Sağlıklı ve sürdürülebilir beslenme nedir? Türkiye’de gıdanın ve tarımın sürdürülebilir olduğunu söyleyebiliyor muyuz? BM’nin “Açlığa Son” hedefine ulaşmak ne derece mümkün? Bunun için karar alıcılara ne gibi görevler düşüyor? Bütün bu soruları www.yesildiyetisyen.com’un kurucusu, diyetisyen Damla İkbal Ceyhan’a sorduk…
Yazı: Nevra YARAÇ
Sürdürülebilir gıda konusuyla ilgilenmeye nasıl başladınız?
Kayseri’de beslenme ve diyetetik okudum. 2016 yılında Yeşilist’te gönüllü çalıştım ve orada sürdürülebilirlik kavramıyla tanıştım. 2017 yılında mezun oldum. Bu alana yönelmek istedim, yurtdışında üniversitelerin açtığı online eğitime katıldım, yayınları takip ettim. Maalesef bizde eğitim daha çok klinik beslenme üzerine. Çok büyük bir boşluk var. Şu an o boşlukları doldurma çabası içindeyim. Asıl sorun, insanlar hastaneye gelmeden önce yapılması gerekenler. Sürdürülebilirlik konusunda birikimim olunca www.yesildiyetisyen.com sitesini kurdum, yazılar yayımlamaya başladım. Ardından İstanbul Üniversitesi’nde Halk Sağlığı bölümünde yüksek lisansa başladım. İklim değişikliği doğrudan halk sağlığını, salgın hastalıkların yayılmasını, gıda kıtlığını, su krizini pek çok anlamda etkilediği için tam olarak bundan bahsetmemiz lazım aslında.
Nedir sağlıklı ve sürdürülebilir beslenme?
Beslenmenin yeterli ve dengeli olması anlamına geliyor. Yeterliden kastımız ne çok ne de açlık düzeyinde olması. Dengeli dediğimizde de vücudumuzun ihtiyaç duyduğu besin öğelerini dengeli biçimde almayı kastediyoruz. Vitamin, mineral eksik kalıp da sadece fastfood ile beslenen insan da aslında yeterli miktarda kaloriyi sağlayabilir ama bu ne kadar dengeli olur, o tartışılır. Aynı zamanda ekonomik olmalı beslenme. Memur maaşı alan bir insana “Uzakdoğu mutfağı çok sağlıklıymış, onların besinlerini yiyelim” diyemeyiz.
Bu yüzden de yerel olmalı, yetiştiğimiz bölgeye uygun olmalı. Biz bu topraklarda yetiştiğimiz için bedenimiz buraya uygun. Çevresel etkisi düşük olmalı. Ve tabii gelecek nesilleri düşünen bir beslenme şekli olmalı genel olarak. Bayağı kapsamlı, hem beslenme bilimini hem de ekolojiyi doğrulayan bir kavram.
İklim değişikliğinden etkileniyoruz, tarım alanlarımız yok oluyor, çiftçiler kentlere göçüyor… Gıdanın sürdürülebilirliği açısından bahsettiğiniz kriterler göz önüne alındığında Türkiye ne durumda?
Türkiye’de gıda sürdürülebilir diyemiyoruz. Bu konuda çalışmalar var. İyi bir durumda değiliz sıralamalarda. İnsanımızın üçte biri obez, Avrupa’nın en obez ülkesiyiz. Gıda atığımız fazla. Evlerde de atık çok fazla ama gıda bize ulaşana kadar çok daha fazla kayba uğruyor.
Neden yaşanıyor bu kayıplar?
Tarlada çok kayboluyor. Taşınma sürecinde, araçlardaki soğutma sistemlerinin iyi olmaması nedeniyle kayıp yaşanıyor. Gıdanın marketlerde tüketicinin algısına yönelik olması bekleniyor: Buna göre elmalar belli bir boyutta, havuçlar düzgün olmalı. Gelişmekte olan ülkelerde kayıp daha fazla oluyor, Türkiye de onlardan birisi. Tarımda da kat etmemiz gereken yollar var, o konuda da sürdürülebilirlik anlamında çok iyi değiliz.
Bizim sağlıklı gıdaya erişimimiz de son aylarda çok düştü, çünkü sebze fiyatları inanılmaz arttı. Biz insanlara tabağınızın yarısı sebze-meyve olsun diyoruz ama meyvenin kilosu 5, soğanın 10 lira. Badem yiyin diyorsunuz ama badem çok pahalı. Sağlıklı gıdaya erişilemiyorsa ve besin çevresi dediğimiz alan fastfood ve 1 liralık krakerlerle çevriliyse, siz de ona yöneliyorsunuz. Bu da gıdaya erişimi düşürüyor ve gıdanın sürdürülebilir olmadığını açıklıyor bize.
Yerelliğin önemli olduğunu söylediniz. Hem nakliye nedeniyle karbon salımının azaltılması, dolayısıyla iklim değişikliğine olumsuz etkilerin azaltılması hem de küçük üreticinin desteklenmesi anlamında yerel önemli. Dünyanın birçok yerinde örneklerini gördüğümüz kent bahçeciliği konusunda Türkiye’deki durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Avrupa ve ABD’de topluluk çok önemli olduğu için, topluluk bahçeleri de çok yaygın. Türkiye’de bu konuda ilerleyen bir durum var. Yerele ilgi de var, çünkü insanlar artık mercimeğin Kanada’dan geldiğini görüp “yok artık” diyorlar. Ama bahçeler o kadar da erişilebilir değil. Şehirlerin planlaması konusunda bireyler olarak bir yere kadar gücümüz var. Çabalarımız çok kıymetli ama bunlar politikayla desteklenmeli. Kent bahçeciliği konusunda, “Kentlerde o kadar egzoz gazının olduğu yerde ürün mü yetişir” deniyor. Ama tarlalara kilolarca pestisit sıkılıyor. Gıdaların üretildiği yerleri görmüyoruz. Oysa her yerde yapılabilir kent bahçeciliği, balkonda bile.
Gıda meselesi çok hayati olmasının yanında çok fazla sektörü de ilgilendiren bir alan. Bir tarafta 2050’de 9 milyonu aşkın bir dünya nüfusunu besleme gibi bir durum, bir yanda da Açlığa Son hedefi duruyor. 2030’da bu hedefe ne ölçüde ulaşılabilir? Özellikle dezavantajlı topluluklar düşünüldüğünde, neler yapılması gerekiyor?
Lancet bir komisyon oluşturdu dünyanın çeşitli bölgelerinden ve halk sağlığı, beslenme bilimi, ekoloji gibi farklı disiplinlerden 37 uzman ile. 2050’ye kadar 10 milyar insan olacak, bu 10 milyar insanı hem yeterli ve dengeli, yani sağlıklı biçimde hem de gezegene zarar vermeden nasıl besleyebileceğimiz üzerine bir plan oluşturdular. Bu plan, sorunu bölgesel olarak ele alıyor. Herkes vegan olsun demiyor da, bir Kuzey Amerika ülkesinde yaşıyorsan, işlenmiş et tüketimini düşürmen lazım diyor. Afrika bölgesinde yaşayanlara, et tüketmeyin; balıkçı toplumlara balık tüketmeyin denmiyor. Ama belli bir planı da var, bizlerin kolaylıkla uygulayabileceği Akdeniz beslenmesine benzeyen bir diyet öneriyor, birey olarak neler yapabileceğimizi bize açıklıyor. Tabağımızın yarısı sebze ve meyveden, diğer yarısının bir kısmını tam tahıllardan, diğer yarısı da bitkisel proteinlerden oluşacak. Aslında tek çare, evde yemek diyebilirim. Psikolojik anlamda da önemli bu, çünkü yemek yapmak anksiyete düzeylerini, stresi düşürüyor.
Dengeli ve yeterli beslenme konusunda hangi noktalarda yanlışlar yapılıyor?
Aslında mutfağımız konusunda şanslı ama şansının farkında olmayan bir toplumuz. ABD’de Akdeniz beslenmesi için çok fazla teşvik var ama onların mutfağı o kadar uygun değil. En büyük sorun menü ayarlamayı bilmememiz. Burada biz diyetisyenlerin üzerine düşen büyük bir görev var. Ben bir tarif verdim, onun yanında neler de yenebileceğini söylemeliyim ki, o menü dengeli olsun. Bu konuda davranış değişikliğini sağlayabilmek önemli. Planlama çok önemli. Derin dondurucularımız var, dolduruyoruz, içeride ne var unutulmuş durumda. Bunların hepsini planlamamız gerekiyor. Ben az alışveriş yapıyorum, alışverişe yürüyerek gidiyorum, böylece çok şey almıyorum. Az aldığım için de daha taze yiyebiliyorum.
İklim değişikliği, hava kirliliği, gıda ve tarımın durumunu düşündüğümüzde karar alıcıların ne yapması gerekiyor? Şu an yapılanları yeterli görüyor musunuz?
Bu konunun gündemimize bile taşındığını görmüyorum. “Sağlıklı şehirler nasıl olur”, bunu düşünmemiz lazım. Gıdayı hayatımızdan tamamen ayrı, sadece mutfaktaki bir şeymiş gibi düşünemeyiz. Gıdanın sürdürülebilirliğinin insanın yaşadığı ortamla bir ilişkisi var. Dolayısıyla şehirler sağlıklı olmadıkça, sağlıklı besinlere kolay bir şekilde erişemedikçe insanlar sağlıklı olamaz. Şu an Avrupa devletlerinin daha iyi, etkili politikaları var. Sağlıklı gıdaya daha iyi erişebiliyorlar, şehirleri yürümeye elverişli, daha fazla yeşil alanları var. Günümüzde insanların çoğu şehirlerde yaşıyor, Türkiye’de şehirleşme oranı %80’lerde. Bunun daha da artacağı öngörülüyor 2050’ye kadar. Özellikle bizim gibi gelişmekte olan ülkelerde çok daha fazla artacak. O zaman şehirlere gerekli önemi vermemiz gerekiyor. Bu da başta karar vericilerin, politika yapıcıların görevi. Bunu gündemlerine alıp, ulaşımdan konutların yapısına, şehir bahçelerine kadar her şeyi düşünmeleri lazım. Beslenme her şeyin içinde olduğu için, politika uygulayıcıların STK’lar, girişimciler ile dirsek teması kurması lazım. Hep birlikte toplumun sağlığı için neler yapılabileceğini gündemlerine almaları gerekiyor artık. Sağlıklı gıdaya, şehirlere erişmek hepimizin hakkı. Bu hakkın insanlara teslim edilmesi gerekiyor artık. Biz de bireysel olarak haklarımızı savunmalıyız.