İnsanın belki de “doğası”nda var, bir şeyler üzerinde tahakküm kurma isteği… Havaya, suya, toprağa, hayvanlara, doğaya; yani çevresindeki her şeye… Özellikle Sanayi Devrimi ile birlikte doğanın sahibi olduğuna iyice inanan ve onu fütursuzca sömüren insanlığın göz ardı ettiği ve yüzleşmesi gerektiği çok önemli bir gerçek de var: Kendisinin dahil her şeyin gezegenin, hatta evrenin birer paydaşı olduğu; hiçbir şeyin onun “malı” olmadığı…
Bu cehalet sonucunda insanoğlundan ve kızından en çok çeken paydaş da hayvanlar olsa gerek… Sahiplik duygusuyla alınıp sıkılınca sokağa terk edilen kediler, köpekler; “Milyonlarca aç varken onlara bu kadar ilgi göstermenin ne anlamı var?” denerek soyutlanan, görmezden gelinen; sağlıksız koşullardaki barınaklarda kimi zaman ölüme terk edilen sokak hayvanları…
Sürdürülebilir kentler, toplumlar yaratma hedefinde olduğunu iddia eden insanlığa şu soruları hatırlatmanın vaktidir şimdi:
Hayvanları ikincil bir varlık gibi gören, hatta onları sevmeyen toplumların sürdürülebilirlikten bahsetmesi mümkün müdür? Onları görmezden gelerek, haklarına sahip çıkmayarak bu amaca ulaşılabilir mi? Kedisiyle, köpeğiyle sürdürülebilir kentler oluşturulabilir mi? Türkiye’den Küresel İlkeler Sözleşmesi’ni imzalayan 300’ü aşkın şirket ve kuruluşun şimdiye kadar yayımladığı KSS raporlarının sadece 30’unda hayvanlardan bahsedilmiş olması neyin göstergesi?
Füsun AKAY
Sokak Hayvanlarının Hakları “Kent Hakkı”ndan Geçiyor
Sürdürülebilirlikte temel felsefenin, yaşam hakkının tüm varlıklar için tesis edilmesini sağlayacak politikaların geliştirilmesi olduğuna vurgu yapan Aysun Sayın ve Efe Gönenç, şöyle diyor: “Kentler özeline baktığımızda da bunun içinde elbette sokak hayvanları vardır, bunu yok saymanın kendisi ‘türcülük’tür.”
Aysun SAYIN, antropolog – Efe GÖNENÇ, mimar
İnsan, tarihi boyunca doğa ile adına ister mücadele diyelim, ister çelişki diyelim, her zaman farklı şekillerde iletişim kurmuş; onu bazen anlamaya, bazen değiştirmeye çalışmış, hatta yok etmeye yeltenmiş ama her şekilde doğada yaşayan diğer canlılarla kıyaslandığında onunla daha “uyumsuz” bir ilişki kurmuştur. Hatta Sanayi Devrimi ile beraber bu ikilikten “zafer” kazanmış olarak çıktığını sanan insan, zaman içinde doğadan uzaklaşmış, onu tüketirken ona yabancılaşmış, zaferinin tadını çıkaramadan aslında yenilginin içinde olduğunu, başına gelen iklim değişikliği, su baskınları, kuraklık tehlikeleri gibi “doğal” afetlerle birlikte anlamıştır. Ancak insan şunu da anlamalıdır ki, o, doğa ve çevresiyle uyum içinde olduğu sürece var olabilir. Kaynaklarını, çevresini ve gezegeni paylaştığı diğer canlıları gözetmediği sürece kendisi de yok olmaya mahkumdur.
İnsan medeniyetinin odak noktaları olan kentler ise insan-doğa ikiliğinin ve çelişkisinin en yoğun yaşandığı mekanlar olarak karşımıza çıkıyor. İnsan kentte üretiyor, kentte tüketiyor, yaşamıyla ve doğayla olan iletişimine yön verecek ana kararları yine kentlerde veriyor. Bu anlamda doğaya ve çevreye saygılı, insan dışında başka canlıları ve kaynakları gözeten kentler, içinde yaşayan sakinleri de mutlu ve huzurlu kılıyor; insan-doğa çelişkisinde mücadeleyi değil, barışı hakim kılarak planlamada örnek vakalar oluşturuyorlar. Bu sebeple artık kent planlamasında “doğal eşikler” ve “kaynakların doğru ve adil dağıtımı” konuları birincil önem arz ediyor. Çünkü insan hatırlıyor ki, kent, içinde yaşayanlarla, yaşam hakkı olanlarla bir bütündür.
“Nezih” Mekanlar Yaratmak İçin!
Ancak diğer tarafta, özellikle 1980 sonrası neoliberal politikalarla küresel kent söylemine eklemlenmeye dair politikaların üretildiği, kentin içinde yaşayanlarla yaşanılır olmaktan çıkarılıp pazarlanan bir metaya hızla dönüştüğüne tanık olduğumuz İstanbul, yoksulların kent çeperlerine atıldığı; merkezindeki tarihi kültürel ve endüstriyel yapıların ranta devredildiği; yeşilin, ormanların ve su havzalarının bu dönüşüme feda edildiği bir kent haline geliyor. İstanbul, doğal eşiklerini çoktan aştı ve ranta dayalı büyümesiyle hem kendisini hem çevresini tüketiyor. İstanbul sakinleri olarak bizler, sadece yeşilin ve ormanların değil, buna bağlı olarak hayvanların da bu dönüşümden olumsuz etkilendiğine görüyoruz. Örneğin geçtiğimiz aylarda İstanbul Kuzey Ormanları’nın Üçüncü Köprü bahanesiyle talanı sonucu, kente inen yaban hayvanlarının can verişine, yaban domuzlarının Boğaz’dan karşıya geçme çabalarına, ormanlara atılan köpeklerin açlık ve soğukla mücadelesine tanık olduk. Kentsel dönüşüm tartışılırken, yerinden edilen sokak hayvanları bu tartışmaya dahil edilmiyor ya da imar izni verilen yeşil alanlarda yaşayan hayvanlar da göz ardı ediliyor.
Sürdürülebilirlikte temel felsefe, yaşam hakkının tüm varlıklar için tesis edilmesini, korunmasını sağlayacak politikaların ve bunları hayata geçirecek araçların geliştirilmesidir. Kentler özeline baktığımızda da bunun içinde elbette sokak hayvanları vardır, bunu yok saymanın kendisi “türcülük”tür. Bugün kentlerde insan, hırsla ve azimle tüm yaşam alanlarını talan ediyor; doğa haklarını, hayvan haklarını ihlal ediyor ve her bir ihlalinin üzerinden kendi iktidarını kuruyor. Yalnızca yaşam alanlarına müdahale etmekle kalmıyor, aynı zamanda sokak hayvanlarını görmeyen, onların yaşam haklarını, barınma haklarını da ihlal eden uygulamaları hayata geçirmek, kendisi için “nezih” mekanlar yaratmak için hayvanları kentin dışına atıyor, kentte kalanlara yapılan zulümleri meşrulaştırmak için onlarca neden üretiyor. Buna karşı durmaya çalışan gönüllü insan toplulukları, bireysel gönüllüler ve bazı belediyelerin onurlu ama sınırlı, sorunu çözemeyen ama sonuçlarının negatif etkisini azaltmaya yönelik çalışmalarını görüyoruz.
Kısır Bir Eleştiri…
Bütün bu doğal alanların talanı sürecinde, bütün sorunların yanında hayvan haklarını öne çıkarmaya çalışanlar maalesef “ne gerek var”cı, insan dertlerinin hayvan dertleriyle kıyaslandığı kısır bir eleştiriye maruz kalıyorlar. Ancak bu düşünce tarzı, kendini “insan tarafında” tutarak “insancıl” olmuyor, tam tersi insanı çevresinden ve hayvanlardan soyutlanmış bir varlık gibi göstererek, insan doğasından biraz daha uzaklaşıyor. İnsan çevresi ile uyum içinde yaşaması, çevresini kendisine uydurması, kendi keyfi için yeniden düzenlemesi demek değil; tam tersine paylaşmayı bilmesi, sorumluk alması ve diğer canlıların yaşam haklarını da koruması gerekli. Bu mücadelenin yolu da başta söylediğimiz gibi kent hakkı için mücadele vermekten, sokak hayvanlarının yaşama haklarının kent hakkından da geçtiğini görmekten ve buna dair mücadele vermekten geçiyor. Bu süreçte hatırlamalıyız ki, kentte hayvana değer vermek insana, yeşile, çocuğa, emeğe değer vermekten ayrılamaz.
Sevindirici olan şu ki, son dönemde artan baskıya karşı bir duyarlılığın da gelişmekte olduğunu görüyoruz. Özellikle Gezi direnişi ile beraber hemen her mahallede bir forumun, bir derneğin ve dayanışmanın geliştiğine şahit oluyoruz. İnsanlar bir araya gelerek, mahallesi ve kenti hakkında inisiyatif alıyor, örgütleniyor, çeşitli yollarla çevresine ve kentine sahip çıkıyor. Bu yolla bazen irili ufaklı işler başarılıyor, bazen geri adım atılıyor ama mücadele sürüyor, sürecek de. Sokak hayvanlarının haklarının kent hakkından geçtiğine olan inançla…
“Herkes Bir Şey Yapabilir”
Çevresine ve semtine sahip çıkan oluşumlardan biri de Soyak Göztepe Sitesi Kedi Evi Gönüllüleri… Site içinde bir proje hayata geçiren ve bunun zamanla çevreye de yayılmasını sağlayan Kedi Evi gönüllülerinden Aylin Sayın Gönenç, proje kapsamında neler yaptıklarını anlatıyor: “Soyak Kedi Evi, sitemizde bulunan telle çevrelenmiş yaklaşık 300 metrekarelik bir alana kurulmuş, annesinden kopmuş yavruların veya hasta, sakat kedilerin bakımının yapıldığı bir yer. Öncelikle Kedi Evi’nin kapısına büyük bir tabela astık ve burada neler yapmaya çalıştığımızı, başka gönüllülere de ihtiyacımız olduğunu anlattık. Sitedeki hayvanseverlerle bir toplantı yaptık ve site yönetiminden sokak hayvanlarının kısırlaştırılması için bir bütçe ayırmasını isteyen bir imza kampanyası başlattık. Bağlı bulunduğumuz belediye kısırlaştırma yapmadığından hayvanların hızla çoğaldığını, bunun onların yaşam kalitelerini azalttığını anlattık. Bu imza formlarını yönetime sunduk ve Ocak ayında yapılan site yönetim toplantısından 5000 TL’lik bir bütçenin geçmesini sağladık. Ayrıca bağlı bulunduğumuz belediyeden iki tane kedi evi temin ettik ve bunları Kedi Evi’nin dışında farklı noktalara koyduk.
En büyük sorunumuz, veteriner ve mama masrafı. Mama masrafı için şöyle bir çözüm bulduk: Site içindeki hayvanseverlere mama için aylık sponsor olur musunuz diye sorduk ve her ay birisinin adını listeledik. Kedi Evi’nin kapısında ve Facebook sayfasında bu gönüllünün adını zikrederek teşekkürlerimizi ilettik. Bu listenin uzun ömürlü olması ve yıllarca aynı kişinin aynı ayda sponsor olması şimdiki hedefimiz. Veteriner masrafı sorununu aşmak için de öncelikle site yönetimine bir bağış kutusu koyduk ve bağış kutusunu haber veren afişleri her bloğa astık. Daha büyük ölçekli veteriner masrafları içinse her bahar ayında sitede kermes düzenlemeyi hedefliyoruz.”
Hayvanları Şirketler de Unutuyor
Türkiye’den Küresel İlkeler Sözleşmesi’ni (Global Compact) imzalayan 302 kuruluş tarafından 2015 yılına kadar yayınlanan KSS raporlarında, hayvanlara sadece 30 raporda yer verildiği görülüyor. Raporların içeriğine bakıldığında ise hayvanlara yönelik beyanların çoğunlukla hayırseverlikle ilgili olduğu anlaşılıyor. Kurumsal paydaş olarak hayvanlara daha az yer verilirken, işçi hayvanlara yönelik bilgi bulabilmek ise oldukça zor.
Berkay ORHANER, berkayorhaner@gmail.com
Sorumlukurum.com,
İngiltere’de yayınlanan Daily Mail gazetesindeki bir habere göre, her beş kadından birisi köpek besleyen erkekleri oldukça çekici buluyorken, gösterişli arabalara binenler kadınların sadece %6’lık küçük bir kesimi tarafından “alımlı” bulunuyor. Maaşı yüksek olmak, pahalı ve tasarım giysiler giymek veya büyük bir evde oturmak gibi etkenlerin hiçbiri köpek beslemek kadar cazibeli bulunmuyor.
Elbette kendimizi daha çekici hale getirmek dışında hayvanlarla çok daha geniş kapsamlı bir ilişki içerisindeyiz. Ancak “çevre”, “ekoloji” veya “sürdürülebilirlik” gibi gittikçe daha çok toplumsal ilgiyi üzerine çeken kavramlar hakkında konuşurken hayvanları göz ardı ediyoruz. Doğal çevre denince akla hemen bitkiler, ırmaklar, kırlar, ormanlar geliyor fakat aslında hayvanların da ekosistemin içinde yer aldıkları yeterince hatırlanmıyor.
Paydaş Olarak Hayvanlar
Hayvanları şirketler de unutuyor. Son 20 yılda kurumsal sorumluluk ile ilgili gelişmeler sayesinde, daha önce sadece hissedarları ve müşterileriyle ilgilenen şirketler, artık paydaş yaklaşımı sayesinde çevresel unsurları da iş yapma süreçlerinin içinde görmeye başladılar. Türkiye’de dahi pek çok şirket, nitelikli çevresel sorumluluk yaklaşımları geliştiriyor, çevreyle ilgili konularda daha şeffaf ve hesap verebilir olmaya çalışıyor. Ancak yine de hayvanlara ilişkin konular, şirketlerin çevresel sorumlulukları kapsamında yeterince ele alınmıyor.
Kurumsal sorumluluk uygulamalarında “paydaş kuramı” büyük önem arz ediyor. Edward Freeman’ın klasik tanımını yinelemek gerekirse, şirketin işleyişinden etkilenen ve işleyişi etkileyen tüm öğeler “paydaş” olarak adlandırılır. Bu tanımdan hareketle şirketlerin hayvanlarla paydaş ilişkisi içerisinde yer alabilecekleri başlıca üç olasılık bulunur:
Ürün olarak yetiştirilen hayvanlar ve işçi hayvanlar: Her tür hayvansal gıda ürünü için yetiştirilen hayvanlar, araştırma ve deneylerde kullanılan hayvanlar, eğlence sektöründe kullanılan hayvanlar, koşum hayvanları ve görev köpekleri gibi hayvanlar işçi hayvanlar olarak adlandırılırlar. Bu konuda, işçi hayvanların kesimhanelerde, barınma koşullarında ve nakliyelerinde gereksiz acı çekmemeleri için “hayvan gönenci” (refahı) kavramını vurgulamak gerekir. Özellikle yoğunlaştırılmış hayvan sanayiine yönelik süreçlerde hayvanlara uygulanan kötü muameleler, hayvan gönenci savunucuları tarafından eleştiriliyor.
Kurumsal paydaş olarak hayvanlar: Birçok şirket etkinliği, doğrudan veya dolaylı olarak hayvan yaşamı ile ilişkilidir. İnşaat faaliyetleri, sanayi üretimi, nakliye gibi birçok sektör hayvanların doğal yaşam alanlarını etkiliyor. Bu alana ilişkin kurumsal sorumluluk faaliyetleri, tehlike altındaki türlerin tespiti ve hayvanlara yönelik olumsuz/istenmeyen etkilerin en aza indirilmesine yönelik gerçekleştiriliyor. Küresel Raporlama Girişimi (GRI), şirket faaliyetlerinden etkilenen ve sayıları azalan canlı türlerine özel olarak değiniyor. (https://www.globalreporting.org/resourcelibrary/ Turkish-G4-Part-One.pdf).
Hayırseverlik kapsamında hayvanlar: Şirketler, kurumsal bütçeleri veya çalışanlarının katkılarıyla hayvanlara yönelik hayırseverlik etkinlikleri geliştirebilirler. Sokak hayvanlarına gıda yardımı yapılması veya hayvan barınaklarına yapılan yardımlar gibi etkinlikler bu kapsama girer.
Gıda ve Malzeme Yardımı Ağırlıkta
Kurumsal sosyal sorumluluk raporlarına bakarak, Türkiye’deki şirketlerin hayvanlarla kurdukları ilişkiyi inceleyebiliriz. Türkiye’den Küresel İlkeler Sözleşmesi’ni (Global Compact) imzalayan 302 kuruluş tarafından, 2015 yılına kadar yayınlanan KSS raporlarında hayvanlara sadece 30 raporda yer verildiğini görüyoruz. Bu raporların 23’ü şirketler, diğer 7’si de kâr amacı gütmeyen kuruluşlar tarafından yayınlanmış. Raporların içeriğine baktığımızda ise hayvanlara yönelik beyanların çoğunlukla hayırseverlikle ilgili olduğu anlaşılıyor. Kurumsal paydaş olarak hayvanlara daha az yer verilirken, işçi hayvanlara yönelik bilgi bulabilmek ise oldukça zor.
Türkiye’de kurumlar, hayvanlara yönelik sorumluluk faaliyetleri kapsamında, hayvan barınaklarına gıda ve malzeme yardımı yapıyor. Kurumsal sorumluluk raporlarından anlaşıldığı üzere, çalışma ortamlarından artan yemekler barınaklara gönderiliyor veya çalışanlar hayvan barınaklarını ziyaret ederek “hayvanseverliklerini” göstermiş oluyorlar. Hayvan barınaklarına yardım eden kurumlardan biri de Türkiye Büyük Millet Meclisi. “Fazla Yemekler İhtiyaç Sahiplerine, Artık Yemekler Hayvan Barınaklarına” ismi verilen proje ile TBMM sosyal sorumluluk kapsamında bir de ödül kazanmış.
Kurumsal paydaş olarak hayvanlara yönelik Türkiye’de ele alınan ilginç bir sorumluluk projesi de leyleklerle ilgili. Leylekler, göç yollarında bulunan elektrik direklerine ve tellerine sıklıkla çarpıp büyük elektrik kesintilerine sebep olabiliyor. Ayrıca bu yüzden pek çok leylek ölüyor. Bu olumsuz durumun önüne geçebilmek için Türkiye’de birçok elektrik dağıtım şirketi, leyleklere özel elektrik direği üretiyor. Bu özel direkler bir yandan leyleklere daha konforlu yuvalar sağlarken, diğer yandan leyleklerin elektrik kesintisine sebep olmalarının önüne geçiyor.
Peki Ya Hayvan Gönenci?
Hayvanlarla ilgili veriler içeren kurumsal sorumluluk raporları, genellikle eğitim kurumları, belediyeler ve asıl iş konusu hayvanlarla ilgili olmayan şirketler tarafından yayınlanıyor. Peki, doğrudan hayvanlarla çalışan şirketler neler yapıyorlar?
Türkiye Fortune 500 listesinde yer alan “tarımsal, tahıl, et, süt ve su ürünleri” kategorisinde yer alan 19 büyük şirketin (https://www.fortuneturkey.com/fortune500-2013) internet sitesinden anlaşıldığı kadarıyla, bu şirketler kurumsal sorumluluk faaliyetleri kapsamında genellikle okul yaptırıyorlar veya eğitime destek oluyorlar. Et üretimi yapan firmalarda üretim ortamının hijyenik olmasına özel bir vurgu yapılıyor fakat hayvan gönencine ilişkin herhangi bir bilgilendirmeye rastlanmıyor.
Yapılan bir çalışma da, Türk halkının “Hayvanları seviyor musunuz?” sorusuna %87,8 oranında “Evet” dediğini gösteriyor. Ayrıca Türkiye’de hayvanların uygun koşullarda yetiştirilmediğini düşünen ve bu konuda kaygılanan kişilerin sayısı giderek artıyor. Kamuoyu, hayvan gönencine yönelik gelişim kaydedilmesini umut ediyor. Fakat şirketlerin, özellikle de işçi hayvanlar çalıştıran kuruluşların, hayvan gönencine ilişkin kamuoyuyla herhangi bir bilgi paylaşmamaları, hem toplumun bu konu hakkındaki bilgisizliğini, hem de şirketlerin kamuoyunu bu konu hakkında bilgilendirmek konusunda çok hevesli olmadığını ortaya koyuyor.
Hayvan gönenci, “çiftlik, pet, arkadaş, egzotik, laboratuvar ve vahşi hayvanların bakım, beslenme, barındırma, yetiştirme, nakliye, kesim, tedavi ve bilimsel araştırmalarda kullanım sırasında ağrı, acı ve ıstıraptan uzak, sağlık, mutluluk ve iyilik hallerinin sağlanması” olarak tanımlanıyor. Bu konu ile ilgili en yaygın eleştiriler dünyada en çok büyük fastfood üreticilerini hedef alıyor. Her geçen gün daha fazla kişi, şirketlerin hayvanlara nasıl davrandığını daha fazla sorguluyor.
Hayvan gönenci, mutlaka gıda sektörüyle bağlantılı olmak zorunda da değil. Bilimsel araştırmalarda kullanılan hayvanlar, kozmetik, giyim ve evcil hayvan sektörü de hayvan gönenci ile yakından ilgili. Ulaşım sağlamak için yararlanılan hayvanların durumu da konu kapsamında değerlendiriliyor. Bu konu, zaman zaman Türkiye’de de işleniyor; hatta Büyükada’da kullanılan faytonları çeken atların çektikleri çile geçtiğimiz yıllarda gazetelerde haber konusu edilmişti.
Türkiye’de hayvansal ürünlere ilişkin en büyük toplumsal talebimiz, henüz sadece söz konusu ürünlerin hijyenik olması ile ilgili. Yediğimiz hayvansal gıdaların mikropsuz, hastalıksız ve temiz olmalarını önemsediğimiz kadar, bu ürünlerin elde edildiği hayvanların acıdan uzak ve mutlu bir hayat sürüp sürmediklerini önemsemiyoruz.
Pandalar Tamam; Peki Yanıbaşımızdaki İnekler?
Genel olarak hayvanları düşününce çoğumuzun aklına evcil ve “sevimli” hayvanlar geliyor. Gazetelerde sütünü içtiğimiz ineklerden daha çok, Çin’deki pandalar hakkında haberler var. Hayvansal gıda üreten onca firmanın kurumsal metinlerinde bile “hayvan” sözcüğüne nadiren rastlanıyor. Sanki hayvansal ürünler gizemli bir şekilde bir anda ürün olarak karşımızda beliriyorlar. Hayvanların da içinde bulunduğu tedarik zincirlerinin ayrıntılarına ilişkin bilgi sağlanmıyor.
Kurumsal sorumluluk cephesi kamuoyunun ilgisizliğine göre şekilleniyor. Toplum, şirketlerin hayvanlara karşı sorumluluklarını yeterince sorgulamadıkça, kurumsal sorumluluk raporları sokak hayvanlarına yemek götürdüğü için kamuoyuna “iyi şirketler” olarak gözükmek isteyen sığ içeriklerle doluyor.
Hayvanlarla profil fotoğrafı çektiğimizde daha çekici göründüğümüze şüphe yok; fakat kolumuzdaki saatin kayışından ayakkabılarımıza, tükettiğimiz gıdalardan kullandığımız ilaçlara kadar hayvanlarla kurduğumuz ilişkiyi yeniden gözden geçirmemiz, hayvanlara karşı kurumsal sorumluluğu daha kapsamlı ve dürüst bir şekilde yeniden ele almamız gerekiyor.
Merve Çay:
“Hayvanları Sevmek Başlı Başına Bir Huzurdur”
Foto muhabir ve tasarımcı olan Merve Çay’ın üç ay önce hayata geçirdiği “Bir Destek Bin Huzur” adlı sosyal sorumluluk projesi, Kedi ve Köpeklere İlkyardım ve Hayvan Hakları eğitimleri düzenliyor. Türkiye’deki barınakların iyileştirilmesi için çalışmalar yürüttüklerini söyleyen Merve Çay, hedeflerini ve projelerini EKOIQ ile paylaşıyor.
Uzun yıllardır sokak hayvanlarına destek olduğunuzu biliyoruz. Kısa bir süre önce de Bir Destek Bin Huzur projesini hayata geçirdiniz. Söz konusu çalışmayla hangi konulara öncelik veriyorsunuz?
“Bir Destek Bin Huzur Projesi”, Türkiye’de ilk kez bireysel organizasyonlarda “Kedi ve Köpek İlkyardım Eğitimi” ve “Hayvan Hakları Eğitimi” düzenleyen bir sosyal sorumluluk projesi. Amacı da sadece hayvanseverleri birleştirerek, bilinçli şekilde hayvanları kurtarmak üzerine kurulu.
Üç ay önce hayata geçirdiğim bu proje ile sokak hayvanları yararına iki etkinlik düzenledik. Bu etkinliklerde girişte elde edilen mamalar; kime, ne kadar ve kimler tarafından bağışladığı belgelenerek İstanbul içinde dağıtıldı. Elde edilen gelir ise stant açanlar tarafından acil ihtiyaç duyulan yerlere, klinik masrafı ya da mama desteği şeklinde teslim edildi ve belgelendi. Bir diğer etkinlikte ise Şekerci Veteriner Kliniği uzman hekimleri ile birlikte Kedi ve Köpek İlkyardım Eğitimi düzenledik. Öte yandan işkence görmüş, tecavüze uğramış hayvanların yasal haklarının bilinmesi ve hayvanların kurtarılması amacıyla Hayvan Hakları Eğitimi de verdik. Nilay Dorsa ile işbirliği yaparak sokak hayvanları için birçok barınakla görüşmeler gerçekleştirdik ve buralarda iyileştirmelere başladık.
Yeni dönemde sokak hayvanlarıyla ilgili hayata geçirmeyi planladığınız projeler neler?
Barınaklar… Şimdilerde, sevgili ekip arkadaşım Nilay Dorsa ile birlikte Düzce Barınağı’nı iyileştirme projesine başlıyoruz. Amacımız, barınakların adına yakışır şekilde olmasını, hayvanların yaşayabileceği alanlar yaratılmasını sağlamak.
Onun dışında daha çok hayvan severe sesimizi duyurmak ve onlar sayesinde hayvanları kurtarabilmek için üniversitelerde söyleşiler ve eğitimler de düzenleyeceğiz. 29 Mayıs’ta Kayseri Evreke Kafe’de eğitimlerimizin olacağını da hatırlatalım.
Genel toplumsal bakışın, insan ve hayvan ayrımı üzerine kurulu olduğunu söyleyebiliriz. Bu konuda neler söylersiniz?
Her şeyden önce hayvanı hayvan diye görmemek gerek. Hayvan, aslında dünyadaki en zararsız, en masum canlıdır. İşte önce biz insanların her canlıyı kabul etmemiz gerekiyor. İnsan veya hayvan, her ikisi de bir canlıdır. Ancak şu da bir gerçektir ki, insandan başka bize zarar veren canlı da yoktur.
Hayvanı sevmek başlı başına büyük bir huzurdur. Masumiyettir, gerçek sevgidir, verdiğiniz sevgiyi kaybetme olasılığı olmadan sevmektir… Bir gülümsemeyle sevgisini veren canlıyı sevmeyen, yani hayvanları sevmeyen kişi, insanları da sevemez. Sokak hayvanlarına bir desteğiniz size bin huzur getirir. Hadi şimdi bir olma zamanı; bir destek bin huzur deme zamanı!
Nur Palak:
“Hayvanları Sevmeden Sürdürülebilir Bir Kent Hayal”
Türkiye Hayvan Hakları Savunucuları oluşumunun kurucularından Nur Palak, kedisiyle, köpeğiyle sürdürülebilir bir kent yaratmanın mümkün olduğunu söylüyor. Aynı zamanda çevre mühendisi olan Palak, “Türkiye’de devlet bu işe elini atmadıkça, insanların zihniyetleri değişmedikçe, barınaklar ‘bakım ve rehabilitasyon yuvaları’na dönüşmedikçe, insanlar hayvanları sevmedikçe sürdürülebilir bir kent mümkün değildir” diyor.
Türkiye Hayvan Hakları Savunucuları olarak, sokak hayvanlarının yuvaya kavuşması, sağlıklı beslenebilmesi için yoğun çalışmalar yürütüyorsunuz. Öncelikle sokak hayvanlarına gösterdiğiniz bu ilginin ana nedenlerini anlatır mısınız?
Sokak hayvanlarına gösterdiğimiz ilginin ilk ve ana nedeni, her zaman söylenen şu cümledir: “Halihazırda onlara zarar verecek çok insan olması.” Bizlerin hayvanlar konusundaki farkındalığı yeni değil. Bu, çocukluktan gelebilecek bir duygu ve ilacı, aşısı ailede başlar. Benim kendi adıma farkındalığım hep vardı ancak hem mesleğimin etkisi hem de sokaktan iki kedi sahiplenmem ile onların yaşadıklarına daha dikkat eder oldum. Evdekinin rahatını görünce sokaktaki kediler, köpekler ne yapıyor diye daha derin düşünmeye başlıyorsunuz. Peki, nasıl bu derece yoğun oldu bu çalışma arzusu? Türkiye Hayvan Hakları Savunucuları sayfamızı açıp canları sahiplendirmeye, beslemeler yapmaya gönüllü olarak başladıktan sonra… Her beslemede daha kötüsü ile karşılaştıkça çalışmalar daha da artıyor ve sokak hayvanlarına ilgimiz gittikçe fazlalaşıyor.
Bu ilginin fazla ve abartılı olduğunu düşünenler, aç insanlar varken hayvanlara yardım edilmesini yadırgayanlar da yok değil. Bu durum, sevgisizlikten mi kaynaklanıyor?
Maalesef, duyduğumda en çok üzüldüğüm ve bir o kadar da sinirlendiğim cümledir bu. Evet aç insanlar var tabii ki, inanın aynı acıyla üzülüyoruz ama ne diyoruz, “insan onlar”. Onlar için yasa, kanun, hukuk her türlü işliyor. İnsanların standartlarını yükseltmek adına devlet var, STK’lar, dernekler var. Devlet, bu insanların mağduriyetlerini gidermekle yükümlü değil mi zaten? Peki, bunu soranlara soruyorum, hayvanlar için böyle bir durum söz konusu mu? Bunun üzerine, “İnsan ile hayvanı eşdeğer mi tutuyorsunuz?” diye soranlar olabilir. Onlar da bir canlı, farkında mısınız? Bu küresel döngüde onlar da var ve bir görevleri olduğu için bu evrendeler. Bırakın, onlara da bizler yardım edelim. Destek olmak istemeyebilirsiniz ey insanoğlu, ama bari köstek olmayın. Bu işi yapan yürekli insanlara saygı duyun. Gerçek manada uygulanan bir yasaları dahi yokken, şu canlara biraz mama, biraz su vermek, hayatlarını kurtarmak bence bu kadar zor olmamalı.
Yapılan araştırmalarda genellikle seri katillerin önce hayvanlara işkence yapıp katlettiği, sonrasında insanları öldürdüğü ortaya çıkmış. Hayvanları sevmeyen insanların, insanları da sevemeyeceğinden bahsedilmiş. Bu konudaki değerlendirmelerinizi de alabilir miyiz?
Katillerin ilk adımında, kozmetikçilerin ilk adımında, bilimsel deneylerin ilk adımında hep hayvanlar var. Nedir bu canların günahı! Tecavüz edilen canlarımızın yaşadıkları hâlâ gözümüzün önünde, saatlerce kafa sı taşla ezilen kedinin görüntüleri hiç gözümüzden gitmiyor. Bitmez saymakla… Peki, kedinin kafasını taşla ezen bir çocuğun ileride iyi bir baba, iyi bir anne olma olasılığı var mı sizce? Köpeğe kediye tecavüz eden o adam sizce karısına, çocuklarına sağlıklı duygular besleyebiliyor mudur? İm-kan-sız! Bu insanlar topluma da kazandırılamaz. Bunu yapan insan, insan olamaz. İçerisinde hayvan sevgisi olmayan birinden, insan sevgisi nasıl beklenir ki? Bir kere yapan bir daha yapar; hayvana da yapar, annesine de, kardeşine de, çocuğuna da. Sapkın düşüncedeki veya cinayete, şiddete eğilimli insana ağır cezalar verilmeli ve bu sadece insana değil, hayvana yapıldığında da olmalı. Hayvan deyip geçilmemeli. Bu, bir toplum yarasıdır.
Gelişmiş ülkelere bakıldığında sokaklarda hayvan göremiyoruz, Türkiye’de ise tam tersi bir durum var. Size göre olması gereken hangisidir? Kedisiyle, köpeğiyle sürdürülebilir bir kent yaratmak mümkün değil midir?
Olması gereken, tabii ki gelişmiş ülkelerde olan şeklidir. Oradakiler barınakta dahi olsa sağlıklı ve mutlular… Ancak Türkiye, daha gelişmiş bir ülke değil maalesef ve kendince şu an sokaktaki canlarımızı ortadan kaldırarak bir nevi toplama-ölüm kampları oluşturarak bu sistemi oturtmaya çalışıyor.
Gelişmiş ülkeler, sizce sokaktaki canların cinslerine göre birkaçını barınaklara alıp gerisini de öldürerek mi bu sistemi oturttu? Şimdi de kısırlaştırmak doğru mu denilecek. Bir köpeğin yılda kaç yavru dünyaya getirdiğini bilen var mı? Yılda ortalama 50 yavru, sadece 1 köpekten! Türkiye geneline vurmaya ne dersiniz bu rakamı? Her yıl binlerce sokak köpeğinin doğması demek. Kim bakacak bu köpeklere? Kısırlaştırmak günah diyenler mi? Biz kısırlaştırmak derken soyunu tüketmekten mi bahsediyoruz sizce?
Gelişmiş ülkelerin sistemlerinde kontrollü üreme var. Türkiye’de devlet bu işe elini atmadıkça, insanların zihniyeti değişmedikçe, barınaklar “bakım ve rehabilitasyon yuvaları”na dönüşmedikçe, insanlar hayvanları sevmedikçe, hayvanlarla birlikte sürdürülebilir bir kent kurmak mümkün değildir. İşte biz bunu yapmaya çalışıyoruz ve en büyük dileğimiz, kedisiyle köpeğiyle sürdürebilir bir kentte yaşamak.
Türkiye’nin hayvan hakları konusundaki karnesini nasıl değerlendiriyorsunuz peki?
Türkiye, hayvan hakları konusunda gelişmiş ülkelerle karşılaştırılacak olursa çok geride. Aslında geri demek doğru değil, onlar çok ileride. Gelişmiş ülkeler, hayvan hakları konusunda refahı oluşturana kadar Türkiye’deki gibi süreçlerden geçmişlerdir ancak yayın organları şu dönemdeki kadar çok olmadığından pek duyulmamıştır. Bazı ülkelerde şu an Türkiye’deki Kısırkaya mantığı gibi birçok toplama örneği de yaşanıyor. Tabii Türkiye ile kıyaslandığında çok ilerideler. Bir hayvan sahiplendirmek için pek çok prosedür uyguluyorlar, hayvanları kolaylıkla bulabilmek için çip takıyorlar… En önemlisi, insana da olduğu gibi orada bütün canlılara bir saygı durumu söz konusu. Yaklaşamıyorlarsa, sevmiyorlarsa eziyet de etmiyorlar. Yasalar orada işliyor çünkü. Bizdeki gibi ucu açık, belirli belirsiz konulmuş yasalar değil.
Yeni dönemde hayata geçirmeyi planladığınız projelerden bahseder misiniz biraz?
Daha çok, ulaşılamayan illerdeki barınak ve canlara destek olmayı planlıyoruz. İnanın doğu bölgesi bu konuda sıkıntılı; destek çok az. Destekleri o tarafa döndürmeyi planlıyoruz. Öte yandan birkaç besleme ekibi ile İstanbul ve Kocaeli’de ayrı ayrı besleme yapmayı düşünüyoruz. Mama ve tedavi desteği için butiklerle çalışmayı ve sosyal medyayı buna göre şekillendirmeyi, insanları hayvanların yararına olacak yerlerden alışveriş yapmaya teşvik etmeyi hedefliyoruz. Renkli basım hayvan hakları ve hayvan sevgisi çalışmamız mevcut. Okullar için basım ve dağıtım ile ilgili düşüncelerimiz var. Umarız hayata geçirebiliriz…
Son olarak eklemek, vurgulamak istedikleriniz nelerdir?
Özellikle vurgulamak istediğim bir şey var: “Satın alma, sahiplen.” Sahiplen ki, bir can kurtulsun; sahiplen ki gönlün ruhun sevgiyle dolsun. Anne ve babalara da seslenmek istiyorum: Eğitim, çocuk yaşta başlar. Çocuklarınıza “Elleme pistir, tüyü ağzına kaçar, mikrop kaparsın” demeyin. Onların önünde hayvanları ayağınızla itmeyin. Gelsin hayvancık, bırakın sevsin çocuğunuz, sonra elini ıslak mendille silersiniz ama uzaklaştırmayın onlardan. Biz hiçbirimiz hayvanları sevdik diye ölmedik, hasta da değiliz. Hatta belki bu sayede ruh olarak daha bile sağlıklıyız…
Tunç Soyer:
“Yaşam ve Doğa, İnsanların Malı Değil”
Sokakların, hayvanların doğal yaşama alanı olmadığına dikkat çeken Seferihisar Belediye Başkanı Tunç Soyer, “Sokak kedisi, sokak köpeği yok; sokakta yaşamak zorunda bırakılmış hayvanlar var. Sırf bizim hoşumuza gidiyor, sokakta geçerken başını okşayalım, kendimizi iyi hissedelim diye hayvanların sokaklarda yaşamalarını savunmak doğru değil” diyor ve başlattıkları “Mutlu Yuva Seferberliği” için destek çağrısında bulunuyor.
Seferihisar Belediyesi olarak bugüne kadar sokak hayvanları ile ilgili önemli sosyal sorumluluk projeleri hayata geçirdiğinizi biliyoruz. Öncelikle sokak hayvanlarına olan bakış açınızı anlatır mısınız bize?
Sokak hayvanları, kentte birlikte yaşadığımız canlılar aslında. İlk olarak yaşamın, dünyanın veya doğanın, “insanların malı olmadığını” anlamak lazım. Doğa, insanlığın fethetmesi gereken, boyun eğdirilmesi gereken bir kavram değil. Doğa, bizim içinde yaşadığımız, parçası olduğumuz bir şey. Sokak hayvanları dediğimiz canlılar, tarihsel süreç içerisinde insanlarla birlikte karşılıklı fayda sağladıkları için kentlerde yaşamaya başlamışlar. Eskiden insanların fayda gördükleri, birlikte yaşadıkları canlıları, şimdi kent yaşamında değersizleştirip görmezden geliyoruz.
“Yüzbinlerce aç insan varken neden onlar için bir şey yapılmıyor da hayvanlara bakılıyor” gibi düşünenler de var. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
Genelde bunu söyleyenler ne açlar için, ne hayvanlar için, ne de herhangi bir konuda herhangi bir girişimde bulunmayan, bu tarz söylemleri de bu konularda çaba harcayan insanlara söyleyen kişiler oluyor ne yazık ki… Dikkat ederseniz “Yüzbinlerce aç insan var, gelin onlar için de bunu yapalım” demiyorlar ya da “Ben yapmak istiyorum” demiyorlar. “Açlar için bir şey yapılmıyor (yapmıyorum), X konusunda da bir şey yapılmasın (yapmayayım)” diyorlar. Yani hem bir şey yapmıyorlar, hem de yapanları eleştiriyorlar. Bu konular birbirlerine engel olan konular değil, insanın vicdanında ve yüreğinde sadece bir-iki değil, bütün sorunlara yer var. Aç insanlar için de elimizden geleni yapalım, sokak hayvanları için de yapalım, yerli tohumlar için de yapalım, ormanlar için de yapalım, elimizden ne geliyorsa yapalım, yeter ki yapalım. Ama bu düşünce tarzıyla hiçbir şey yapılamaz.
Gelişmiş ülkelere bakıldığında sokaklarda hayvan göremiyoruz, Türkiye’de ise tam tersi bir durum söz konusu. Peki, olması gereken nedir size göre?
Burada asıl olan, hayvanların mutluluğu ve güvenliği. Türkiye’de sokaklarda dövülmeden, işkence edilmeden veya öldürülmeden hayvanların yaşaması mümkün mü, bunu iyi düşünmek lazım. Sokaklar, hayvanların doğal yaşam alanı değil. Sokak kedisi, sokak köpeği yok, sokakta yaşamak zorunda bırakılmış hayvanlar var. Sırf bizim hoşumuza gidiyor, sokakta geçerken başını okşayalım, kendimizi iyi hissedelim diye hayvanların sokaklarda yaşamalarını savunmak doğru değil. Gelişmiş ülkelerde sokaklarda hayvan olmamasının en büyük sebebi, hayvanların takip altında olması. Siz bir hayvan alıyorsanız, onun bakımını yapmanız, veterinere götürmeniz, kayıt altına aldırmanız gerekiyor. Kimse oyuncak alır gibi hayvan alıp, sıkılınca sokağa atamıyor. Bu nedenle sokakta hayvan olmuyor. Sokaktaki hayvanlara yuva bulursanız, sokakta hayvan kalmaz. Bunun için hayvanların, alınıp atılacak oyuncaklar değil, duyguları olan ve düşünen canlılar olduğunu anlamamız gerekiyor. Hayvanların kayıt altına alınması, takip edilmesi, kötü davrananlara veya sokağa atanlara ceza uygulanması lazım. Sağlık nedenleri veya zorunluluktan dolayı bakılamayacak hayvanların güvenli ve mutlu ortamlarda geçici bir süre konaklatılarak sahiplendirilmesi gerekiyor.
“Mutlu Yuva Seferberliği” tam da bu amaçla oluşturduğunuz bir proje. Yakında hayata geçirmeyi planladığınız Prof. Dr. İsmet Sungurbey Sokak Hayvanları Yuvası’ndan bahseder misiniz biraz?
Şu an gündemimizdeki en önemli konu bu; yeni yaptığımız “Prof. Dr. İsmet Sungurbey, Sokak Hayvanları Yuvası”nı bitirmek… Seferihisar’ın hemen yanı başındaki bu yuvayı sıradan bir barınaktan ayıran üç özellik var. Bunlardan birincisi, hayvanların özgürce ve aileleriyle birlikte yaşayacakları 10 dönümlük bir serbest alana sahip olması. Yuvanın diğer bir özelliği ise bölgede yaşayan insanların buraya gelerek hayvanların bakımına gönüllü olarak katılabilmesi. Yani burası, hayvanların hapis ve tecrit edildiği bir yer değil, tersine, insanlarla buluştuğu bir yuva. Öyle ki, yuvanın içinde gönüllülerin konaklayabileceği altı odalı bir de misafirhane planlandı. Yuvanın üçüncü önemli özelliği de içinde yaralı ve cerrahi sağaltıma muhtaç hayvanlar için bir hastane yer alması. Tam teşekküllü bu yapının yanında, sert mizaçlı köpekler, yavrular ve hastalar için de ayrılmış özel alanlar mevcut. Bu yuvada hayvanlarımızın mutlu ve güvenli bir şekilde yaşayabilmesini hedefliyoruz. Yuvamızın bitirilebilmesi için desteğe ihtiyacımız var ve bunun için “Mutlu Yuva Seferberliği”ni başlattık. Bu konuda duyarlı olanların www.mutluyuvaseferberligi.org sitesinden bize destek olmasını bekliyoruz.
Türkiye’de Hayvan Hakları Mücadelesini Başlatan İsim:
Prof. İsmet Sungurbey
2006 yılında yaşamını yitiren hukuk profesörü İsmet Sungurbey, Türkiye’de hayvan hakları mücadelesini ilk başlatan kişi olarak kabul ediliyor. İstanbul’daki Yedikule Hayvan Barınağı’nın kurucularından olan Prof. Dr. Sungurbey, 1996 yılında yapılan Habitat 2 Zirvesi katliamına karşı çıkmasıyla da hafızalarda yer edinmişti. Zirveye katılacak Batılı ziyaretçiler, İstanbul’un sokak hayvanlarından rahatsız olacak diye hayvan katliamı yapan İstanbul belediyelerini protesto eden Prof. Dr. İsmet Sungurbey, Bedrettin Dalan’ın belediye başkanlığı sırasında da, hayvan katliamlarını kolaylaştırmak amacıyla sipariş edilen pres makinalarını durdurmak için hayvanseverlerle birlikte açlık grevi yapmış ve bu girişimi engellemişti. Son sözü kendisine bırakıyoruz: “Sol bacağım protez, dile kolay; kar, kış, sıcak beni yıldırmaz. Çünkü beni beklediklerini bilirim. Onların umutlarını yıllardır bir gün dahi kırmadım. Ne harcıyorum derseniz, elimdeki avucumdaki gelirimin tümünü onlara harcıyorum.”
Dr. Semih Dikkatli:
“Doğal Yaşamdan Kopukluk Nefreti Artırır”
Bütünüyle betonlaşmış, doğal yaşamdan, hayvanlardan yoksun kentlerin nefret, mutsuzluk, karamsarlık ve isteksizlik gibi depresif duyguları artırdığını dile getiren Psikiyatrist Dr. Semih Dikkatli’nin şöyle bir uyarısı da var: “Hayvanlara eziyet eden herkese ‘Bu hasta, bu şizofren, bu deli’ gibi kavramları yakıştırmayın.
Terbiyesizlik, ahlaksızlık, normlar dışında davranma kalıbını içerir ve ruhsal hastalıkla bir ilgisi yoktur”
Hayvanları pek sevmeyip onlardan uzak duran, onlara yapılan yardımları abartılı bulup tepki gösteren kişilerle karşılaşıyoruz zaman zaman. Bir psikiyatr olarak bu konuya nasıl açıklık getirirsiniz? Bu sevgisizlik ve ilgisizliğin temelinde yatan nedenler neler olabilir?
Sevgiyi, evde öğrenilmemişse başka yerde öğrenmenin çok güç olacağını öğrendim. Birbirini ve çocuklarını seven ebeveynler, sevgilerini dışa vururken, aynı zamanda çocuklarına da sevmeyi öğretirler. Bu ailelerin çocukları herkesi ve her canlıyı da sevme yetisine sahip olarak büyürler.
Hayvanları sevmeyen insanlardan oluşan toplulukların şiddet dolu, birbirini bile sevmekten aciz olduğu ortadadır. Çünkü sevme, acıma, paylaşma gibi insani değerleri olanlar, hayvanları da otomatikman sevecektir. Tabii ki bazı özel fobik durumlar bu konunun dışındadır. Konu, sevme yetisi olmayan ve nefret içeriği taşıyan insanlardır.
Bugünlerde, böylesine politik, ekonomik, yönetimsel sorunların içinde bir grup insanın sanki tüm bu yaşananlardan bağımsızmış gibi algılanan bir çabayla, hayvan hakları için gösterdiği mücadele bazı çevrelerce gereksiz saldırılara uğruyor. Ülkenin içinde bulunduğu sınıfsal farklılıklar nedeniyle; Anadolu’nun dört bir yanında, artan açlığın, yoksulluğun, sokak çocuklarının olması, hayvan hakları savunucularının saldırıya uğramasının başlıca nedenlerindendir.
Hayvan hakları savunucularına yapılan saldırılarda, kısaca “Bırakın iti, köpeği, hayatın gerçeklerine bakın” deniliyor. Yıllardır, evinde kedi, köpek besleyen, sokak hayvanları için mücadele eden, barınak ziyaretleriyle onlara destek olan, çocuklarına hayvan sevgisi aşılayan, hayvanlara aşık bir eşle evli olan ben de bu sorularla sıkça karşılaşıyorum. Hatta bu soruların çoğunlukla, kaba, yıkıcı, aşağılayıcı bir nitelik taşıdığını da üzülerek görüyorum.
Aslında büyük bir önyargı var bu söylemlerde. Örneğin, hayvanseverlerin insanları sevmediği gibi bir yaftalama…
Hayvanseverlerin, yoksul ve haksızlığa uğramış insanların sorunlarıyla ilgilenmediği, toplumsal olaylara duyarsız kaldığı, hayvanları putlaştırıp başka bir şeyi gözlerinin görmediği büyük bir yanılsama, hatta damgalamadır. Kendisini korumak için hiçbir gücü olmayan, yaşam alanlarını gün geçtikçe ellerinden aldığımız ve iyice kısıtladığımız bu masum canlıların haklarının da bir savunucusu olması gereklidir. Gerçekten insan olmak bunu gerektirir. Tüm dünyanın insana ait olduğu ve doğanın her parçasının onun çıkarları için kullanılması gerektiği dü şüncesi, iğrenç ve mide bulandırıcıdır. İçinde vicdani değer taşımayan, içindeki insanı kaybetmiş, sadece kendi bencil çıkarları için hayatın içinde yer alan, insan olmanın ikinci doğumunu gerçekleştirememiş “beşer”ler, ağızlarında salyalarla hayvanseverlere saldırırken, sevgisizlik ve insanlığa tekamül edememenin doğurduğu tüm, terör, savaş ve şiddetten sorumludur.
Kainatta bir şeyi sevebilme yeteneğine sahip olan herkes, her şeyi sevebilme yeteneğine de sahiptir. Hem Tanrı’yı hem de insanı sevmekten bahsedip, hayvanlara şiddet uygulanmasına göz yumanlar, ya sevmeyi hiç bilmeyenler ya da Tanrı ve insanı sevdiklerini söylerken de büyük bir yalanın içinde olanlardır. Toplum tarihini değiştiren ilerici liderlerin, yaratıcı sanatçıların, büyük bilim insanlarının birçoğunun hayvan sahibi ve hayvansever olması tesadüf değildir. Sosyal medya iyi incelendiğinde, hayvanseverlerin büyük bölümünün aynı zamanda toplumsal projelerin hepsine destek olduğu, kan, ilik vermek için herkesten önce hastanelere koştuğu görülecektir.
Peki, giderek kentleşen, doğal alanları yok olmaya başlayan toplumların sağlıklı bir psikolojiye sahip olması, sevgiyle dolu olması mümkün mü sizce?
Doğal yaşamdan kopuk, orman alanları ve hayvanlardan yoksun, bütünüyle betonlaşmış kentlerin, insana ait güzel duyguların oluşumuna katkı sağlaması mümkün olmadığı gibi, nefret, mutsuzluk, karamsarlık, hüzün, yorgunluk, isteksizlik gibi depresif duyguları artırdığı da bir gerçektir. Doğayı tahrip ederek, ormanları, dereleri, denizleri, gölleri yok ederek ve kirleterek, o alanlarda yaşayan tüm hayvanları da yok ediyoruz. Ayrıca, doğal yaşamın içinde yaşamını sürdürme gücü olmayan, bizim genetik müdahaleyle yarattığımız ve sonrasında sokaklara bıraktığımız hayvanlar için de yaşam alanları bırakmıyoruz ve üstüne üstlük onlara kötü davranıyoruz. Sevgi ve mutluluk dolu bir hayat yaşamak istiyorsak, doğal alanları korumayı, sokakları diğer canlarla paylaşmayı öğrenmeliyiz.
Yapılan araştırmalarda, seri katillerin genellikle önce hayvanlara işkence yapıp katlettiği, sonrasında insanları öldürdüğü ortaya çıkmış. Bu konudaki değerlendirmelerinizi de alabilir miyiz?
Son zamanlarda, ülkemizde şiddet ve suç eğilimi gösteren insanların sayısı giderek artıyor. Bu insanlar toplum için olduğu kadar tüm doğa ve insanlık için de ciddi bir tehdittir. Çocukluğunda hayvana şiddet uygulayan, tecavüz eden birisi insanları da hiç düşünmeden öldürebilir veya onlara tecavüz edebilir.
Suçlu profillerine bakıldığında, geçmişinde hayvan şiddeti olanların daha fazla sayıda seri katil, vandal ve tecavüzcü olduğu görülecektir. Hayvana şiddet uygulayan ve tecavüz eden çocuktan erişkine kadar herkesin ciddi şekilde cezalandırılması, ıslahı için eğitimden geçmesi ve yıllar içinde takip edilmesi toplum için hayati bir önem taşıyor.
Ceza yasalarını bir matematik hesap gibi görmek de ciddi bir hatadır. Kanun ve yönetmeliklerin de bir ruhu olmalıdır. Bu ruh aynı zamanda olaylar olmadan durdurabilme, olayları büyümeden yatıştırabilme becerisini, suç işleme eğilimi taşıyanların erken tespitini ve ıslahını da içermelidir. Hayvana şiddet uyguladığı tespit edilenlerin ceza ve ıslahı, bu kişilerin devlet memuru, özellikle polis, asker, savcı ve hakim olmasının engellenmesi de çok önemlidir.
“Hayvanlara Eziyet Edenlerin Büyük Çoğunluğu Ruhsal Yönden Hasta Değil”
Ruhsal hastalığın, boğaz enfeksiyonu geçirmek gibi masum olduğunu belirten Dr. Semih Dikkatli, hayvanlara şiddet uygulayan herkese ruhsal hasta denmesine karşı çıkıyor: “Bazı çok özel durumlar dışında, ruhsal hastalık ve suç işlemenin herhangi bir alakası yoktur. Terbiyesizlik, ahlaksızlık ise normlar dışında davranma kalıbını içerir ve ruhsal hastalıkla bir ilgisi yoktur. Kişilik sorunları, kişinin karakter yapısıyla ilgilidir ve birinin kişilik bozukluğu tanısı alması onun ruhsal hasta olduğu anlamına gelmez. Hayvanlara eziyet eden herkese ‘Bu hasta, bu şizofren, bu deli’ gibi kavramları yakıştırmayın. Bunlar alçak olabilir, sapkın olabilir, seri katil olabilir ama hasta değildir. Kedi, köpeklere eziyet edenlerin, atların ölümünü izleyenlerin büyük çoğunluğu kesinlikle ruhsal yönden hasta değil…
Son olarak da bir çağrıda bulunmak istiyorum. Hayvan aktivistlerine, derneklerine, federasyonlarına, barınaklarına yardımınızı esirgemeyin. Hayvanlar için barınabilecekleri yerler yaratın ve onlara hiç olmazsa yemek artıklarınızı verin. Onların sizi ömür boyu seveceğini göreceksiniz. Dünyayı güzellik kurtaracak, bir hayvanı sevmekle başlayacak her şey…”
Hüseyin Semerci:
“İnsanı ve Doğayı Seven, Hayvanları da Sever”
Sokak hayvanlarının barınması için geçtiğimiz yıl “Yuvaya Dönüşen Plastikler” kampanyasını başlatan Plastik Sanayicileri Derneği (PAGDER), projesini sürdürülebilir kılmak için çalışmalarına devam ediyor. “İnsanı ve doğayı seven, hayvanları da sever” diyen PAGDER Yönetim Kurulu Başkanı Hüseyin Semerci, kampanyanın aynı zamanda geridönüşüm bilinci açısından da önemine dikkat çekiyor.
PAGDER olarak geçen yıl hayata geçirdiğiniz ve bu yıl da devam ettirdiğiniz “Yuvaya Dönüşen Plastikler” kampanyası oldukça büyük bir ilgi görüyor. Bize söz konusu projenizden biraz bahseder misiniz?
“Sıcak bir yuva her canlının hakkıdır” sloganıyla, geçtiğimiz yıl Şubat ayında startını verdiğimiz “Yuvaya Dönüşen Plastikler” kampanyamız, gerçek ve etkin bir “bilinç ve farkındalık” kampanyasıdır. Hayvanlar da tıpkı insanlar gibi doğanın en önemli varlıkları… İnsanı, doğayı seven; hayvanları da sever diye düşünüyorum ve bu sevgilere sahip çıkmanın, onları korumanın toplumsal gelişmişliğin en önemli işaretlerinden biri olduğuna inanıyorum.
Dayanıklılık ve hijyenin kolayca sağlanabilmesi gibi birçok açıdan ahşap kulübelere kıyasla kedi-köpekler açısından daha uygun özellikler taşıyan plastik hayvan yuvalarının yapımı, özel kalıp maliyetlerinin 500 bin dolarlara varan yüksek maliyetlerde olması nedeniyle bugüne kadar hayata geçememişti. Kampanyamızın ana sponsorluğunu üstlenen Benoplast da iki yıldır kendi kalıplarını ve üretim bandını kampanya için kullanarak; toplanan atık plastiklerle, soğuğa, yağmura dayanıklı, kolayca yıkanabilen, şık tasarımlı, kaliteli plastik yuvalar üreterek gönüllü destek veriyor.
Projemiz, hem yerel yönetimlerce hem de ünlü-ünsüz birçok çevre ve hayvan dostunun desteğiyle geçen yıl büyük ilgi gördü ve 2015 yılına da kampanyamızı taşıyarak sektörümüzde uzun soluklu bir sosyal sorumluluk projesine imza attık. Bu yıl, sevilen sanatçımız Mirkelam’ın gönüllü elçiliğini üstlendiği kampanyamızı, sayıları her geçen gün artan işbirlikçi belediyelerimizin, iş ve sanat dünyasından destekçilerimizin de katılımı ile yine güçlü bir şekilde sürdüreceğiz.
Kampanyamız aracılığıyla aynı zamanda yanlış iddialarla yaratılan plastikle ilgili olumsuz algıyı da düzeltmek; plastiğin de diğer ambalaj atıkları gibi değerli birer hammadde olduğunu ve defalarca geri dönüştürülebildiğini anlatmak istedik.
Sokak hayvanlarıyla ilgili hayata geçirmeyi planladığınız başka projeler de var mı, yoksa halihazırdaki projeyi mi devam ettireceksiniz?
Şu anki hedefimiz, ülkemize, insanımıza, sokak hayvanlarına ve sektörümüze büyük faydalar sağlamayı amaçlayan “Yuvaya Düşen Plastikler”i gelecek yıllara da taşıyarak sürdürülebilir, uzun soluklu bir kampanyaya dönüştürmek. Bilinçlendirme faaliyetlerimiz kapsamında internet üzerinden yayınlayacağımız viral videolarımız yakında yayınlanacak. Kalde Boru sponsorluğunda çekilecek ilk viral videomuzda Mirkelam, bu sefer oyunculuğu ile projeye destek verecek. Kampanyamızla ilgili ilerde açıklayacağımız daha birçok etkin içerikler taşıyan çalışmalarla daha geniş kitlelere ulaşmayı hedefliyoruz.