Türkiye’nin yurt dışındaki en önemli sosyal adalet ve iklim araştırmacılarından ve BM Gıda Hakkı Özel Raportörü Hilal Elver, altında imzası bulunan derleme kitapta iklim sorunlarına kalıcı çözüm üretilememesinden İklim A.Ş. olarak adlandırdığı sistemi sorumlu tutuyor. Elver, çözüm arayışlarını belli bir kalıba sıkıştıran, o kalıbı aşmaya çalışanları aşırı iyimserlikle ve naiflikle suçlayan bu sistemi hayal gücümüzü kullanarak alt edebileceğimizi aktarıyor.
Berkan ÖZYER
Dünyadaki mevcut ekonomik sistem, iklimsel sorunlara daimi çözümler üretmekte yetersiz kalıyor. Üstelik bir çözüm düşünen kişiyi bile belirli bir sınırın içinde kalmaya zorluyor, o sınırı aşmaya çalışınca aşırı iyimser, naif, ütopyacı olmakla suçluyor. Bunu en son Paris İklim Zirvesi’nde de gördük. Coşkuyla karşılanan büyük vaatler, coşkulu hedefler aylar geçtikçe havada buharlaşmaya başladı bile. Peki, çözüm ne? Türkiye’nin yurt dışındaki en önemli sosyal adalet ve iklim araştırmacılarından Hilal Elver’in, küresel çevre politikası ve etiği üzerine çalışan Washington Amerikan Üniversitesi’nden Paul Wapner ile hazırladığı derleme kitap, sorunumuzun kökenini şöyle isimlendiriyor: İklim A.Ş.
Türkçeye çevrilmeyi bekleyen ve İngiltere merkezli saygın yayınevi Routledge tarafından yayımlanan İklim Değişikliğini Yeniden Düşünmek (Reimagining Climate Change) kitabı 10 ayrı makale ile edebiyattan teknolojiye, gıda hakkından iklim adaletine pek çok başlıkta yeni bir sistemin ipuçlarını veriyor.
Kitabın editörlerinden Hilal Elver, esasında Türkiye’deki tartışmalarda çok daha fazla yer tutması gereken bir isim. Çevre Bakanlığı’nın kuruluşunda hukuk müşaviri olarak görev alan, 1996’dan bu yana ABD’deki çeşitli üniversitelerde ders veren Elver, 2002’de Uluslararası Nehirlerin Barışçıl Kullanımı: Fırat ve Dicle Vakası kitabını hazırlamıştı. 2012’de ise Oxford University Press’ten Başörtüsü Tartışması, Sekülarizm ve İbadet Özgürlüğü kitabı yayımlanmıştı. Haziran 2014’ten bu yana Birleşmiş Milletler Gıda Hakkı Özel Raportörlüğü görevini yürüten Elver, bu süre içinde özellikle gelişmekte olan ülkeleri odağına koyarak gıda krizinin kaynaklarını ve çözüm imkanlarını araştırıyor. Elver ile dört yıllık bir çalışma sonucunda hazırlanan bu derleme kitabı ışığında küresel iklim krizinin kökenlerini, çıkmazlarını, atılacak adımları konuştuk.
İklim A.Ş.’yi nasıl tanımlarsınız?
Ana akım medyanın, ana akım devlet politikalarının ve uluslararası organizasyonların ürettiği iklim değişikliği politikası, sanki böyle bir şirketleşme halinde. Yani karşımızda tek tek petrol şirketleri ya da herhangi bir başka aktör değil, hepsinin birleştiği genel bir retorik ve anlayış var. Biz de bunu bir şirket gibi düşünelim dedik. Biraz da tabii serbest piyasa ekonomisine karşıt bir alternatif üretmek istediğimiz için bunu A.Ş. olarak tanımladık. İklim A.Ş. konsepti ile ilgili birkaç tane yazı var. Bu bizim çıkardığımız bir konsept değil. Ama çok yaygın değildi. Kitabı şöyle özetleyebilirim: “İklim A.Ş.’nin karşısına hayal gücümüzü de kullanıp nasıl bir alternatifle çıkabiliriz?” Kitaba bu amaçla başladık.
itapta ısrarla İklim A.Ş. ile bugün gelinen noktada başarısız olunduğunun üstünde duruluyor. İklim A.Ş. neden başarısız oldu?
Çünkü bu iklim konusuna bir şirket mantalitesiyle baktığınız zaman başarıya ulaşmak mümkün değil. İklim değişikliği üzerindeki politikaları, mesela seragazı salımlarını azaltmayı serbest piyasa ekonomisinin politikalarıyla yönlendirmeye çalışıyoruz. Şimdiye kadar yapılan uluslararası toplantılarda ve üretilen politikalarda piyasa ekonomisine uygun politikaları önemsedik. Bunların sonucunda bugün karşımıza çıkan tabloda olduğu gibi seragazı salımlarının arttığını görüyoruz. Türkiye’de olduğu gibi hâlâ dünyanın her tarafında insanlar fosil yakıtlarla devam ettiriyorlar hayatlarını. Yeni fosil yakıt projeleri ortaya çıkıyor. Demek ki biz bunu beceremiyoruz. Bu şekilde yaptığımız takdirde seragazı salımlarını azaltacak, iklim değişikliğini çözecek politikalara ulaşmamız imkansız. Bunu zaten Paris İklim Zirvesi’nde de gördük. Paris’te devletlerin yaptığı taahhütlere rağmen 1,5 derece gibi bir hedefin tutturulmasının imkanı olmadığını gördük. Zaten dokümanın içinde de yazıyor bu. Demek ki yaptığımız politikalarla sıcaklığı 1,5 derecede tutamayacağız. Bu kadar açık. Bunu Paris de böylece belirginleştirdi. Peki bu durumda ne yapacağız? Başka şeyler yapmamız lazım. Biraz daha hayal gücü kullanmamız, yani olması zor olan politikalara olur gibi bakmamız lazım.
Paul Wapner giriş yazısında İklim A.Ş.’nin insanların çözüm önerilerinin önünde bir duvar ördüğünü belirtiyor. Ve bu duvarı geçmek isteyen insanlar, aşırı naif olmakla itham edilmekten korkuyor.
En iyimser ihtimalle size ya naif ya da ütopyacı diyorlar. Ya da en ciddi ihtimalle radikal olarak tanımlanıyorsunuz. Yapacağınız önerilerin hiçbir şekilde normal hayatla ilgilisi olmadığını söylüyorlar. Örneğin ben agro-ekoloji ile ilgili konuşmalar yaptığım, raporlarımda agro-ekolojiyi savunduğum zaman bana ütopyacı diyorlar. “Dünyada 2050 senesinde 9 milyar kişi olacaksa, endüstriyel tarımı bırakıp agro-ekolojiye uygun bir tarıma geçmek, küçük toprak sahiplerini savunmak söz konusu değil” sözleriyle karşınıza çıkıyor bu duvar. Bunun alternatifini bırakın pratiğe geçirmeyi, düşünmek bile söz konusu değil. O yüzden bu kitabın en önemli özelliği şimdiye kadar radikal gibi görülen, hayalci olmakla suçlanan politikaların aslında var olması gerektiği.
Peki o radikallikte bir sınır var mı?
Aslında tabii var. Bu konunun demokrasiyle doğrudan ilişkisi var. Sadece ulusal değil, uluslararası demokrasi de çok önemli. Çünkü böyle bir sorun da var. Uluslararası alanda her ülke eşit sese sahip değil. Bizim hem ulusal hem uluslararası alanda demokratik bir ortamımız varsa, biz bu radikal fikirleri bu ortam içinde sonuna kadar savunabiliriz. Ama demokratik bir sistem yoksa ve bu demokratik olmayan sistem, şirketleşmenin getirdiği alternatifleri savunuyorsa o zaman hiçbir yere varmak mümkün değil. Yani bu radikal fikirlerin sınırı, çok iyi çalışan bir demokrasi. Burada tutup da devrim yapalım, ülkeleri başka bir yönetime geçirelim demiyoruz ama hiç olmazsa demokratik olsun. Yok ki bu demokrasi şu anda… Mesela şu anda ABD’de başkanlık seçimlerine dair konuşmalar bizim kitapta anlatmak istediklerimize uyuyor. Demokrat Parti adaylarından Bernie Sanders’ı ütopist ya da radikal olarak görüyorlar. Adam radikal falan değil, sadece “Artık bunu yapamayız” diyor. Yani parasız eğitimden, iklim değişikliğini ciddiye almaktan, asgari ücreti yükseltmekten bahsediyor; diyorlar ki “Sen radikalsin.” Bu radikalin tanımını da yapmak lazım. Paul Wapner kitabın girişinde Karl Marx’tan şöyle bir alıntı yapıyor: “Radikal olmak konuların kökenine inmektir.” Kaynağını irdelemediğin bir politikada sen hiçbir iş yapamazsın diyor ama kaynağını gördüğün zaman da sana radikal diyorlar.
Bir yandan da dediğiniz gibi on yıllardır bu alanda çalışan STK’lar, bilim insanları, devletin çeşitli birimleri var. Fakat bunlar mevcut yapıda ilerliyor. Peki bu yapıda gittikleri sürece, bu çalışmalar başarısız olmaya mahkum mu kalacaklar?
Kesinlikle. Eğer biz “business as usual” ile normal hayatımızı sürdürürsek iklim değişikliğinin etkilerini azaltmak, durdurmak söz konusu değil. Enerji politikaları dünyanın neredeyse her yerinde aynen devam ediyor. Paris’te düşük karbon ekonomisine geçeceğiz dediler. Kim geçti? Belki bir iki Kuzey Avrupa ülkesi yavaş yavaş geçmeye çalışıyor. Ama dünyanın genelinde ilerleme yok. Radikal bir değişim geçirmedikçe bu yönde bir şekilde başarılı olmamız imkansız.
Paris gerçekten bunun çok büyük bir örneği. Mevcut düzen, ara ara zirvelerle, ataklarla sanki insanların ara gazını alıyor gibi geliyor. Bu, sistemin bir ayağı gibi…
Tabii, aslında en büyük yanıltmaca ve uyutma bizim bu iklim değişikliği konferanslarıyla oluyor. Sözleşmenin yapıldığı 1992’den ve yıllık toplantıların başlatıldığı 1995’ten beri birkaç yıl hiçbir şey yapılmıyor, problemler devam ediyor. Ondan sonra her beş yılda bir atak yapılıyor, o atakta insanlar “Ha tamam bu sistem çalışacak” diyor, ondan sonra bir uyuma dönemi daha geliyor, birkaç yıl sonra tekrar bir atak başlıyor. Uluslararası organizasyonların da kendileri için bir yaşam politikaları var. Siz oradaki sistemi bitiremezsiniz, çünkü her ülkeden veya BM’den o sisteme hayatını veren binlerce insan var. O sistem kendini korumak zorunda. Bunun için de bir sona yaklaşıldığı zaman birkaç yılda bir adımlar atılıyor. Neden Paris önemliydi? Kyoto bitiyordu ve onun yerine bir şey konulması gerekiyordu. Kyoto zaten baştan beri başarılı olmayan, uygulanamayacak bir sözleşmeydi. Ona rağmen bitiş tarihi önemli bir olay oldu, “Hadi şimdi de Paris’le uğraşalım” dediler. Paris zaten 2020’ye kadar ortada olmayacak; 2020’den sonra Paris’teki taahhütleri kim inceleyecek? 2023’e kadar ortada hiçbir şey yok daha. 2023’e kadar herkes dörtnala gidiyor şu anda. O nedenle bu sistem kendini koruyor.
Sistemin bizzat içinde yer alan bir insan olarak eleştirileriniz çok daha kıymetli. BM yapısı içinde görüşler nasıl?
Biliyorsunuz, BM ülkelerden meydana gelen bir kurum. Kendi başına bağımsız bir sesi yok, kuvvetli olan üyelerinin sesiyle devam ediyor. Bizim cumhurbaşkanımızın da söylediği gibi beş tane karar veren devlet var. BM’nin bağımsız bir ses sahibi olması çok zor. Mesela genel sekreter bu beş ülkenin konsensüsü ile seçilir. Dolayısıyla bu insanın da orada oturması için beş ülkenin dediklerinden fazla dışarı çıkmaması gerekiyor. Bu, en basit örnek. İklim değişikliği sistemine de girdiğimiz zaman şunu görüyoruz, üye ülkeler ne isterse oluyor, istemezse olmuyor. İklim değişikliğindeki kararların alınmasında bütün ülkelerin birleşmesine dair mecburiyet, yani konsensüs kuralı bir yandan da hiçbir şey yapılamayacağı anlamına geliyor. Bunu eleştirince de “Demokrasi istemiyor musunuz? İşte demokrasi, bütün ülkeler aynı noktada buluşuyor” diyorlar. Demokrasiyi bu şekilde tanımlarsak hiçbir yere varmamız söz konusu değil iklim değişikliği konusunda.
Bu sistemin yerine koyacağımız, hayal gücümüzle üreteceğimiz sistemin prensipleri neler olacak? Ya da nereden başlayacağız?
Richard Falk, kaleme aldığı bölümde uluslararası sistemin zaman açısından eleştirisini yapıyor ve “İklim değişikliği politikaları için zaman uygun değil. Coğrafya kavramının dışında zaman kavramının da önemi var” diyor. Politikacılar sadece belli zamanlarda yönetimde olduğu için o dönemlere göre politika yapıyor, ileriyi düşünmüyorlar. Ben şunu düşünüyorum; uluslararası sistemi objektif, demokratik ve çalışılabilir bir sistem haline getirmek istiyorsak o zaman sistemi değiştirmemiz gerekiyor. İklim değişikliğinden örnek göstereyim; kim oturuyor BM müzakerelerinin yapıldığı masada? Diplomatlar. Bunlar ülkelerin dışişleri bakanları, başbakanlarıyla sınırlı. Dışişleri bakanları ve başbakanları kararlarını ya diğer ülkelerle olan ilişkilerine, ya da o ülkenin ekonomik sistemine uyup uymadığına göre veriyorlar. Eğer zaten ABD gibi büyük bir ülkeyse, şirketlerin ve özel sektörlerin etkisi altında kalınıyor. Bu etkiler altında diplomatlar bizim için karar veriyor. Sizce verdikleri bu kararlar bizi temsil ediyor mu? Çok zor. Sizin sesiniz yapılan müzakerelerde duyuluyor mu? Duyulmuyor. Zaten iklim müzakerelerinde STK’lara en fazla toplantının en sonunda birkaç saat ayırıyorlar, o da konuşmaları, fikirlerini beyan etmeleri için. Bu kadar. Bu sistem içinde biz ne kadar ileri gidebiliriz? Demek ki bir temsil problemimiz var uluslararası alanda. Kim kimi temsil ediyor? Temsili daha geniş bir alana yaymamız lazım. Eğer Çin’i, ABD’yi, Türkiye’yi temsil eden kişi bir diplomatsa, o beni temsil ediyor diye düşünemiyorum. Oradaki insanın aslında bir toplumsal zihniyeti temsil etmesi lazım. Tabii bu ütopya. Ama ütopyayı ancak konuşarak yavaş yavaş akla daha uygun hale getirebiliriz. Bunu başarmak çok zor ama bir şekilde başlamalıyız.
O zaman ilk adımı devletlerin atması gerekiyor.
Tabii devletler bu sistemin demokratik olmadığını, demokratik bir sisteme geçmemiz gerektiğini kabullenmeli. Bu durumda BM’nin de bir reforma ihtiyacı var. BM’de kim, kimi temsil edecek? Diyelim ki bazı ülkeler daha kuvvetli, diğerleri daha kuvvetsizse bizim zaten sesimiz pek çıkmıyor demektir. Tabii bu duruma yönelik önerilerin devletlerden çıkması gerekiyor. O zaman bir çıkmaza giriyoruz. Kuvvetli olanlar da kuvvetlerinden gönüllü olarak vazgeçmek istemiyorlar.
Evet, kim kuvvetinden vazgeçer? BM’nin en antidemokratik ayağının BM Güvenlik Konseyi olduğu söylenir. Orada en ciddi konuları devletlerden biri daima veto ediyor. Bu veto hakkından vazgeçilmesini nasıl halledeceğiz? Böylece çıkmaza giriyoruz. İklim değişikliğinde bu çıkmazı çözümlemenin yolu STK’lara daha fazla yer tanımaktan geçiyor. BM’de hâlâ o noktaya gelemedik. Bazı forumlarda STK’ları dinliyorlar, söz hakları oluyor ama karar mekanizmalarına geçme hakkı yok. Bu tartışmanın yayılacağını öngörüyor musunuz?
Bir şekilde devam edecek. Çünkü birkaç tane büyük problem olduğu takdirde dünya devletleri yavaş yavaş o konularda konuşmaya başlıyorlar. Çernobil bu açıdan çok önemli bir olaydı. Çünkü Çernobil’den sonra yasal sistem değişti. Biraz daha dikkatli olmaya başladılar. “Bunu nasıl önleyebiliriz”i konuşmaya başladılar. İklim değişikliğinin ciddi global bir bunalıma yol açtığını gördükleri anda konuşmaya başlayacaklar. Ama bunu görmeden maalesef olmuyor.
İklim A.Ş. yerine yeni bir sistem kurarken teknolojinin konumu da önemli. Suudi Arabistan’ın aşırı su tüketen, çölde buğday yetiştirme projesi ve Birleşik Arap Emirlikleri’ndeki hayli yavaş ilerleyen ve neredeyse durma noktasına gelen Masdar City girişimi örnek göstererek modernitenin getirdiği sorunlara modernite ile cevap üretilemeyeceği söyleniyor. Bu durumda hayal gücümüzü kullanırken teknolojiyi nereye oturtacağız, onu nasıl kullanacağız?
Hayal gücü dediğimiz zaman hemen aklımıza teknolojik gelişmeler geliyor. ‘Yeni bir araç olacak, yeni bir fikir gelecek, biz bu sorundan kurtulacağız’ diye düşünüyoruz. Aslında onun yerine ya da onunla birlikte, yaşam tarzına yönelik çözümlerin daha normal biçimde hayatımıza nasıl gireceğini düşünmemiz lazım. Yani örneğin kendi karbon ayakizimizi azaltmak için hayatımızda birtakım değişiklikler yapacağız. Özel araba yerine toplutaşıma araçlarını kullanıyoruz, çok fazla klima kullanılmayacak binalar yapmaya çalışıyoruz, tarım konusunda çevreye zararlı yöntemlerden kurtulmaya çalışıyoruz. Ya da dört mevsimde aklımıza gelen her meyve-sebzeyi yemekten vazgeçeceğiz, onun yerine lokal olarak neler üretiliyorsa, onu yiyeceğiz. Bütün bunlar için çok büyük değişimlere gerek yok. Böyle şeyler yaptığımız takdirde, birtakım şeyleri inanılmaz biçimde yavaşlatmış oluyoruz. Yani kâr getirecek bir teknoloji yerine hayat tarzımızı değiştirecek bir teknoloji düşünürsek o zaman daha kolay, daha erişilebilir bir politikaya gidebiliriz. Bunu demek istiyoruz. Buradaki ütopya aslında zor değil, kolay. O zaman bütün ülkeler buna göre hareket edecek. Bizde kentsel dönüşüm ile şehirlerin yeniden planlanması söz konusu. Bu süreç bizim iklim değişikliği politikalarımıza ne kadar uyuyor? İnsanlar düşündü mü bunu? Hayır. Çünkü herkes kendi politikasına bakıyor. Daha bütünsel bir küresel ya da milli politikamız olması lazım bunun için.
“İnsanlar Bilinmeyen Bir Teknolojiye Bağımlılık Duyuyor”
Kitapta da değinildiği gibi insanlar iklim değişikliği gibi sorunlara dair “bu ertelenebilir bir sorun, çok acil bir noktaya geldiğimiz zaman nasıl olsa biri çıkar çözüm bulur” şeklinde düşünüyor. Bu insanları nasıl ikna edeceğiz?
En büyük problem bu. Batı ülkelerinde teknolojiye yönelik müthiş bir inanç var. “Biz teknolojiyle bu hale geldiysek, teknoloji bunun çözümünü bulacak” diyorlar. Burada çok ilerici insanların bile kafasında bu var. “Bu kadar heyecanlanacak, karanlık geleceği düşünecek bir durum yok” diyorlar. “Nasılsa biz bunun çaresini bulacağız.” Mesela kitaptaki bölümlerden biri genetik mühendisliği üzerine, orada da bundan bahsediliyor. Bilim bunu halledecek, ama hangi bilim ve hangi teknoloji? Bu çözümlerin hangi beklenmedik sonuçlara neden olacağına dair hiçbir bilgimiz yok. Çok bilinmeyen bir teknolojiye bağımlılık duymaya başladı insanlar.
Son olarak Interstellar’da da gördük. Gerçi uzay filmlerinin çoğu böyledir. Bir felaket olur, dünyanın sonu gelir ama son anda bir proje başlatılır ve insanlığın geleceği kurtarılır.
Aynen öyle. Hep birlik olunur, o bilim urgularda da öyledir. Kitaptaki bölümlerden biri de bilimkurgu kitaplarının iklim değişikliği konusunu nasıl gördüğünden bahsediyor. Sonuçta biz medya çağında yaşıyoruz, özellikle gençlerin bunları kendi hayal güçlerinde biraz daha geliştirmeleri için medyaya da ihtiyaç var. Bu tür medyalar önemli akımlara sebep olabiliyorlar. Biraz hayal gücümüzü geliştirmek de gerekiyor.
Radikalleşmeden bahsediyoruz. Dünyada son 10-15 yılda hayatın farklı alanlarında böyle bir radikalleşme görünüyor değil mi? Radikal dini yorumlar da bunun parçası, siyasi eğilimler de, hayat tarzını değiştirip şehirden uzaklaşmak isteyen insanlar da, gençlerin dünyanın dört bir yanındaki gösterileri de. Halihazırda zaten insanlık namına bazı yerde iyi, bazı yerde kötü bir radikalleşmenin yaşandığı bir çağdayız değil mi?
Evet, bu radikalleşmenin sebebi iklim değişikliği değil tabii. Bunun sebebi eşitsizliklerin müthiş biçimde derinleşmesi. Mesela yakın zamana kadar gelişmekte olan ya da azgelişmiş ülkelerde eşitsizlik çok önemliydi. Ama bu hiçbir zaman Batı ülkelerini etkilemiyordu. ABD ve Avrupa’da 2006-2007’de patlak veren bankacılık krizleri, Batı ülkelerinde de ciddi bir eşitsizliğin ortaya çıktığını gösterdi. Bunun üzerine Dünya Bankası ve IMF gibi hiçbirimizin radikal olduklarını düşünmediğimiz kurumlar bile yavaş yavaş eşitsizliğin ciddi bir politik sorun olacağını gündeme getirdi. Son iki yıldır Davos’taki toplantılarda eşitsizlik konuşuluyor. O kadar ciddi bir eşitsizlik söz konusu ki, dünyadaki en zengin 60 kişi, küresel nüfusun en aşağıdaki %40’ının gelir düzeyine sahip. 60 kişi nerede, %40’lık nüfus nerede! Böyle bir düzende bizim radikalleşmememiz imkansız. Bu, hem ulusal hem de uluslararası alanda var. Uluslararası alanda müthiş bir kuvvet farklılığıyla karşılaşıyoruz değil mi? Mesela ABD’nin askeri gücü inanılmaz bir güç. Peki, bu inanılmaz güç kendini savunabiliyor mu? Bir yere gidip işgal etmek istiyorsa bunu yapıyor ama onun karşısında IŞİD, El Kaide gibi korkunç radikal gruplar üretiyor. Öyle anlaşılıyor ki eşitsizliğe bir çözüm bulmadığımız takdirde zaten küresel bir huzura kavuşmamız söz konusu değil.
Zaten eşitsizliğin arkasındaki ekonomik düzen, iklim değişikliğinin de arkasında aynı zamanda. Dolayısıyla bunların hepsini bir arada düşünebiliriz.
Tabii ki, kesinlikle. Bunlar birbirinden ayrılmıyorlar. Ama şu anda birbirinden ayırmış durumdayız. İklim değişikliği toplantıları sadece “Biz bu salımları nasıl indiririz”e odaklanmış vaziyette. Başka hiçbir şeye bakmıyorlar. Eşitsizlik, fakirlik, gıda gibi küresel ekonominin ülkelere ve kişilere getirdiği zararlar hiç konuşulmuyor. Çünkü bu küresel ekonomi, dediğiniz gibi en fazla salımın yapılmasını gerektiren bir sistemin üzerine kurulmuş. Bütün bunları bir araya getirmediğimiz takdirde çözüm bulmak çok zor.
Gıda konusunun yeri gelmişken daha önceki röportajımızda gıda tartışmalarının hiçbir zaman konunun sosyal kısmına gitmediğini söylemiştiniz. “Yeterli üretecek kapasite var, kaynaklar var. Fakat bir şekilde daha fazla üreterek açlığa çözüm bulunmaya çalışılıyor” demiştiniz.
Bunu da yaptığınız zaman müthiş biçimde iklim değişikliği politikalarına aykırı davranıyorsunuz.
Gıda konusunda, son iki senedir dünyanın dört bir yanına ziyaretler gerçekleştirdiniz. Gözlemleriniz bu yorumunuzu destekler nitelikte mi?
Kesinlikle. Benim gözlemlerimin dışında Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) hazırladığı raporlara ya da bu konuda çalışan diğer pek çok organizasyonun raporlarına baktığınız zaman da bunu görebilirsiniz. Aslında gıda krizi diye bir şey söz konusu değil. Kriz tamamen ekonomik eşitsizlikten kaynaklanıyor. Arz talep dengesini düşündüğünüzde şu andaki bütün gıda politikaları arza odaklanmış vaziyette. Hiç kimse talep kısmına bakmıyor. Kim, nasıl, nerede, ne kadar gıda elde edebiliyor, tüketicinin seçimleri neler, nasıl bir gıda sistemine doğru gidiyoruz gibi soruları sormuyorlar. Dünyadaki gıda sistemi hem iklim değişikliği hem de sağlığımız açısından zararlı. Sağlık açısından da baktığımız zaman junk food dediğimiz gıdalar, daha çok şeker, tuz ve birtakım maddelerin yoğunlukla kullanıldığı gıda sistemi var ve bunu da bütün dünyaya ABD ve Avrupalılar getiriyor. Bunun üzerine kurulmuş bir gıda sistemi hepimizi öldürüyor. Ya diyabet ya da kalp hastası oluyoruz. Ekonomik düzenin, diğer alanları nasıl etkilediğine dair çok ilginç bir örnek vereyim size:
Kuzey Amerika Ülkeleri Serbest Ticaret Anlaşması’nın (NAFTA) yürürlüğe girdiği 1994 yılında ABD, Kanada ve Meksika arasında bir ortak pazar oluşturuldu. Bu ortak pazarın kuralları Meksika ekonomisinde ciddi bir değişime sebep oldu. ABD’liler kendi ülkelerinde teşvikle üretilmiş ucuz gıdaları Meksika’ya doldurdu, bunun en başında da kola gibi şekerli içecekler geldi. Dolayısıyla ürünleri ABD’den daha ucuza aldıkları için hem Meksika’nın ekonomisi çok ciddi bir değişikliğe uğradı, hem de tarım sistemi diye bir şey kalmadı. Bir de çok fazla şekerli içecek tüketimi yüzünden Meksika’da obezite problemi ortaya çıktı. Yani bir ekonomi politikası, ülkelerin sağlık politikasını da, iklim değişikliği politikalarını da etkiliyor. Bu, dış ve iç ticaret düzeninin nasıl belirlendiğine güzel bir örnek. Meksika perişan oldu NAFTA yüzünden. Bunu, sadece şekerli içeceklere baktığınız zaman anlayacaksınız. Meksika’da birçok köyde sular ya zehirlidir ya da yeteri kadar temiz değildir. Çocuklara su yerine kola veriyorlar. Düşünün artık.
BM göreviniz için seçtiğiniz ülkelerde gıda politikalarını araştırıyorsunuz ve bu süreçte devlet görevlileriyle de görüşüyorsunuz. Konunun o tarafı ne düşünüyor bu konuda?
Genelde gelişmekte olan ülkeleri seçiyoruz. İlk etapta, Filipinler’e ve Fas’a gittim. Şimdi de sırada Polonya var. Orasını özellikle seçtim, çünkü Polonya Doğu Avrupa’da, sosyalist sistemden Avrupa Birliği’ne geçen bir sistem. Yani sistemlerini değiştirmişler. Aynı zamanda çok önemli bir tarım ülkesi. AB’ye geçerek tarım politikalarının nasıl bir değişime uğradığını inceleyeceğim. Bildiğim kadarıyla AB’nin etkisi olumsuz. Aslında Polonya ilerliyor, GSYİH’si kötü durumda değil, ekonomisi iyi. Ama tarım açısından ciddi bir değişiklik geçirdi. Küçük toprak sahipleri tamamen yok oldu. Onun yerine Avrupa’dan gelen şirketler tarımı ellerine aldılar. Orada üretilenler tamamen AB’nin hakimiyeti altında. Şu anda Polonya’da sağ kanatta çok ciddi radikal gelişmeler var. İstemiyorlar AB’yi. İstememelerinin sebebi de çok açık, çünkü AB bunları kendi isteklerine göre değiştirdi. Ben de ne oldu da Polonya, AB’ye bu kadar düşman oldu sorusunu araştıracağım.
Bütün gelişmekte olan ülkelerde birtakım sorunlar var ama devletler daha çok büyümeye bakıyorlar, GSYİH’yi yükseltmeyi, küresel ekonomiye katkı sağlamanın yollarını araştırıyorlar. Mesela Fas’ta “Yeşil Fas” adında önemli bir tarım projesi ortaya kondu. Bu projede iki temel ayak var. Küçük toprak sahipleri kooperatif haline getiriliyor, bir de büyük toprak sahiplerinin Avrupa’ya ihracatı destekleniyor. Tabii bu yoğun üretim, önemli ekonomik ve çevresel sorunlar ortaya çıkarıyor. Çünkü bunlar Avrupa’nın pazarı olmaya çalışıyorlar, bütün sebze ve meyveler Fas’tan gelsin istiyorlar. Tamam, bu Fas için iyi ama bu durum Fas’ın kendi içsel sorunlarını nasıl etkiliyor? Bunlara bakmaya çalışıyorum gittiğim zaman. Yani kalkınma projeleri kalkınma açısından ülkelerin içsel dengelerini nasıl değiştiriyor? Türkiye’de de bunlar çok önemli ama daha bakmadım. Bakarsam çok ciddi sorunlarla karşılaşacağımı tahmin ediyorum.
elişmekte olan ülkelerin milli gelir takıntısı biraz evrensel bir durum değil mi?
Çok evrensel. Müthiş biçimde buna odaklanmış durumdalar. Onun sebebi de zaman. Politikacılar biliyorsunuz görevde kalmak istiyorlar, bunun için de en önemli şeyin büyüme olduğunu düşünüyorlar.
Siz gıda konusunda yerel üretimi, küçük ölçekli tarımı öneriyorsunuz. Böyle bir tarım modelinin sağlayacağı katkılar nedir?
Küçük üreticiler, kendi ürettikleri şeylerden sorumlu olan insanlar. Büyük üreticilerse tamamen kâr amacıyla hareket ediyor. Eğer kârı üretimden ayırabilirsek daha sağlıklı bir tarım politikasına yönelmiş oluruz. Ayrıca küçük üreticileri savunduğumuz, onlara gerekli finansal katkıyı verdiğimiz zaman diğerleriyle rekabet edebilir hale geliyorlar. Yani şunu demek istiyorum, küçük üreticilerin yaptığı üretim zaten onların hayat tarzının bir yansıması. Zaten biz küçük üreticileri kırsalda tutamadığımızda şehirlere gelen bir akımla karşılaşıyoruz, o zaman şehirlerde ki hayatın da çok sağlıklı olmadığını görüyoruz. Tarım ekonomisi 19. yüzyıldan itibaren yavaş yavaş önemini kaybetti. Ama 20. yüzyılın ikinci yarısında “Tarım o kadar önemli değil, başka teknolojiye geçelim” diyen ülkeler çok zarar gördü. Ben gittiğim yerlerde, yazdığım raporlarda bunun böyle olmaması gerektiğini savunuyorum. Çünkü aslında tarım ekonomisi eşitsizliği ortadan kaldırabilecek, köyden şehre göçü azaltabilecek bir şeydir. Ayrıca sağlık, eğitim gibi devletten istediğimiz her türlü hizmetin şehirden kırsal kesime doğru gitmesine sebep olursak kaynakları daha iyi kullanmış oluruz diye düşünüyorum. Yani bu dengesizliğin durdurulması lazım…
Ufak çapta gelişmeler yaşanıyor bu konuda. Türkiye, son 100 yıldır kentleşmeyle gurur duyan bir ülke olarak kırsala gidip tarım yapacak gençlere 30 bin lira hibe verecek artık.
Aslında bu çok önemli bir şey. Türkiye’de, başka ülkelerde de gördüğümüz gibi, iyi ve kötü politikalar bir arada gelişiyor. Ben hâlâ Türkiye’nin tarım politikalarının çok kötü olmadığını düşünüyorum ama bir geçiş dönemindeyiz ve dışarıdan gelen baskı çok önemli. Acaba dışarıdan gelen bu baskıyı nasıl minimize edebiliriz? Bu açıdan şu anda yapmamız gerekenler çok önemli.
Dışarıdan ne için baskı geliyor?
Türkiye’nin toprakları tarım açısından çok verimli. Bu verimli toprakların dışarıya karşı korunması da çok önemli. Acaba bu konuda herhangi bir şey yapılabiliyor mu? Çünkü belki Türkiye’de bu söz konusu değil ama Doğu Avrupa’da “land grabbing” dediğimiz bir şey ortaya çıktı. Yani büyük ölçekteki tarım topraklarının yerli ya da yabancı şirketlere kiralanması. Bu Türkiye’de oluyor mu bilmiyorum, ama çok ciddi bir sorun.
Türkiye Afrika’da toprak alıyor bu yöntemle.
Evet, biliyorum. Bu tabii çok kötü bir şey. Şunu demek istiyorum. Eğer tarım politikasına kâr açısından bakılırsa geleceğimiz açısından çok ciddi sorunlarla karşı karşıya geleceğiz.
Kârdan ziyade iaşe, halkın doyması öncelikli dert olmalı.
Kesinlikle. Eğer ülkeler bu politikaları izlerse, bu demek değildir ki devletler gitsin tarım yapsın, ama eğer bu gıda konusuna aşırı kârdan ayırabilirsek, o zaman başarılı olabileceğiz. Bu hem iklim açısından hem gıda güvenliği hem de sağlığımız açısından son derece önemli. Tabii ki kâr önemli ama bunun radikal, aşırı bir kâr olmaması gerekiyor. Şu anda zaten büyük endüstriyel tarım ekonomisi bunu yapıyor. Çokuluslu şirketlere bakacak olursak da ciddi bir oligopol olduğunu görüyoruz, yani bu büyük gıda ve tarım şirketleri 10-15 taneden fazla değil ama dünya tarım ekonomisini kontrol edecek kadar kuvvetliler.
“İklim -Kurgu Edebiyatı Gerekli”
Kitapta bilimkurgu gibi iklim-kurgu diye bir edebiyat kolu üretmenin faydasının altı çiziliyor. Bu türün yeni bir hayal gücü şekillendirmede mi, yoksa kötü geleceğe alıştırmakta mı etkisi olacak?
Her ikisi de doğru aslında. Kimin yazdığına bağlı. Birtakım iklim-kurgular çok ilerici, radikal reformlara karşılar. O konuda da bir rekabet var. Hangi gruptasın, hangi ideolojiyi takip ediyorsun? Eğer teknolojiye çok inanıyorsan, ona göre bir iklim-kurgu yapıyorsun. Orada da bütün iklim kurgular radikal görüşleri savunuyor diyemeyiz. Herkes kendi açısından, kendi ilgisine göre bakıyor olaya. Orada da bir kutuplaşma söz konusu.