İklim eylemlerinin kentleri sosyal ve ekonomik adaletin sağlandığı yaşanabilir mekanlara dönüştürmeye katkı verebilmesi için yerel yönetimlerin iklim adaleti çerçevesinde hareket etmesi gerekiyor. Daha açık bir ifadeyle, iklim adaleti emisyon azaltım ve uyum eylemlerinin yanı sıra, dışlanan, dezavantajlı konumlara itilen sosyal, ekonomik ve kültürel grupların varlığının tanınması; kaynak ve hizmetlere erişimin hakkaniyetli biçimde düzenlenmesi ve kenara itilen toplumsal gruplar başta olmak üzere kentlilerin karar alma ve uygulama süreçlerine katılımının sağlanması anlamına geliyor.
Dr. Baran Alp UNCU, Bağımsız Araştırmacı
İklim değişikliği, bugün kentlerin karşı karşıya olduğu sorunların en başında geliyor. 2025 yılında dünya nüfusunun %70’ini barındırması beklenen kentlere yönelik iklim değişikliği kaynaklı riskler sadece sıcak dalgaları, deniz seviyelerinin yükselmesi veya aşırı hava olaylarından ibaret değil. Sıcaklık artışı ve kuraklıktan dolayı etkilenecek tarım faaliyetleri nedeniyle neredeyse tamamen dışa bağımlı kentler gıda kriziyle de karşı karşıya. Bunlara yaşanmakta olan su krizi sonucunda temiz ve sağlıklı suya erişimin zorlaşması da eklenmeli. Bunun üstüne pandemiler, ekonomik krizler ve –kendinden çok yönetişimi nedeniyle sorun haline gelen- göç gibi diğer krizler geliyor. Kısaca, nedenleri ve sonuçları birbiriyle ilintili, iç içe geçen çoklu krizler kentleri tehdit ediyor.
Kentler ekonomik, sosyal ve mekansal eşitsizliklerin yoğunlaştığı, yüksek olduğu ve giderek de arttığı yerler. 1980-2020 arasında toplam dünya kentli nüfusunun yaklaşık üçte ikisi için gelir eşitsizliği artmış durumda. Bu da beraberinde barınma, sosyal hizmetlere erişim, yetersiz altyapı, iş ve ekonomik olanakların azalması gibi büyüyen sorunları getiriyor. Özellikle daha da hızlı büyüyen Küresel Güney’deki kentlerde ekonomik ve sosyal adaletsizlikler mekânsal ayrışmaları ve uçurumları derinleştiriyor. Böylelikle iklim değişikliğinin yıkıcı sonuçları kentler genelinde eşit biçimde yaşanmıyor. İklim krizinin oluşumuna en az katkıda bulunanlar krizden en fazla oranda olumsuz yönde etkilenenler oluyor. Aynı zamanda, temelinde sürdürülen fosil yakıtlara bağlı ekonomik büyüme modelinin yattığı iklim krizi üzerinde yükseldiği sosyal, ekonomik ve siyasi eşitsizlikleri ve adaletsizlikleri derinleştiriyor, yayıyor ve çoğaltıyor.
Etkileri kentlerde yoğunlukla görülen bu fasit daireden çıkışta yerel yönetimler önemli bir rol oynuyor. Dünyadaki kaynak tüketiminin ve karbon salımının büyük çoğunluğuna sahip kentlerde azaltım eylemleri iklim değişikliğinin durdurulması için elzem. Doğa temelli çözümlere, iklim/çevre dostu altyapıya dayanan uyum eylemleri de kentlilerin iklim nedeniyle uğradıkları yaşamsal hasarları gidermek ve önlemek için bir gereklilik. Ancak azaltım ve uyum eylemlerinde neyin, nasıl, kiminle ve kimin için yapılacağı sosyal ve ekonomik adaletin sağlanması için büyük önem taşıyor. Keza, iklim eylemlerinin teknokratik bir gözle ve tepeden hazırlanarak sadece teknik çözümler içerecek biçimde hazırlanması ve pratiğe dökülmesi birçok sosyal ve ekonomik adaletsizliğe neden oluyor. Bunun birçok örneğine rastlamamız mümkün. Örneğin, Endonezya’nın başkenti Jakarta’da kentin deniz tarafından yutulmasını engellemek amacıyla yapılan yapay adacıklardan ve denize inşa edilen devasa boyutlardaki bir duvardan oluşan Büyük Garuda Projesi, Nijerya’nın Lagos kentinde yine deniz sularının yükselmesinden korunmaya yönelik Büyük Lagos Duvarı ya da Medellin, Milano gibi birçok kentteki yeşil alan projeleri sosyal ve ekonomik adaleti sağlamaktan uzak kalıyor. Aksine bu projelere bağlı olarak yaşanan yerinden edilmeler, mülksüzleştirme ve mekanların sosyoekonomik dönüşümü başta kent yoksulları olmak üzere kentte yaşayan farklı toplumsal cinsiyet, etnisite, dini ve diğer toplumsal grupların mağduriyet yaşamalarına neden oluyor (Uncu, B. A., 2022; “İklim Değişikliğinden Kaçarken Soylulaştırmaya Tutulmak”, içinde. İstanbul, 13: 40-47).
Sürdürülebilirlik Kavramı Özüne Dönmeli
İklim eylemlerinin kentleri sosyal ve ekonomik adaletin sağlandığı yaşanabilir mekanlara dönüştürmeye katkı verebilmesi için yerel yönetimlerin iklim adaleti çerçevesinde hareket etmesi gerekiyor. Daha açık bir ifadeyle, iklim adaleti iklim azaltım ve uyum eylemlerinin dışlanan, dezavantajlı konumlara itilen sosyal, ekonomik ve kültürel grupların varlığını tanıması, iklim değişikliğinin maliyetleri kadar diğer kaynak ve hizmetlere erişimin hakkaniyetli biçimde bölüşülmesi ve kenara itilen toplumsal gruplar başta olmak üzere kentlilerin karar alma ve uygulama süreçlerine katılımının sağlanması anlamına geliyor. Buna paralel olarak ilk kez 1972’de kullanılan, 1987’de Birleşmiş Milletler’in (BM) Brutland Raporu’yla popülerleşen ancak giderek içi boşalma tehlikesiyle karşı karşıya kalan “sürdürülebilirlik” kavramının kullanıldığı haliyle yetersiz kaldığının göz önünde bulundurulması gerekiyor. Agyeman’ın da altını çizdiği üzere “sürdürülebilirlik” kavramının çıkış aşamasındaki amacına döndürülecek biçimde “adil” hale getirilmesi gerekiyor. “Adil” sürdürülebilirlik kavramı dört temel ilke üzerinden şekilleniyor: Herkes için onurlu biçimde refah ve yaşam kalitesinin iyileştirilmesi; şimdiki ve gelecek nesillerin ihtiyaçlarının bir arada karşılanması; tanınma, süreç, usul ve sonuçlarda hakkaniyetin ve eşitliğin sağlanması; içinde yaşadığımız ekosistemin sınırlı olduğunun kabulü ve bu sınırlar içerisinde hareket edilmesi.
Birbiriyle örtüşen iklim adaleti ve adil sürdürülebilirlik ilkelerinin sahiplenilmesi iklim krizinden çıkılması için tek seçenek olarak önümüzde duruyor. Örneğin, kentlerde fosil yakıtlardan yenilenebilir enerji kaynaklara enerji geçişi en önemli azaltım eylemlerinin başında geliyor. Atılması gereken adımlardan biri güneş enerjisi kullanımının artırılması için çatı tipi panellerin yaygınlaştırılması. Burada bu yönde adım atmaya istekli bir yerel yönetimin göz önüne alması gereken ulusal enerji politikaları, ulusal ve bölgesel enerji altyapısı, enerji fiyatları gibi birçok ulusal ve bölgesel siyasi, ekonomik ve teknolojik faktör bulunuyor. Diğer yandan bunlar kadar önemli bir başka boyut da enerji geçişinde hangi kentli grupların öncelikli olduğu ve bu grupların enerji geçişinden nasıl yararlanacakları. Şayet dar gelirliler ve diğer dezavantajlı gruplar dikkate alınmazsa söz konusu grupların yaşamakta oldukları enerji yoksulluğuna çare üretilmiş olmuyor. Örneğin, yenilenebilir enerji kullanımına yönelik altyapı ve teknoloji yatırımlarının kısa vadeli artması nedeniyle ortaya çıkabilecek maliyetlerin hakkaniyetsiz bölüşümü başka adalet sorunlarına yol açabilir.
Diğer yandan, yerel yönetimler iklim mücadelesi içerisindeki tek aktör değil. Yetkileri, sorumlulukları, kurumsal ve finansal kapasiteleri bakımından –kentten kente değişim göstermekle ve aynı olmamakla beraber- ulusal ve bölgesel yönetimler gibi diğer aktörlerle karşılaştırıldığında daha sınırlı. Bu da ulusal ve bölgesel ölçeklerdeki aktörlerle bir arada hareket etmelerini zorunlu kılıyor. Bununla birlikte, kent yönetimlerinin uluslararası iklim siyasetinde gün geçtikçe kendilerine daha çok alan açtığı söylenebilir. Bunun dışında, yerel yönetimleri kentleri yaşanabilir ve iklim dostu hale getirebilme konusunda güçlü kılan bir unsur da kentlilerle doğrudan işbirliği yapma imkanlarının olması. Bu da hem iklim adaletinin hem de adil sürdürülebilirlik kavramlarında altı çizilen katılımcılık ilkesi ile mümkün.
Katılımcılığın ve kapsayıcılığın sağlanması diğer tüm iklim adaleti ve adil sürdürülebilirlik ilkelerinin pratiğe dökülmesi, gereğince yerine gelip gelmediğinin kontrolü, zamana ve mekana göre değişikliklerin ya-pılması bakımından kritik öneme sahip. Karar alma süreçlerine hem kentlilerin bireysel hem de sivil toplumun örgütlü katılımı yerel yönetimlere uzmanlıklardan yararlanma, bilgi edinme ve meşruiyet sağlarken kentlilere de kendi yaşam ve yaşama alanları hakkında fikri üretme, tartışma, ortaklaşma ve dönüşümün aktif birer parçası olma imkanı tanıyor (Ergenç, C., 2023; “Yerel Yönetimlerde Temsiliyet Krizi ve Katılımcı Kentler”, İPA İstanbul, 9: 24-27). Bununla birlikte, katılımın tam anlamıyla gerçekleşebilmesi adaletin diğer boyutları olan tanınma ve bölüşüm ile de doğrudan ilgili. Keza dışlanmış ve dezavantajlı konumlara itilmiş sosyal ve ekonomik grupların katılım süreçlerine dahil olması öncelikli olarak bu grupların tanınmasına bağlı. Bu grupların ekonomi, eğitim, hizmetler gibi alanlarda yaşadıkları bölüşüm adaletsizlikleri de ortaya çıkardığı türlü hiyerarşiler ve güç eşitsizliklerinden ötürü kentlilerin sürece güçlü ve etkin katılımında farklılıklar yaratabiliyor ve sürecin “nasıl” hayata geçtiğini etkiliyor.
İyi ve Kötü Uygulama Örnekleri
Dünya genelinde yerel yönetimlerin iklim eylemlerinde ve iklim eylem planlarının hazırlanışı ve uygulaması sırasında katılımcılığı ve kapsayıcılığı farklı yöntemler benimseyerek hayata geçirme gayretinde olduğu görülüyor. Bu örnekler tek tip bir katılımcılık modelinin olmadığını, katılımcılık süreçlerinin ulusal ve yerel bağlamdaki ekonomik, siyasi ve kültürel dinamikler kadar yerel yönetimlerin gücü, sivil toplumun kapasitesi, iklim değişikliğinin etkilerine bağlı olarak ortaya çıkan ihtiyaçlara göre şekillendiğini gösteriyor. Örneğin, yapılan karşılaştırmalı bir analizde Ekvador’un Quito kentinde yerel yönetim herkesin katılımını öngören bir iklim uyum süreci işletirken Hindistan’ın Surat kenti belirli sivil toplum gruplarını önceleyen ve özel sektörün daha çok rol aldığı bir katılım sürecini işletiyor.
Dünya genelinde katılımcılık bakımından başarılı sayılabilecek birçok örnek Küresel Kuzey’de yer alan kentlerden. Ancak Küresel Güney’de de katılımcı ve kapsayıcı biçimde oluşturulmuş örneklerin sayısı artıyor. Örneğin, Meksika’nın başkenti Meksiko’da Yeşil Altyapı Özel Planı herkesin katılımına açık müzakere ve toplantıların yanı sıra dijital araçların kullanımı yoluyla katılımcı biçimde oluşturuldu. Bangladeş’in başkenti Dakka’nın bazı yoksul mahallelerinde iklim afetlerine karşı dirençlilik oluşturmak ve afet yönetimini topluluk temelli sağlamak hedefiyle amaçların, hedeflerin ve eylemlerin beraber belirlendiği ve mahallelilerin doğrudan katılımının sağlandığı “Kent Gözetleme” programı uygulamaya geçirildi (UNHR, Integrating a Human Rights-Based Approach to Climate Action, Local Governments, Becoming A Human Rights City Series).
Ancak dünya genelindeki birçok örnek de katılımcılığın sürdürülebilirlik gibi içinin boşalması tehlikesiyle karşı karşıya olduğuna işaret ediyor. Yerel yönetimler, atılımın görünürde var olsa da ya kağıt üzerinde kaldığını ya da eksik uygulandığına işaret ediyor. Katılımcılık adı altında uygulamaya konulan süreçlerde zaten verilmiş kararların onaylatılması, karar almanın belirli konu ve alanlarla sınırlı tutulması, belirli tipteki ve belirli konular üzerine çalışan STK’ların katılımına izin verilmesi, karşılıklı bilgi paylaşımı yerine tek taraflı işleyen bilgi edinme pratikleri, katılımın farkındalık yaratma eylemlerinden ibaret görülmesi gibi birçok sorunla karşılaşılıyor.
Özetle, iklim eylem ve planlarının, belirli alanları tek başına ele alan, genel bağlamdan kopuk ve tamamen teknik bir düzeye indirgenmesi yerine diğer sektör ve alanlarla kesişimleri dikkate alan, bütünleşik, toplumsal eşitsizlik, adaletsizlik ve kırılganlıkları hesaba katacak biçimde meselelerin sosyal ve ekonomik boyutlarını içeren biçimde oluşturulması ve uygulanması gerekiyor. Bunun da olmazsa olmaz yöntemi katılımcılığın tam anlamıyla, bir nevi “demokrasi badanası” yapmadan uygulamaya konulması.