İçindeymişik, Yeşilmişik…

EKOIQ’nun çok sağlam bir okuyucusu var: Redaktörümüz Şöhret Baltaş, derginin her yazısının her kelimesini okuyor, düzeltiyor, uyarılarda bulunuyor. Bu ayrıntılı okuma serüveninin sonuçlarını bizimle paylaşan Baltaş, “başına açtığımız işlerin” de küçük bir bilançosunu çıkarıyor.

Şöhret Baltaş 

EKOIQ ile tanışmam, derginin son okumasını üstlenmemle başladı. Dergide yer alan yazıların “son ütücü”sü olarak zaman zaman odaklanma zorluğu yaşadığımı itiraf edeyim. Zorluk şuradaydı: Düzelti işi, içeriğe çok dalmadan, metinle aranda bir mesafe bırakarak teknik bir gözle bakmanı gerektirir; ama ben çoğu kez, EKOIQ’daki yazıların içeriğine kapılıp gidiyordum. Bilmediğim öyle çok şey öğrendim ki bu süreçte, adeta ben harflerle oynarken dergi de beni dönüştürdü. Dünya halleriyle ilgili, okuyan yazan biri olarak “yeşil bir hayat” hakkında ne kadar az bilgim olduğunu şaşkınlıkla ve çoğu kez mahcubiyetle fark ettim.
Bizler; okuyup yazan ve kendini dünyadan haberli sayan bizler, ekoloji vurgusunu çevresel yıkıma karşı çıkmaktan ibaret sanıyorduk. Bu doğruydu elbet ama işin A’sıydı sadece. Geride bütün bir alfabenin harfleriyle ortaya çıkarılan kocaman bir yazınsal birikim vardı. Dünyanın çeşitli ülkelerinden çok sayıda yazar ve aktivistin gözlerimizin önüne serdiği bu “yeşil yaşam”, okul şiirlerindeki “ağaç dikelim, çöp atmayalım” özetlerine sığacak gibi değildi. Yerel gıda üreticiliğinden alternatif enerji deneylerine, tekstilde organik atılımlardan küresel su sorununa, dünyanın büyük bir bölümünün maruz kaldığı açlık tehdidinden alternatif ulaşım ve mimarlık biçimlerine kadar aslında yaşamın her alanında örülmesi gereken ağlar, bugünden yarına mutlaka değişmesi gereken anlayış ve tutumlar vardı.
İşte ben de farkında olmadan kendi yaşam alanlarımı ekolojik açıdan değerlendirmeye, doğaya uygun olmayan alışkanlıklardan yapabildiğim ölçüde kaçınmaya başladım. Çabalarımı sürdürürken ilginç bir noktayı da fark ettim; kadınlar yaşamın doğal olmayan alışkanlıklarından uzaklaşmaya daha eğilimli ve daha özenliydi. Deterjanlar yerine doğal temizlik, katkılı gıdalar yerine ev yapımı ürünlere yönelim, atıkların ayrıştırılması gibi konularda çözüm arayışları, tanıdığım pek çok erkekten daha fazlaydı. Belki de gündelik hayatı bizzat onlar “yaptığı” için, ne yiyeceğimiz, ne giyeceğimiz, ne kullanacağımız, hastalıklardan nasıl korunacağımız ve çocuklarımıza nasıl bir gelecek bırakacağımız öncelikle onları ilgilendiriyordu. Bu noktadan bilgilerimizi paylaşmaya başladık; evde yoğurt yapma, mevsimi dışında sebze meyve almaya karşı kesin tutum, hormonlu sebzeyi tanıma pratikleri, deterjan yerine doğal temizleme çözümleri, homojenize ve pastörize ne demek bilgileri, bu alerjik çocukların nereden çıktığına dair paylaşımlar, antibiyotikler ve ninelerimizin tedavi yöntemleri… Yaşamın içindeki bu pratik, medyaya da birebir yansıdı; doğal çözümlere dair bilgiler önce kadın programlarında yer buldu. Aynen bizim mutfaklarımızda olduğu gibi, kadın programlarındaki stüdyo-mutfakların raflarını da adaçayı, biberiye, kişniş, safran, fesleğen ve binbir otla dolu kavanozlar doldurmaya başladı. Bir zamanlar eve alınan hazır gıdalardan hızla uzaklaşıldı ve bunun sonucunda marketlerdeki birçok ürün, etiketine “katkısızdır” ibaresi koymak zorunda kaldı.
Birçok alanda doğaya yaklaşmak, sağlıklı olduğu kadar ekonomik de. Bin çeşidi çıkan deterjanlar yerine arapsabunu kullanmak, hazır soslar yerine evdeki malzemeyle sos yapmak, mevsim dışı sebzelerden vazgeçmek kolay, sağlıklı ve ekonomik. Ancak bazı alanlarda ekolojik bütünlüğe uygun yaşamak, gelir düzeyi yüksek olmayanlar için hâlâ çok zor.

Geren Damlı bir Evim Olsa…
Bunlardan birinin inşaat alanı olduğunu, bir vesileyle öğrenmiş bulunuyorum. Doğup büyüdüğüm Ege’nin bir köyünde, hazır evlere paramız yetmediği için bir arsa aldık geçtiğimiz yaz. Tabii arsa olunca, “nasıl bir ev” sorusu gündeme geldi. İki kat betonu atarsın, oldu sana bir ev işte… Herkesin aklına gelen ilk çözüm bu, üstelik en ekonomik olan da bu. Ama biz, -hani EKOIQ da okuyoruz ya- yazlarımızı geçireceğimiz bu küçük evin şehir evlerinden daha farklı, içinde yer aldığı doğaya daha uyumlu bir ev olmasını arzu ettik. Ettik ama araştırmaya başlayınca konunun derya deniz olduğunu gördük. İnternette arama motorunuza “köy evi”, “yeşil ev”, “ekolojik ev” gibi şeyler yazın da, ne demek istediğimi anlayın. Ama hakkını yemeyeyim, karşıma çıkan her web sitesinden birçok şey öğrendim, öğrenmeye devam ediyorum.
Mesela iç mimarlık yapan bir arkadaşım, öncelikle yörenin geleneksel mimarisine bakmamı önerdi. Çünkü yüzyıllardır orada yaşayan insanlar, hangi teknik donanıma sahip olursak olalım, yörenin coğrafyasına, iklimine uyumlu evler yapmayı bizden iyi biliyorlar. Böyle olunca geleneksel köy evlerinin mimari yapısına bakmakla işe başladım. Ege evleri, küçük pencereleriyle iç mekânı, bitişik nizam dizilerek de daracık sokakları güneşin yakıcı sıcağından korumayı seçmiş. Arka bahçe ya da avlular ise masası, tahta sedirleri, kuyusu, tulumbası, çiçek saksıları, tel dolaplarıyla tam bir yaşama alanı. Evler genellikle kâgir veya yığma taş.
Geleneksel mimariye ilişkin araştırmalarımda gördüm ki, şu “teknoloji çağı” diye övmelere doyamadığımız zamandan çok önceleri, insanlar yaşadıkları sorunlara dünyaya uyumlu çözümler üretirken pek çok alanda bizi geride bırakmışlar. Evet, gerçek bu.
Mesela “geren dam” geleneksel Ege mimarisinde çokça kullanılan bir yöntem. Çatıyı yaparken sırasıyla tahta mertekler, kamış, okaliptüs, mersin ve zakkum yaprakları, erişte, aktoprak kullanılmış, en üste de geren adı verilen kuruyunca çatlayan, verimsiz, killi toprak konuyor. Bu damın ömrü, uzun süre bakımsız bırakmazsanız asırlık… Ayrıca Ege’nin kuru sıcağında evin nefes almasını sağlıyor, yükselen ısıyı dışa vererek mekânı soğutuyor; kışları ise yağmuru hiç bitmeyen Ege’nin nemli ayazına karşı ısıyı içeride saklıyor. Şu anda “çağdaş” tekniklerle bunu sağlayan bir yöntem yok. Dört duvar beton, içine de klimadan başka çözüm üretilmiyor.
Ama sevgili küçük hayalim vesilesiyle araştırmaya başladığımda bir şeyi fark ediyorum ki; çağın yeniliklerini gözü kapalı kabul etmeyip sorgulayan, tarihin deneyimlerine kıymet vererek yaşamını dünyaya dost bir noktadan kurmaya çalışan ne çok insan varmış meğer… Benden çok daha önce yola çıkmış, hatta epey yol almış birçok insan kendilerine bu yaşamı kurmakla kalmamış, ardından gelenlerin yoluna izler bırakmak için deneyimlerini paylaşmışlar.
Öncelikle ekolojik yaşam felsefesinin unutulmaz ismi Victor Ananias’ın anısını yaşatan, Çanakkale Küçükkuyu’daki Çamtepe Yaşam Kültür Merkezi’nin web sitesini anmam gerekiyor. https://camtepe.org adresine tıkladığımda Merkez’in binasının yapılma aşamalarından, kendine yeterli bir doğal döngünün nasıl kurulabileceğine kadar pek çok deneyim paylaşımı çıktı karşıma. Bir göz isterken iki göz bulmuş gibi oldum doğrusu…
Binanın yapımında, geleneksel mimarinin vazgeçilmezi olan kireç kullanılmış. Pencereler gün ışığını içeri alacak kadar büyük ama ısıyı kesmek üzere kepenklerle korunmuş. Kepenkler alışılanın tersine dışarı değil, içeri konmuş ve hem daha uzun ömürlü olması sağlanmış hem de kullanım alanı oluşturan nişler yaratılmış.
Odun yanan şöminenin içinde sürekli kaynayan bir kazan var, ısınan su devridaim pompasıyla kaloriferlere gönderilmiş ve merkezi ısınma sağlanmış. Ege güneşinden yararlanmamak olmaz tabii, çatıda da güneş panelleri var.
Daha ilk adımda birçok şey öğrendim ama ben Çamtepe’liler gibi bilgi ve deneyim sahibi değilim, üstelik kolektif değil, bireysel bir süreç bekliyor beni. Bunu düşünmek biraz korkutuyor beni ama internetteki eko-mimarlık turuma devam etmekten de geri durmuyorum. Ekolojik mimarlık hakkında bilgiler, eko-köy şeklinde inşa edilmiş yazlık “siteler” ve buralara çağıran inşaat firmaları… Derken işte, sonunda bana cesaret verecek, en azından korkumu azaltacak aradığım şeylere ulaşıyorum galiba. Tıpkı benim gibi, sadece bir iyi niyetle, bilgi ve deneyimi olmadan yola koyulan insanlarla tanışmaya başlıyorum. Bana en gereken şey, böyle tanışıklıklar işte… Acaba onlar nereden başladı, nasıl yol aldı, onca detayın altından nasıl kalktı? Yüzünü görmem gerekmiyor, onlar şu anda benim elimden tutacak arkadaşlarım…
İlk arkadaşım, Zeynep Bilgi Buluş. “Küçük evimin güncesi” adlı blog’unda, adından da anlaşılacağı gibi doğaya dost bir evin kuruluş sürecine dair günlük tutmuş: https://kucukevim.wordpress.com
Eylül 2008’de, eşiyle birlikte Ankara’daki yaşamlarını bırakarak, Samsun Bafra’nın Koşu Köyü’ne göçmüşler. Bir çiftlik evi ve doğayla iç içe bir yaşam hayaliyle… Hayal güzel ama gerçekler her zaman güzel değil… Hele bilgi ve deneyimle donanmış değilseniz…
Zeynep Bilgi Buluş, kendi yaşadığı deneyimi aynı yola düşmeye niyetlenen başkalarıyla paylaşma isteğini şöyle anlatıyor: “Evimizin tasarım, projelendirme, inşaat sürecinde karşılaştığımız güzellikler, zorluklar, destekçilere ilişkin olacak. İstiyorum ki, bizim gibi yola çıkanlar, bu sayfalardan faydalansın, ilham alsın veya yeri geldiğinde hatalarımızdan ders alsın.”
Arkadaşlık, bu değil de nedir ki?
Blog’da, yapı malzemesinden yalıtımına, bahçesinden güneş mimarisine kadar günbegün bir evin ayağa dikilmesine tanık oluyorum. Heyecanlanıyorum, seviniyorum. Bu dünyada, sizi ürküten bir şeyle başa çıkmanın en iyi yolu, sizden önce deneyip başarmış olanları hep akılda tutmanızdır. Bir kişinin, sadece bir kişinin bile bunu yapabilmiş olması, sizin de yapabileceğinizin kanıtıdır.
İşte benim de hikâyem başladı. Bakalım, doğaya yaklaşarak yaşama niyetim, nasıl bir hikâye olacak? Tanımadığım dostlarımın deneyimlerini anlatarak, kendi deneyimlerimi de buna katarak bu hikâyeyi sizlerle paylaşmak istiyorum.
Katkıda bulunmak isterseniz, bu hikâyeyi birlikte de yazabiliriz.

Görüşmek üzere…
sohretbaltas@gmail.com

EKOIQ Dergisi Şubat 2013 Sayı: 26

Önerilen makaleler