Bu yazıyı okuduktan sonra çok azınız aynaya bakıp şöyle diyecek: “Gördüğüm şey, vahşi bir canavar.”
Yazı: Nihat NUYAN
Güneşli Pazartesiler filminin en etkileyici sahnelerinden birinde çocuğunu uyutmak için kitap okuyan Santa (Javier Bardem), bilinegelen Ağustosböceği ile Karınca masalında dehşete düşerek şöyle der: “Hikaye kimlerin neden ağustosböceği olarak doğduğundan bahsetmiyor. Bir kere öyle doğdun mu, hapı yutarsın.”
İşsiz bir bireyin evladını uyutmak için anlatması gereken avuntu ve azim dolu hikayelerin biraz uzağında, gerçekliğin göğsüne saplanan bir hançer gibi, uyku kaçıran bir yorumdur bu. Zira sınıf bilincinin değilse de ekonomik bilincin gösterdiği üzere; bir kere fakir doğarsan, hapı yutarsın…
Güneşli Pazartesiler: Gölgede Kalmanın Hüznü
BM tarafından belirlenen ve küresel refahın ilkeleri olarak benimsenen Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları (SKA), yoksulluk ve açlık ile mücadele ederken, insana yakışır iş ve çalışma koşullarının sağlanmasının gerekliliğine vurgu yapar. Huzur verici başlığı ile “Güneşli Pazartesiler” filmi ise aksi durumdaki yaşamların dramına ışık tutarken sorgulatır: Mesele gerçekten Ezop ve La Fontaine masallarında derlenen toplumsal hafızaya dayalı yargıların işaret ettiği gibi varlık zamanında biriktirmenin, yokluk döneminde hazırlıksız yakalanmamanın gerekliliği midir? Yoksa ekonomik yaşam standartlarını belirlemenin çoğu durumda sosyolojik gerekçelerle imkansız olduğu bir dünyada küresel kuzey ve küresel güneyin politik dinamiklerini görmezden gelmek mi?
Bu açıdan filmlere yöneltilen eleştirel bakış yeni farkındalıkların ortaya çıkmasına olanak sunabilir. Çünkü konvansiyonel sinemanın dışında duran, varsıllıkla yoksulluk arasındaki çizgiyi deşifre eden bir göz olarak politik kamera, sanatı bir mücadele alanı olarak kurgular. Sinema birleştirici bir güçtür; film, eğlence çarkının ötesinde politik bir çıkarımlar bütünüdür.
Sinema bir gerçeklik yaratımı, provokatif bir deşifre aracıdır. Sanat eseri olarak film, gerçeküstü bir yüceliktedir. Gerçek ise geçtiğimiz ay kaçak madende yaşamını yitiren bir mültecinin bedeninden kurtulmak için patronları tarafından yakıldıktan sonra yol kenarına atılmasının utancıyla yüzleşemeyeceğimizdir. Politik kamera, gerçeği görme aracı olarak bir perspektif arayışı, suskunluğa bir saldırıdır…
Los lunes al sol/Güneşli Pazartesiler haksız yere işsiz bırakılmış tersane işçilerinin hayata tutunma çabalarına odaklanan, 2002 yapımı bir Fernando León de Aranoa filmi. Santa rolünde Javier Bardem’in en iyi performansını sergilediği film muhtemelen. Göçmen olmanın değilse de işsiz olmanın, diğer bir ifadeyle ağustosböceği olmanın, her durumda varsıl olmamanın imkan yoksunluğundaki insan psikolojisine dair güçlü imajlarla örülü ve sinematografik açıdan tahrik edici bir gramere, tahrip edici bir öyküye sahip bir film. Eşit doğulmayan bir dünyada eşit imkanlarla şekillenmeyen insanların eşit şartlar altında yaşam sürdürme çabalarının eşit ölçüdeki imkansızlığı üzerine bir film denebilir özetle. Sosyoloji kaderdir, kapitalizm adlı sömürüye dayalı sistem ise kaderin gerçek hayattaki tezahürüdür; yoksulluk bir “seçenek” olarak sunulmaz. Henry Miller’ın “Yengeç Dönencesi” kitabında dediği gibi, “Cehennem azabı çekecek olanlar, kendilerine uygun cehennemi ısmarlayamıyorlar”dır çünkü.
Hüzün Üçgeni: Eşitliğin İfşası
Ruben Östlund’un “Hüzün Üçgeni” filmi de günümüzdeki sosyal gelir adaletsizliğine odaklanan 2022 yapımı ve hiciv dolu olması nedeniyle zevkle izlenebilir bir film (bir de tabii yanmış bir ölü mülteci bedeni yol kenarındaki) olduğu için bu bağlamda değerlendirilebilir. Zira “Hüzün Üçgeni” henüz ilk sahnede eşitliğin ve adaletin topografisine bakar. Hayatta avantajlar ve dezavantajlar alansal olarak değişir. Film, erkek modellerin kadın modellerden “üç kat daha az” kazandığını söyleyerek, varsıllıkla yoksulluk arasındaki çizgiyi neşterle kazır. Kimi durumda avantaja çeviremeyeceğimiz tek şey yoksulluktur. Zararımızın çokluğu bazen değiştiremeyeceğimiz pozisyonlarımıza bağlıdır. Satrançta da böyledir bu, aşkta da.
Filmde ise Östlund; “…stilize dünya imajıma uymayan herhangi bir şeyle ilgilenmem” dedirten markaların “Siz de bu gülen, karışık ten renkli grubun parçası olabilirsiniz. Üstelik çok da pahalı değil! #dostluk, #herkeseşittir, #mutluhayat, #iklimdeğişikliğinidurdurun” yaklaşımındaki yeşil boyamasına (greenwashing) mizahi fakat yırtıcı bir dille yaklaşır.
Kimsenin bilmediği kimi moda akımlarının altında ağır dramlar vardır aslında. Düşük bel pantolon örneğin, siyahilerin polis baskısını protesto etmek için başlattıkları bir tür eşitlik arayışıdır. Yırtık pantolonlar da yoksulluktan türedi. 90’larda çocukken görece bizden daha az fakir fakat görece modayı bizden çok daha iyi bilen liseli Hidayet Abinin, arkadaşı olan işçi abimden boyacı tulumunu istemesindeki şaşkınlığımız da henüz geçmiş değil, yırtık sarı işçi çizmelerimizin (görece) lüks mağazaların vitrinlerini süslemelerinin yarattığı hayret de…
Triangle of Sadness/Hüzün Üçgeni filminde yalnızca moda sektörü veya kadın ile erkek arasındaki eşitlik sorununun sosyolojik ve evrimsel psikoloji bağlamındaki tartışmasına değil, aynı zamanda hizmet sektörünün katmanları arasındaki korkunç ayrımcılığa da vurgu yapılır. Seçkinlere hizmet edenlerle, hizmeti üretenler arasında da ekonomik statü ve beklenti farklılıkları vardır. Baskın ideolojik temsilde bir erkek veya bir kadın değilsen, yine ağustosböceğisindir özetle.
Kapitalist sömürü düzeninin eleştirildiği filmde sosyalizmin “cehennem” olduğu göndermesine, sermaye sahiplerinin “kanserli hücreler” gibi yayılmasına atıfta bulunarak yanıt verilir. Bu anlamda, ölen eşinin parmağından pırlanta yüzüğü çeken adam metaforu, (patronları tarafından yakıldıktan sonra yol kenarına göçen yanmış göçmen bedeni bir ağustosböceği) kapitalizme filmde yöneltilen en sert özdeşliklerden biri olarak görülebilir.
Elbette samimiyetin uzağındaki türlü duyarlıklara demediğini bırakmayan yönetmen, ekolojik gerçekliği ise inkar etmeden ortaya döküyor. Ekonomik skalanın en altından biyolojik skalanın en üstüne geçen Abigail’in derhal “devletleşmesi” ve “halkına” gidip kendi yemeklerini bulmalarını emretmesi sonrası Carl’ın ıssız bir adada olmasına karşın plastik atıklar arasındaki “olağan” yemek arayışı verilir. Neticede Abigail, kendi doğasını tahsis eden bir iktidarken, medeniyetle tekrar karşılaşınca onu reddeder. Çünkü medeniyet onun için bir yoksunluk ve hiçlik mertebesidir.
Özetle ve basitçe kapitalizm her şeyimizi alır der film ve bir gün doğada yaşamak zorunda kalsak ateş yakamayacağımız halde yaşatır. Kapitalizm bir muhtaçlıktır. Doğa ise komün yaşamı gerektirir. Doğa, mücadele eden ve birleştiren ruhuyla insanları bir arada eşitçe yaşamak “zorunda” bırakır ki bu yüzden de doğayı gözetmek gerekir. Hayvanlar üzerindeki ilkel tahakkümlere son vermeyi bir de…
Bu kadar can sıkıcı film ve konunun üzerine bonus yerli film önerisi: Kaçak işletilen bir madende iş cinayetine kurban giden bir düzensiz göçmen patronları tarafından #buülkede #gözlerimizinönünde #yakıldı ve bedeni #yolkenarınaatıldı.
Şimdi başa dönelim: iktidarların çıkarcı politik tutumları ve sömürü düzeninde işçiler ve işsizler olarak, göçmenler ve ağustosböcekleri olarak kimileri yeryüzünün herhangi bir yerinde hayatta kalma mücadelesi veriyor. Bizler, aynaya bakıp gülümsüyoruz.
Politik kamera, huzursuz seyirler diler.
Bu yazı ekoIQ’nün 109. sayısında “İki Yabancı Bir Yerli Önerdim!” başlığıyla yer almaktadır.