yayılan plazmodyumların sebep olduğu ve tarihte en fazla insan öldüren hayvan kaynaklı hastalık. Sıcaklık, yağış düzeni, nem gibi iklim koşullarındaki değişiklikler; sivrisineğin ömrü, sivrisinekte sıtma parazitlerinin gelişimi ve sıtmanın bulaşması üzerinde büyük bir etkiye sahip. 1950’li yıllardan itibaren küresel sıcaklıkların ciddi biçimde artması, sivrisineklerin hızla çoğalmasına sebep olmuş ancak 1975’te etkin mücadele sayesinde hastalık hızlı bir düşüş göstermişti. Fakat son yıllarda iklim değişikliğine bağlı olarak sıtma vakaları yeniden artmaya ve daha önce görülmeyen bölgelerde de yaygınlaşmaya başladı. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) de, 2030-2050 arasında sıtma kaynaklı ölümlerin hızla artacağına dikkat çekiyor. Bu konuda Anadolu Ajansı’na konuşan Prof. Dr. Emine Didem Evci Kiraz, hastalığın giderek kuzeye doğru yayılım göstereceğini, ülkemizde de geçmişte sıtmanın görüldüğü Güneydoğu Anadolu’nun yanı sıra daha önce sıtmanın görülmediği iç ve kuzey kesimlerde de sıtma vakalarına rastlanabileceğini dile getiriyor.
İnsanlık olarak uzun zamandır bir tercihin şafağında oyalanıyoruz. Ya “Bu aşının patenti kime ait?” diye soran muhabire “Tüm insanlara, Güneş’in patentini alabilir misiniz?” diye soran Jonas Salk’ı örnek alacağız ya da patent almadığı için 7 milyar dolar kaybettiğini hesaplayan Forbes dergisi yazılarını okuyarak Salk’ın ne kadar saf olduğunu düşüneceğiz. Ya Salk gibi “birbirimizin içindeki en iyiyi ortaya çıkarmaya çabalayarak” beraber yaşamayı öğreneceğiz ya da aşıya erişemeyen milyonlarca kız çocuğunun adım adım ölüme yaklaşmasını fikri mülkiyet hakkı yanında önemsiz bir detay olarak değerlendireceğiz. Ya sürdürülebilir ekolojik politikalar ile birlikte yaşayabileceğimiz bir dünya inşa edeceğiz ya da kâr hırsıyla doğayı talan eden firmaları seyre dalarak hep birlikte bataklığa gömüleceğiz. Ve görülen o ki, Güneş’i dahi patentlemek isteyenlerle “yalnızca burjuvazi için parlayacaksa Güneş’i bile söndürmek” isteyenler arasında bir tercih yapmak zorunda kalmamak için elimizi çabuk tutmamız gerekiyor.