#ekoIQ | Sürdürülebilirlik Hakkında Her Şey

Hayalden Gerçeğe Sarpdere Atölye

“Bir dağ köyündeyiz artık. Doğanın içinde, köyün kenarında… Bütün amacımız, arzuladığımız yaşama uygun mekanları oluşturmak. Bunun içinde yaşayarak, düşünerek, gerekirse dünkü düşüncelerimizden vazgeçerek ve mimar olmamıza rağmen kalemi kağıdı bir kenara bırakarak; hayallerimizi birebir uygulayarak gerçeğe dönüştürmek”. Bu sözler mimar Mustafa Güvendağ’a ait. Çanakkale’nin bir köyünde, “Yaşam Bilinçtir” felsefesiyle yeni bir hayata atılan Güvendağ, Sarpdere Atölye’sini kurma macerasını EKOIQ okurlarıyla paylaştı.

YAZI: Mustafa GÜVENDAĞ, sarpdereatolye@gmail.com

Bugün 60 yaşına bastım. Ankara’da doğmuşum. Altı ay önce de eşimle Çanakkale’nin bir köyünde yaşamaya başladık. Ancak, üç yıl önce başladığımız inşaat işleri halen devam ediyor. Görünen o ki, ne zaman biteceği de belli değil.

“Doğadan geldik, doğaya döneceğiz” cümlesi doğanın gerçeğidir. Modernleşme, uygarlaşma deneyimleri bunu inkar etmeye çalışırlar. Felsefenin sürekli sorduğu, insan nedir, neyi amaçlar gibi sorular düşünme yeteneğimizin derinliğinde bitmek bilmez yanıtlara dönüşebilir. Bu sorulara verilebilecek tek yanıt; barış içinde ve doğaya uyumlu yaşamaktadır. Amaç mutlu etmek ve mutlu olmak ise, maddi dünyayı iyi anlamalı ve bunun dinginliğimizi yok etmesine izin vermemeliyiz. Yıllar önce arkadaşım Tunca ile bir hayalimiz vardı; ekolojik bir köy kurmak… Bunun için Foça Bağarası’nda bir arazi almıştık. İnternetten bilgileri indirerek “permakültür”ü araştırmaya, öğrenmeye çalıştık ve bir yandan da katılımcılar, yol arkadaşları aradık. Yani köyde olacak komşularımızı… En az 10 aile olalım dedik. Toplantılar yaptık adaylarla. Hayallerimizi anlattık. Olmadı. Elini taşın altına koyacak kişileri bulamadık ve öylece uzakta kaldı hayallerimiz. Sonunda kendi arazimi 2008 krizinde yok pahasına satmak zorunda kaldım. Yıllarımız kent yaşamında koşturmaca ile geçti. Bir battık, bir çıktık. Ekonomik kriz denen şey de her zaman var olacak. Önemli olan bu koşturmacalarımızın anlamlı olup olmadığı… Her an çok güzel olabilir. Biz, bırakın anı, koca koca yılları harcıyoruz anlamsız bir yarış veya sadece “geçim derdi” ile. Sonunda belki masum olarak, sadece mesleğimizi yapacağız diye başlayan yaşamımız bir savaşa dönüşüyor ister istemez.

Artık yeter dediğimiz bir an yine geldi ve çok eskilerde kalan arzumuzu gerçekleştirmek için sadece eşimle yola çıktık bu sefer. Bir yer bulalım dedik. Şehirden uzakta, yazlıklardan uzakta, kalabalıktan uzakta… Doğada olsun ya da bir köyün içinde. Misafirlerimiz olsun. Üretelim, eğitelim birlikte.

Sarpdere Köyü
İşte “Sarpdere Atölye” yavaş yavaş böyle bir arzu ile şekillenmeye başladı. Bir dağ köyündeyiz artık. Doğanın içinde, köyün kenarında… Bütün amacımız, arzuladığımız yaşama uygun mekanları oluşturmak. Bunun içinde yaşayarak, düşünerek, gerekirse dünkü düşüncelerimizden vazgeçerek ve mimar olmamıza rağmen kalemi kağıdı bir kenara bırakarak; hayallerimizi birebir uygulayarak gerçeğe dönüştürmek… Böyle diyerek üç yıl önce başladı inşaatımız. İstanbul’dan gelgitlerle, ustalarla sürdürmeye çalıştık. Yeri geldi, emanet ettiğimiz ustalardan kazık yedik. Ama pes etmedik. Sonunda 2016 Mart ayında, artık tümüyle işleri bırakıp, tek başına geldim. İlk önce Ezine’de bir otelde kalarak, gidip gelmelerle, inşaatta bir şeyler yapmaya çalıştım. Bir hafta kadar sonra İstanbul’dan iki ustamız geldi. Nisan ayı boyunca da beraber çalıştık ancak, ustalarımız Mayıs ayı başında, içinde bulunduğumuz koşulları sürdüremeyerek İstanbul’a geri döndüler.

İş Başa Düştü
O günden bu yana da, ara sıra uzaktaki bir köyden gelen işçiler hariç, kalan işleri kendi başıma yapmaya çalışıyorum. Yani sonunda iş başa düştü. Bu arada kendim için amatör bir ahşap atölyesi kurdum. Genelde en çok kullandığım bu mekanda, kendi işlerimizi ve komşuların bazı işlerini yapıyorum. Bir projeyi hayata geçirebilmek için önce niyet ve hayal gücü; sonra maddiyat, çaba, bilgi ve en önemlisi kalifiye iş gücü gerekli… Bu projede maddiyatta zorlansak da ailecek elimizden geleni yaptık. Ancak kalifiye, eğitimli ve iyi niyetli usta bulmakta çok zorlandım. İş böyle olunca da ne zaman bir ustaya ihtiyaç duyup iş yaptırsam arkasından “söylenmem” standart bir durum oldu. Sonuç: İşçi ben, usta ben, mimar ben oldum. Bu duruma kendimi yavaş yavaş alıştırarak, “Her türlü hayali kurardım ama bunu hiç hayal etmemiştim” diye anlatıyorum. “İlk defa kendime hizmet ediyorum, kendim için çalışıyorum” diyerek yorgunluğuma rağmen mutlu, devamlı tatilde olduğunu düşünen bir kişiyi oynuyorum.

Evet, her yeri açık, döşemesi toprak; hiçbir ince işi başlamamış bir inşatta; Mart ayının kazma kürek yaktıran soğuğunda 24 saat yaşamaktan, bugün kuzinenin başında hem ısınıp hem kestane yapıp çay içer duruma geldik. Hatırladıkça tabii ki gülümsüyorum. Tekrar aynı sıkıntıyı, hele ki bu yaşta çeker miyim diye? Belki (Hayır der gibi). Bu bir kere olurmuş. Her şeyin yaşı var. Yaşadığım bu durum bile hayal gücüm yüksek olmasına rağmen hiç aklıma gelmezdi. Yaşadığım bu evin ve buradaki yaşamımızın da bu kadar güzel olacağını yine hayatta hayal edemezdim. Hayal mi dedim? Evet hayal… Çok önemli bir beyin işlevimiz. Amaçlı hayal kurmak tabii ki… Sanat eserlerinden teknolojik eserlere… Tanrılardan, dinlerden ideolojilere kadar… Biz de dört yıl önce basit bir hayalle yola çıktık. Hayalin gerçek olması, yani yaşanabilir duruma gelmesi hiç de kolay değilmiş. Mimarlık ve inşaat işlerini yaparken var olan bütçelerle işleri yapıyorduk. Süresinde de bitiriyorduk ama hem finansmanı sağla, hem sınır koyma, hem mimar ol, hem usta; işte bu durum çok farklı. Bu durumda eve yerleşip devam etmek, yani işe 30 metrelik bir yarıçap içinde gidip gelerek, komşularımızın “Bir ordasın bir burada. Otur biraz! Sende hiç tatil yok mudur? Bugün pazar, otursana” gibi tepkileriyle üretmeye devam ettik.

Komşuluk
Komşular deyince gerçekten yaşadığınız ev değil, komşular önemli. Bulunduğumuz mahallede üç komşumuz var. Onlarla çok çabuk kaynaşıp, paylaşır duruma geçtik. Kendilerini hep sevgiyle anlatmak isterim. Tek başıma çalışırken yemeklerim, yoğurdum, böreğim bir şekilde geldi. Bu komşuluk ilişkimiz, eşimin gelmesiyle daha da güçlendi. Çocukluğumuzda da mahallemizde benzer komşuluk ilişkileri vardı. Bugünün modern denen yaşamında ise hiç kimse komşusunu görmek istemiyor sanki. Çoğunluğun komşusunun kim olduğundan haberi bile yok. Alain De Botton bir kitabında sosyal güvencelerin Amerikan toplumunda 1930’lu yıllara kadar olan komşuluk ilişkilerini, paylaşımcılığı yok ettiğinden bahsediyordu. Bir gün, meşe ağacının altında günlük rutin oturmasını yaparken, bahçesinden topladığı kuru soğanları bağlayan Zeynep Yenge’ye: Neden hiç kimsenin bize uğrayıp, “Merhaba, hoş geldiniz, kolay gelsin, ne yapıyorsunuz?” bile demediğini sorduğumda; herkesin bir biçimde emekli maaşı almaya başladıktan sonra birbiriyle ilgisini kestiği, ortak davranışların yok olduğu yanıtını aldım. İşte dedim; ha Amerika, ha Türkiye, insan her yerde aynı insan ve en güzeli de insan mantığı, okumamış Zeynep Yenge’de de, Alain Botton’da da benzer.

Evet, köyde ilginç olan erkeklerin iş alanından uzak durması… Köye yeni gelmişiz, köy ölçeğinde koca bir inşaat yapıyoruz. Yani okuldan ve camiden daha büyük. Ahır desen ahır değil de, bu adam ne yapıyor? Erkeklerin uzaktan geçmesini; bulaşmayalım üzerimize iş kalır diye yorumladım hep. Esprili olarak; erkeklerde kaç-göç var diye anlattım soranlara. Ama kadınlar sağ olsunlar, hep uğradılar; sohbet ettiler, yemek getirdiler! Ah kadınlar, kadınlar hem vefakâr, hem cefakârlar ama değerbilmezliğimizin kurbanı oluyorlar hep.

Yaşam Bilinçtir
Biz burada yeni köylüyüz ama hemen uyum sağlayıp paylaşımlarımızla ufak ufak komşularımıza katkı sunmaya başladık. Kentte ise sokaktaki herhangi bir kişisin, atıl durumdasın. Hiçbir şey yapmamak yerine “Ne yapabilirim, gücüm ne, nasıl yapabilirim?” sorularını sorup, bunu cevaplamayı seçtik, çünkü dünya gördüğümüz kadar değil; her açıdan çok ama çok büyük. Bunu gezerek, televizyon izleyerek, kitap okuyarak anlamaya çalışabilirsiniz veya sadece futbol maçı izleyip, evlilik programlarına takılıp anlamamak isteyebilirsiniz. Temel yaşam kılavuzumuzun sürdürebilirlik, her canlıya ve cansıza saygı, sevgi ve paylaşıma dayandığını belirtmeliyim. Bunun yanı sıra renklerin sadece siyah ve beyaz ile arasındakiler ile sınırlı kalmadığının, binlerce renk ve tonu olduğunun bilinciyle yola çıktık. Ne yapacağımızla ilgili tavsiyede bulunan bazı köylülere verdiğimiz yanıtla, “Koyun değil insan yetiştirmek istiyoruz” dedik. Koca Türkiye’nin bir küçük köyünde uğraştığınıza değer mi diye sorabilirsiniz. Her şey küçük bir hayalle başlar. Daha büyüğünü yapabilecekler varken ve çoğunluk “(insan) olmak değil sahip olmak” içgüdüsüyle yaşarken, biz insani olarak üzerimize düşeni yapalım; sürünün parçası olmayalım dedik. Amaç ne köşk, ne yazlık, ne de lüks arabalara ve giysilere sahip olmak veya ünlü olmak. Amaç sadece ve sadece bir denizyıldızını kurtarma mutluluğuna ermektir. Yani yaşam felsefemizi insan olmak yönünde kullanmak istedik. Ne kapitalizmin, ne dinciliğin, ne de sahte solculuğun, yani insanın hayal gücüyle yarattığı dar açılı düşüncelerin yoluna girmek istedik. Bu yüzden projemizin sloganına da “yaşam bilinçtir” dedik.

İnsan doğulmaz, olunur. Olmanın yolu da bilinçlenmekten geçer. İşte 60 yaşında, düşünmeye çalışıyor, hayal kuruyor ve gerçekleştirmeye çalışıyoruz. Elime keser vuruyorum. Belimi ağrıtıyorum. Sadece hayal kurmak veya hayalci olmak önemli değil, gerçekleştirmeye çabalamak ve gerçekleştirmek önemli diye… Bir yandan sokak felsefesi yapmaya çalışıyorum. Ne de olsa bendeniz de akademik değilim. Mimar kökenli, yazar, ressam, bir de son zamanlarda marangoz oldum diyelim. Bir yandan da düşünmek, sorgulamak, mantık yürütmek üzerine kafa yoruyorum. En çok da bu “bilinç” kavramına takılmış durumdayım. Bilinçli olmak ile bilinçsiz olmak benim görüşümde bir yol kavşağı. İki ayrı ve farklı yol… Biri topluma, çevreye, kendisine, dolayısıyla geleceğe yararlı davranış, düşünce demekken; diğeri sadece iki ayaklı olmayı, insansı dediğim gelişmemişliği gösteriyor. Yukarıdaki satırlarda altını çizmeye çalıştığım ustalaşamamışlık, kentlileşememişlik, yurttaş olamamışlık, okumamışlık durumlarının nedeni, geliyor bilinçlenememişliğe dayanıyor. Aslında bildiğimiz anlamda eğitimli olmak bile bu durumu düzeltemiyor çoğu zaman. Nasıl düzelir ise ayrı bir konu. Onun için dedik ki, “yaşam bilinçtir” bizim sloganımız olsun. Burada hem sanat yapalım, hem yaptıralım. Hem okuyalım, hem okutalım. Hem üretelim, hem ürettirelim. Yani yaşamı paylaşalım; bilen bilmeyenle, olan olmayanla, anlayan anlamayanla, düşünen düşünmeyenle… Sonunda doğadan, toplumdan, gerçeklerden kopuk bir eğitim sisteminin dışında yaşayarak birbirimizden ve her şeyden bir şey öğrenelim.

Her işin bir felsefesi olmalı. Felsefe olmadan yaşamı kavrayamaz ve yönlendiremezseniz. Sadece oradan buradan esen rüzgarlara kapılır, gelişigüzel savrulursunuz. Gün olur mesleğinizi, gün olur ruhunuzu satarsınız ve yararlı olacağınıza, zarar veren bir insansı olarak kalırsınız.

Felsefe ve Oyun
Bugünü, sular donduğu için çeşmeden su taşıyıp, hatta daha sonra kapımın önündeki karları kovalara doldurup eritmeyi yeğleyerek ve sobaya odun taşıyarak geçirdim. Gelecek günlerde, yoldaşımla birlikte her gün önüme koyduğumuz onlarca maddeyi bitirip, yeniden yazdığımız onlarca maddeye başlayarak geçireceğiz bu kış günlerini. İlk defa katılacağımız gönüllü programından (Tatuta) gelenler olursa zevkli olacağını umduğumuz bir yazı, hâlâ kalan büyük boyutlu işleri elbirliği ile kolaylaştırarak geçireceğimizi umuyoruz. Sonunda tüm işleri toparladığımızda işin mimari ve doğal mekanlarını paylaşabilir duruma geleceğiz. Her gün bir oyun oynuyorum diye, yaptığım işlerde hiçbir çizim kullanmıyorum. Düşünceden, hayali görüntüden gerçeğe geçişi çizim olmadan yapmak başka türlü bir zevk veriyor bana. Bu da mimarlığın başka bir yönü herhalde. Hayatımızın her döneminde kendimiz ve çevremiz hakkında yeni bir şeyler keşfediyoruz. Ben de felsefesiz mimarlık yapılamayacağını keşfettim. Felsefesiz mimarlık sadece beton, cam ve boşluk (mekanlar değil) ve en önemlisi rant ve para demektir. Yaşamlarımıza genel bir bakış atacak olursak; her şey bir oyun bana göre. Bu yaptığımız da bir oyun. Oyun oynamayı bir yaşam biçimi olarak, daha doğrusu yaşamı oyun gibi görmeyi seviyorum. Neden mi? Çünkü oyunun kendi kuralları vardır ve bu kuralları oyunu oynayan herkes bilir. Ancak gerçek yaşamda herkes kendi kuralını koyup, öyle oynuyor. Sonuçta ortak bir oyun filan kalmıyor. Beraber oyun oynayabildiğimiz, kargaşadan, kaostan uzak günler yaşayabilmemiz dileğiyle…

Dr. Barış Doğru

#ekoIQ ve iklimhaber.org Yayın Yönetmeni, Sürdürülebilirlik Uzmanı