Yazı: Ayşenur Arslanoğlu / Slow Food
Gıda politikalarını süreç içinde izlemek gerekiyor. Tarım bakanıyla eşleşen bir dönem programı oluyor, vizyon belirleniyor, o program harfiyen uygulanıyor. Ancak çok garip bir değişim var politikalarda; birden bu kadar ithalata yönelme, kotaları bu kadar açma çok kısa vadeli hareketler gibi geliyor bana. Ulusal tarım politikasının hiç değişmeyecek parametrelerinin konuşulmaya başlandığı bir dönemden gelinen bu nokta inanılır gibi değil. Çünkü gıda tartışılmaz bir güvenlik meselesi; siyah olması, beyaz olması, sağı tutması solu tutması fark etmeksizin. O güvenlik meselesini bu kadar rahat dışarıya bağlıyor olmalarına aklım ermiyor.
Slow Food, biyoçeşitlilik konuşan ve biyoçeşitliğin devamı için proje, çalışma üreten tek oluşum. Slow Food’un İtalya merkezinde bulunan Biyoçeşitlilik Vakfı’nın iki çok temel projesi var. Nuh’un Ambarı (Arc of Taste) adında, tükenmekte olan gıdaya yönelik bir envanter çalışması. Presidium ise bir tür etiketleme. Bir üretim protokolüyle üreticinin, o coğrafyanın, topluluğun gıda üretim biçimini devam ettirmeyi garanti etmesine yönelik onu bir protokole yönlendiren, bunun sonucunda da ürünlerinin pazarda değerini artıracak bir etiketleme, bir onurlandırma. Türkiye’de bugün resmi olarak Presidium’un bir karşılığı yok ama Tarım ve Orman Bakanlığı’nın tanıdığı coğrafik işaretleme benzer bir uygulama.
Toprak İkinci Kuşağa Devrolmuyor
Kapitalistleşmenin gıda ve tarım üzerindeki etkisinin daha dalgalı olarak, geç sirayet ettiğini düşünüyorum. Hâlâ otonom yapılar var köylerde, kırsalda. İnsanların kendi içlerinde döndürdükleri belirli düzenleri var. Şehre göçenlerin bile kırsalla kurduğu ilişki tamamen kopmuş değil. Modernleşme konusunda, Cumhuriyet’in kuruluş yıllarından 50’lere 60’lara uzanan derin bir yanlış anlama var. Kırsalda yaşayan insanın da bu anlayışla beraber gelen ekonomik koşullar içinde kendini bulması, eline ulaşmayan hizmet söz konusu. Dolayısıyla kırsaldakiler ve sahip oldukları arazi, toprak bir şekilde ikinci kuşağa devrolmuyor, ikinci kuşak oradan çıkmak istiyor. Burada bir kırılma var. Onun ötesinde hâlâ yaptıklarına değer vermiyor, bunların değer gördüğünü kavramıyorlar. Coğrafyanın batısına doğru baktığınızda mübadele ile değişmiş bir coğrafya, balıkçılık deseniz insanların doğasından gelen bir şey değil, sonradan adapte olmuşlar. Tamamen yaşamsal bir yerden bakıyorlar, kültürel bir kök salma, bilginin taşınarak devam etmesi söz konusu değil. Diyalog meselesi bunlar; o yüzden devlet, politika yapıcılar önemli. Bakanlık ve belediyeler yaşamsal olanı daha net belirliyor, düzenliyorlar. Dolayısıyla onların belirlediği prensipler çok daha hızlı etki edecek. Ama bu ülkede bir şeyler yapılanıyor sonra yeniden yapılanıyor. Alanlar bir açılıyor, bir kapatılıyor, bir kullandırılıyor, bir kullandırılmıyor. Zeytinlikler çok önemli örneğin. İmza kampanyası düzenleniyor, konu zeytinse ortalık yıkılıyor. Çünkü herkesin dünyasına dokunuyor. Çünkü o ağacın bir anlamı var, yediğin zeytinin, zeytinyağının bir anlamı var. Ama mera dediğinde, bu insana dokunmuyor. Hâlâ insanın aktif olduğu, etkin olduğu alanın ne kadar daha fazla ihtimal taşıdığını çok net görüyorsunuz. Öbür tarafta şans eseri kurtuldu meralar. Bir şekilde milletvekillerinin duyması sağlandı. Hepimizin aslında bütün bu politika süreçlerine dahil olma hakkı var.
Kendini Dönüştürmek, Dengeli Bir Düzende Yaşamak
Gıda toplulukları çok önemli. Bugün neredeyse bütün semtlerde bir kooperatif var. Üç-dört sene gibi kısa bir zamanda oluştu bunlar. Sivil toplum örgütleri ciddi anlamda bilgilendirme yapıyorlar, özel projeler üretiyorlar, projeleriyle bağlantılı paylaşımlar yapıyorlar. Birkaç yıldır sivil inisiyatifin, sivil toplum örgütlerinin süreç içinde ne kadar etkin ve belirleyici olduklarını konuştuk, buna çok inandık, sokaklara çıktık. Dolayısıyla bu bireylerde de farklı bir algı yarattı. Gerçekten “Her gün çatalınla oy veriyorsun” sloganı çok laf ola beri gele bir slogan değil, gerçekliği var.
Kendini dönüştürmek, kendi türünden ve diğer türlerden canlılarla bir şekilde daha ahenk içinde, daha dengeli bir düzende yaşamak gerekli. Hepimizin sakince, biliyorum çok da zamanımız yok ama kendine zaman tanıyarak, çevresinde hayatına giren, bedenine giren şeylere ayması ve dönüşüme başlaması lazım. Şimdi artık rehberleri de var bu işin.
Biz şimdi “Yeryüzü Diyeti” olarak Türkçeye çevirdiğimiz bir diyet yapıyoruz. Gıdanın her ne kadar iklim değişikliğinden etkilenen olsa da gıda alışkanlıklarının da iklim değişikliği konusunda bir belirleyici olduğuna işaret eden, dolayısıyla etsiz beslenme, sıfır atık ve yerel beslenmeye yönelten bir motivasyon kampanyası bu. Dolaylı etkilerini artık zaten sezgisel olarak biliyorum, ben pratiğini anlamak istiyorum, çünkü yapamayacağımız bir şeyi konuşmanın da anlamı yok. İnsanlar bu konuya kendi yapabilecekleri üzerinden bakmalı. Pratik edip, ne kadarının mümkün olduğunu anladıktan sonra etraflarına da yaymaya başlıyorlar ama etrafını dönüştürmek de biraz zaman alıyor.